Üstelik bu ülke, hasbelkader değil de, 1919-1939 arasındaki Rönesansında oluşturulan kuruluş yasalarıyla yetiştirdiği Muzaffer Şerif’e, Mübeccel Kıray’a, daha sonra da Çiğdem Kağıtçıbaşı’na, Barlas Tolon’a, Gündüz Vassaf’a ve daha bir çoklarına sahipken.
Üstelik, kendisi Alman olan ve Türkiye’de muhkim olduğunu Hürriyet varakının (13 Nisan 2005) söylediği ve kendisi ile sosyolog gözüyle röportaj yapıldığı Doç. Dr. Helga Rittersberg-Tılıç (büyük ihtimalle ÇGD’nin Başkanı Doğan Tılıç’ın eşi ve eş durumu nedeniyle kendisinin aranıp bulunmuş olduğu ve tabii milliyetçilikten çok çekmiş ve çektirmiş olan soykırım suçlusu Alman kültürüne –etnisitesine mi demek daha doğru?—mensup bulunduğu veçhile) bizlere Alman olmasına rağmen, Adorno’suz; Horkeimer’sız, Habermas’sız bir milliyetçilik tarifi sunan bir sosyolog’a da sahip bulunurken…
İşte böyle bir ülkeyken, milliyetçiliği tartışıyoruz…
ODTÜ’de öğrenciyken, Prof. Dr. Ali Gitmez, Prof. Dr. Mehmet Gürkaynak, Prof. Dr. Raci Bademli hocaların anketörüydüm. Bursa’da yaptığımız, sonr
Bu şu demekti: Horkeimer ve Adorno’nun 1923’lerde Almanya’da, 1950 ve 1960’larda Adorno, Sanford, Brunswik ve Levinson’un Amerika ve Norveç’te buldukları (Adorno, et.al., The Authoritarian Personality, Harper, New York, 1950) faşizme yol açan olgu Türkiye’de de aynen geçerliydi. Nitekim, 12 Eylül faşist darbesine kendisine yurtsever ve/veya milliyetçi diyen işçi sınıfından hiçbir tepki gösterilmemiş; 1982 Anayasası da % 92 oranla kabul edilmişti. Bulgularımız tarihsel olarak da doğrulanmıştı.
Bu aynı zamanda şu da demekti: Çiğdem Kağıtçıbaşı’nın 1970’da Türk öğrencileri ile Amerikan öğrencileri arasında yaptığı araştırmanın bulgularının bazılarına tersti. Kağıtçıbaşı (Gençlerin Tutumları, ODTÜ Yayınları, Ankara, 1973, s: 80) yöntemsel olarak çok titiz yaptığı araştırm
Kâğıtçıbaşı’nın en önemli bulgusu şuydu: ‘‘Otoriteryen aile yapısı ile öz-otoriteryenizm arasındaki korelasyon, Amerikan örnekleminde Türkiye’dekine kıyasla daha yüksekti. Giderek, öz otoriteryenizm ile otoriteye saygı ve yurtseverlik arasındaki korelasyonlar da Amerika’da Türkiye’dekinden yüksek çıktı. Böylelikle otoriteryenizm, Amerika’da Türkiye’de olduğundan çok daha bileşik ve iç tutunumu yüksek bir kişilik örüntüsü olarak ortaya çıktı. Otoriteye saygı ve yurtseverlik alanlarında Türk denekler Amerikalılardan daha yüksek puan aldılar. Türkiye’de bu tutumlarla öz-otoriteryenizm arasında çok az ilişki olduğunu belirten bulguyla birlikte, bu sonuç, bu tutumların varlığının kişisel (öz) otoriteryenizmin değil, Türkiye’deki kuvvetli sosyal normlar sonucu olduğunu göstermiştir.’’ (ss: 80-81)
Bu bulgular aslında Adorno ve ark
Şimdi size, Prof. Dr. Mehmet Gürkaynak ile birlikte, 1977’de çevirdiğimiz, aslında onun çevirdiği ama benim çeviriye yakın bir redaksiyondan geçirdiğim bir makalenin ilk paragraflarını okumanız için aşağıya alıntılıyorum. Bu makale, Adorno ile birlikte Otoriteryen Kişilik çalışmasını yapan, aslında o grubun başkanı olan ve kitap yayınlanırken sadece Adorno’nun adının alfabetik olarak birinci yazıldığı için adı Türkçe literatürde fazla bilinmeyen ama “Yetkeci Kişilik” teorisinin Amerikan versiyonun mucidi olan Prof. Sanford’undur:
ÇAĞDAŞ AÇILIMLA YETKECİ (OTORİTERYEN) KİŞİLİK
Nevitt SANFORD
“Hitler’in Almanya’da iktidarı ele geçirişinden bir gün sonra, Frankfurt’taki Sosyal Araştırma Kurumu yöneticisi Max Horkheimer, kent dışındaki evini terk ederek, istasyonun yakınında bir eve taşındı. Birkaç gün sonra, kurumun diğer üyeleriyle birlikte, Nazilerin işbaşına gelme olasılığına karşı, Araştırma Kurumunun bir şubesini kurmuş oldukları İsviçre’ye gitmişlerdi.
Nasıl olmuştu da bu kişiler, -birçok Alman aydın ve Yahudisinin, Nazi tehlikesinin önlenebileceği inancını beslediği bir sır
Yukarıda anlatılan olay, belki de, sosyal-bilimcilerin araştırma sonuçlarının doğruluğuna duydukları güvene dayanarak her şeylerini feda etmeye hazır oldukları birkaç tarihsel olaydan biridir. Fakat bur
Bu makale ve yukarıda alıntıladığım Türkiye deneyimi ve bulguları, sanırım artık nasıl bir durumla karşı karşıya olduğumuzu ortaya koymuş durumdadır. Medy
Sorun kısaca, milliyetçilik ya da yurtseverlik değildir. Bu, tarihin her döneminde ve her yerde vardır. Olacaktır da… Sorun her iki durumda da varolan otoriteryen kişilik yapısını oluşturan toplumsal ve siyasal düzendir. Bu düzen eğitim, medya, toplumsallaşma kurumları ile yavaş yavaş oluşur. Çıban küçük bir iğne ile delindiğinde ise cerahat çok tehlikeli ve öldürücü hale gelir. Aynı Kahramanmaraş, Çorum, Sivas ve Trabzon’da olduğu gibi.
Yurtseverliği ya da milliyetçiliği, 1919-1939 arasındaki yapısına döndürecek yeni politikaları şu anda genel geçer paradigmalarda ve siyasi zer-zevat’ın retoriksel abukluklarında ya da globalleşmenin sömürgenlerinin yeni post-modern teorilerinde aramak abesle iştigal; ama biliyorum ki, bilimcilerin işi bunu bıkm
Türkiye’de sosyal ve siyasal çözüm, 1919-1939 arasının Rönesansında ne olup bittiyse araştırmak, yeniden okumak ve uygulanabilecekleri hiç çekinmeden uygulamakla olur. Çünkü hem Osmanlı’nın, hem de Türkiye’nin anahtarı o gizemle yok edilerek üzeri örtülmeye çalışılmış 20 yılda oluşmuştur. O günkü yazılan, çizilen, yasalaştırılan, anlaşılan, karşı çıkılan ne varsa, hepsini bilmek, daha sonr
Bir örnek: 1947’de komünist diye DTCF’den atılan ve Amerika’ya giderek dünyanın en büyük sosyal psikologlarından olan, dünyaya otoriteryenizm ve konformizm konularında ışık saçan ve Türkiye’nin 1939 sonrasına küs olarak ölen Muzaffer Şerif’ler o dönemde yetişmiştir.
Artık Türkiye’de olup bitenlere medya gözlüğünden bakmaya son verelim. Türkiye’nin devasa bir geçmişi var. Varaklarda arz-ı endam eden vakanüvis yenisi bardak kıranları da gülümseyerek okuyalım; bize katkıları çok az.
Otorite (yetke) ile ilgili ana konuya açıklık getirir diye, bu yazıyı Harold J. Laski’nin (1929), “İtaatın Tehlikeleri” başlıklı makalesinin son cümleleri ile bitireyim:
“… Uygarlık, her şeyden önce gereksiz acı çektirmemeyi bilmektir. Bu tanıma göre, içimizdeki kişiler arasında, yetkenin buyruklarına kayıtsız koşulsuz boyun eğenler, uygar insan olduklarını savlayamazlar.
“ … Eğer tümüyle anlam ve önemden arınmış bir hayat sürdürmek istemiyorsak, görevimiz, temel yaşantılarımıza aykırı düşen hiçbir şeyi –gelenek ve görenekten ya da yetkeden bile gelse- kabul etmemektir. Belki de yanılgılara düşeceğiz; ama eğer kabul etmemizi istedikleri gerçekler, yaşantımızdaki gerçeklere uymuyorsa, kendi kendimizi tanımlamamız (our self expression) kökünden yıkılmış demektir. Bunun için de özgürlüğün koşulu, güçlünün ve yetkenin üzerinde ısrar ettiği düzen ve yasaları her zaman kuşkuyla karşılamaktır.”
(Bu yazı haber3.com’da 20 Nisan 2005’de yayınlandı. Son gelişmelerin evrildiği noktaya belki ışık tutar diye yeniden yayınlandı.)