Antik Mısır’ın dinsel geleneğinin bir tür “ölüm kültü”nü içerdiğini söyleyebiliriz. Bu dinsel geleneğin içrekçi vasıf ve sembolik anlamlara haiz çok tanrılı pantheon’unda “yer altı dünyasının hakimi” ve “ölülerin yargıcı” namı ile Osiris merkezi denilebilecek bir yer tutmaktaydı. Öte-alemin olduğu kadar dirilişin, yeniden doğuşun tanrısı da olan Osiris, doğanın döngüselliğinin müşahhas bir simgesiydi. Zira yaşamı doğanın döngüsel ritmi ile iç içe olan eski Mısırlının zaman algısı da aynı döngüselliğe sahipti. O nedenledir ki, onun manevi dünyasında ölüm ile yeniden doğuş tıpkı gece ile gündüz gibi bir bütünleyiciliğe kavuşmuştur. Bu dinsel gelenekte Osiris, hem ölülerin hem de toprağın uyanışının tanrısı olarak “ölüm-yeniden doğuş” döngüselliğinin antropomorfik tezahürü olarak karşımıza çıkar.
Öte yandan bu doğa merkezli manevi yaşantının masumiyeti muhteris bir rahipler zümresinin elinde başka bir hal de alıyordu. Alman bilimadamı Richard Lepsius, 1842’de antik Mısır araştırmaları tarihine geçen bir keşif yaptı. Bu keşif, antik Mısır cenazelerinde okunan bir grup metni içeren papirüslerden oluşmaktaydı. “Ölüler Kitabı” olarak bilinen bu metinler ölmekte olan kişinin huzurunda ve cenaze merasimlerinde okunurlar ve ölümünden sonra da bazı kısımları içerdiği tılsımlarla beraber öte alemdeki yolculuğuna yardımcı olması için mumyalanan ölünün yanına koyulurdu. Bu metinler, ölümden sonra öte-alemde karşılaşılacak engellere ve saldırgan süfli varlıklara yönelik büyüsel şifreler, dualar ve tılsımlar içeren, aynı zamanda da kişinin o alemde yapacağı yolculuğu yönlendiren talimatlardan oluşmaktaydı. Ölüler kitabı’nın bir diğer ilginç özelliği ise, sipariş üzerine hazırlanması, içeriğinin sosyal statü ve alıcının zenginlik durumuna göre değişiklik göstermesiydi. Sosyal statüsü yüksek olan zengin Mısırlılar bu kitaba içerdiği kuvvetli tılsım ve dualarla birlikte fahiş fiyatlar karşılığında sahip olabilmekteydi. Bu şekilde öte alemde yapacakları yolculuğu daha yaşarken garanti altına almaktaydılar.
Ölüler Kitabı, antik Mısır tarihi’nin “geç dönem” olarak adlandırıldığı, 18.hanedan dönemine aittir. Döneminin hikmetinden midir bilinmez, antik Mısır’ın toplumsal yaşantısında mevcut tabakalaşmanın ve keskin sınıfsal farkların onun eliyle ölüm ötesine de taşındığını görürüz. Osiris tapınağının rahipleri mevcut kadim ölüm kültü üzerinde, sınıfsallığın dramatik biçimde yansıdığı hurafeler inşa etmiş ve bunu da paraya tahvil etmişlerdir. İnsanların maneviyatı tarihin hemen her döneminde ve mekanında iktidar mekanizmalarının parçası olan din adamlarının ve ruhbanların elinde kitlesel bir uyuşturucuya dönüşmüş, masumiyetini yitirmiştir. O masumiyet ikliminin içinden çıkan resullerin, nebilerin ve bilgelerin ıslah çabaları da karşılarında en önce yine bu dinsel inançlardan geçinen asalak zümreyi bulmuştur. Bu, tarihte kendini adeta kural derecesinde tekrarlayan bir panoramadır. Ve tekrar etmeye de devam ediyor.
Cenazeler
Modernliğin zaman algısı eski Mısırlının “döngüsel zaman”’ının aksine doğrusal bir çizgi izler ve sürekli bir “ilerleme” kuruntusu ile kendini dışavurur. Bundan dolayıdır ki mütemadiyen geçmiş ile şimdi arasında hiyerarşik bir ilişki kurarız: Eski olan( belki kutsal olmasına rağmen) şimdi olan’a göre birçok standart açısından pejoratif manası ile “ilkel” olandır. Gelgelelim, bu gerçeklik ile ilişkisiz bir önkabuldür; şimdiki zaman’da da ilkelliğin geçmiş biçimlerini yaşadığımız olur.
Bu yakınlarda iki akrabamı peş peşe kaybetmenin ardından yaşadıklarım benim için bu durumun pratikte ispatı oldu. 2012 Türkiye’sinde bir cenaze’de cereyan eden seremoniler antik Mısır hurafelerinin sefil kopyalarıyla doludur; arada fazla bir fark yoktur. Yaşanan toplumsal hayatın canlılığı içinde ve ona yönelik ilahi bir ikaz ve hikmet olarak süzülüp çıkmış Kur’an, tabiatı gereği bir bilinç kaynağı olmalıyken, bugün en yoğun biçimde cenazelerde teberrüken okunan bir tür “ölüler kitabı” haline dönüşmüştür. Avamın dini bilgi açısından bulanık zihninde algının bu yönde gelişmesi bir ölçüde normal gözükebilir. Lakin işin aslı pek öyle değil, çünkü ortada “devletlü” bir müdahale de söz konusu. Kabir başında o işle memur edilerek gönderilmiş imam tarafından ultra hızlı indirilen bir hatim, kerameti kendinden menkul bir eylem oluyor mesela, sadece huşu uyandırıyor. Üstelik, tıpkı Mısır ölüler kitabı’nın ölen kişi için öte aleme yönelik bilgilendirici talimatlar taşıması gibi, bizim cenazelerde de kabir ehli kişiye öte alem unsurları olan “sorgu meleklerine” yönelik hatırlatmalarda bulunulur. Ve bütün bu işlemler, sözde din adamı olarak orada bulunan devlet memuru kişi tarafından ve onun gözetiminde yürütülür. Ayrıca, ölüm ötesine dair ayaküstü verilen kırk bin türlü herze ile dolu bir vaaz da cabası…
Anlayacağınız, sadece gelenek kaynaklı kirlenmeden dolayı değil, bizatihi Osiris rahibi kılıklı devlet imamlarının yardım ve yataklığıyla Kur’an bir ölüler kitabı olmaya devam ediyor. İslam da bu durumda bir “ölüm kültü” formuna bürünüyor. En çok ölüm vesilesiyle hatırlanıyor ve pratize ediliyor. Devlet kontrolünde yeniden üretiliyor, gücünü ve yaygınlığını da buradan alıyor. Bu kült, en sade ifadeyle, mezarlıklar, kabirler, teberrüken okunan dualar ve tılsımlı surelerle malûldür. Lakin, manidardır, Kur’an’ın ölüm söz konusu olunca en çok hatırlanan, ölülerin ardından okunarak “hediye edilen” tılsımlaştırılmış bir suresi olan Yasin Suresi’nde ilahi hitap, muhataplarına şöyle seslenir:
“ Biz ona(peygambere) şiir öğretmedik, zaten ona gerekmezdi. Bu bir öğüt ve apaçık Kur’an’dır. Diri olanları uyarsın ve kafirlerin karşısına sözü gerçeğin ta kendisi olarak diksin diye. “ (36: 69-70)
Ne dersiniz ? Allah’ın bir hikmeti mi acaba?..