Toplumsal iradenin bir uçtan diğer uca 6000 yıllık savrulma tarihine baktığımızda, başlangıçta toplumun kendini iradeleştirmesinin; ortak iyilik, adalet ve özgürlük temeline en uygun düşen ve hiçbir yaptırım gücü olmayan bir önderin/şefin seçimiyle başladığı görülebilir.
İlk toplumsallaşmada her kabilede, bu günkü anlamdaki bir içerikle yani bugünkü devlet başkanıyla uzaktan yakından bir alakası olmayan ve hiçbir baskıcı, zorlayıcı, buyurgan otoritesi olmayan bir “önder” vardı. Önderi tırnak içine aldık çünkü bu önder, sadece toplumsallığın başarıyla sürdürülebilirliği sayesinde ayakta durabiliyordu ve toplumun ortak iradeleşme koşuluna uygun açık bir denetimi söz konusuydu. Toplumun öndere desteğinin şartları açık ve belirgindi ve bu şartların ihlali halinde, önderlik hemen son buluyordu. Önder ya da şef; topluluğun üzerinde, ondan üstün ve ona hâkim bir konumda asla tutulmazdı. Öyle ki bu şef, topluma emir verecek her olanaktan yoksun bırakılmıştı. Kabile üyelerinin bu kişiye uyma yükümlülükleri tamamen kendi doğallıkları içinde şekillenirdi.
Bizlerin bugün düşündüğümüz anlamda, kabile üyelerinin şefi kabullenme yükümlülükleri ya da toplumsal aidiyetlerini şefin iradesi üzerinden ifadelendirme zorunlulukları yoktu. Kendilerini tanımlamaları ve biçimlendirmeleri, şefin red ve kabulleri üzerinden ilerlemiyordu. Aksine toplumu yönlendiren ve ilerleten şef değil, toplumun ortak vicdani, erdemli duruşuydu. Önderlik yani şeflik makamı, bir iktidar aracı değildi. İktidarın uygulanması demek, adaletin, özgürlüğün ve ortak iyiliğin toplumsal vicdanlarda somutlaşması demekti. Şeflik makamı, iktidarın uygulandığı yer sayılmazdı. İktidar, kabilenin elinde, kabilenin ortak iradesi olarak, kabilenin ortaklaşan yaşam ve ortak emek gücünde temsil edilirdi. Ortaklaşmayan bir gücün, iktidar oluşturması engellenir ve dışlanırdı.
Doğal toplumlardaki önderler, geleceğin despotlarını ve komut veren komutanlarını çağrıştıracak hiçbir özelliğe sahip değillerdi. Bu anlamda genel olarak devlet aygıtı denilen o muazzam bürokrasi ve militarizmin, doğal önderlik kurumundan yola çıkarak, şekillendiğini ve iktidarlaşmanın; şeflikten, otoriter bir başkanlığa doğru geliştirilmesinin, tarihsel bir zorunluluk olduğunu söylemek mümkün değildir.
Devletin, toplumun karşısında veya üstünde siyasal bir egemenlik aracı olarak kurumlaşması, buna karşın kardeşçil-şeflik işlevinin toplumun üstünde siyasal bir erk ve siyasal bir içerik taşımaması, bu toplumsallaşma içeriklerinde derin farklılıkların olduğunu kanıtlamaktadır. Bir tarafta toplumun ortak iradesine uyan ve iktidardan yoksun olmak isteyen ve otorite olmayı istemeyen bir önder/şef vardır. Diğer tarafta ağzından çıkan her sözün kanun sayıldığı bir başkan vardır. Önder/Şef; bireyler ve soylar arasındaki çıkabilecek anlaşmazlıkları çözmek ve barışçıl bir uzlaşmayı sağlamak için çalışır. Toplumda bu sorunları çözmekte gösterdiği maharetinden ve söz gücüne yönelik kabullenilen saygınlığından başka bir gücü ve otoritesi yoktur. Bugünkü kimi devlet başkanları ise, toplumun bütün otoritesinin kendisinde somutlaştığına toplumu inandıran ve toplumun kendisini kutsamasını sağlayan en kurnaz demagoglardır. Toplumun otoritesini gasp etmiş, daha doğrusu ortak iradeyi yok ederek, kendi iradelerini toplumun üstünde bir tahakküm gücüne dönüştürmüşlerdir. Bu anlamda siyasal bir otorite olmayan şef, doğal toplumun etik ve moral değerlerinin somutlaşmış ortak bir ifadesi iken, siyasal otoriter başkan; toplumun çürütülen/çürüyen ahlakını ve üstü örtülen ve çarpıtılan etik değerlerini ifade etmektedir. Biri doğal erdemliliği, diğeri erdemsizliği ve yabancılaşmayı simgelemektedir.
Kardeşlik şefinin otoritesi, siyasal bir otorite değildir. Bu çok açıktır. Çünkü doğal toplumda saygınlık, iktidar ve katı bir otorite demek değildir. Saygınlığın bir yetkiye dönüşmesine izin yoktur. Herkes saygınlığın doğallığını savunmakta yani doğallığın esas alınması sayesinde, saygınlığın korunabildiğine inanmaktadır. Doğal olmak saygınlığın özüdür. Ayrıca şefin ağzından çıkan her söz, yasa yerine geçmez. Şef, anlaşmazlık içine düşen taraflardan birini asla tutamaz, ancak insanları geçmişten bugüne barış içinde yaşamış kardeşlerinin izinden gitmeye, kardeşlerine karşı hakaretlerden ve iftiralardan vazgeçmeye davet edebilir. Bir hakem ve yargıç değildir. Şefin, az rastlanılan usta yetenekleri, hitabet gücü, teknik düzeyde sayılan becerileri dışında bir gücü yoktur. Kardeşçi toplum, şefin bu teknik beceriye dayalı sınırların ötesine geçmesine asla izin vermez. Kişisel bir üstünlüğün siyasal bir otorite ve buyurganlığa sıçramasına asla göz yummaz. İktidarın gerçek sahibi bütün toplumdur. Şefin kendi çıkarları için, toplumu kendi hizmetinde kullanması, kardeşleri olan kabilesi üzerinde iktidarını kurması olanaksızdır. Ortaklaşmacı-kardeşçi toplum, şeflerinin bir despota dönüşmesine asla izin vermemiştir.
Kurnaz bir şefin kendini yüceltmek ve saygınlığını sürdürmek için sürekli savaş dilemekten başka yolu yoktur ama erdemli bir toplum, şefin yetkisini tam da bu sınırda bitiriyordu. Şefin savaş isteği, toplumun savaş talebine uygun düşerse, toplum onu izlemeye devam ediyor ama barış isteği içinde olan bir topluma savaşı dayatmak mümkün olmuyordu. Üstelik hiçbir toplum, tarihin bütün zamanlarında sürekli savaş istememiştir. Bazı toplumlar, tarihlerinde kısa dönemler için, büyük bir yanılgı burgacı ve zulüm girdabında saldırgan bir canavara dönüştürülmüş olsalar da, toplumların bu hali süreklilik arz etmemiştir.
Ancak içinde bulunduğumuz dönem itibariyle, en üst düzeyde geliştirilen küresel devletleşme, savaşları dönemsel bir istisna olmaktan çıkarmış ve dünya toplumunu sürekli savaş hali içinde yaşamaya zorlamıştır. Bu anlamda devasa askeri yapısı ve keskin otoriter gücüyle tıpkı Roma köleci imparatorluğu gibi çökme sürecine giren küresel kapitalist sistem, dünya toplumlarını bütünüyle karşısına almıştır. Ancak yıkılışını geciktirebilse de, toplumların kendi doğal özlerine tekrar kavuşmalarına ve doğal varoluş koordinatlarına ulaşmalarına mani olması olanaksızdır.