Benim nesebim/soyum/ırkım daha temiz!
Ben daha asilim! Ben daha üstünüm! Ben daha iyiyim! Ve;
Kim kime zülüm yaptı? Kim daha çok kime ihanet etti? gibi sorular, bizi biz yapan sorular…
Bizi biz yapan hikâyeler bunlar. Maalesef bizim toplumumuzun gerçekleri bunlar!
Bu topraklarda yaşamış birçok halklar var. Her birinin izlerini görebiliyoruz. Birbiri üzerine yığılmış medeniyetler var. Tabaka tabaka istiflenmiş hikâyeleri var, hatıraları var. Katman katman yaşantıları var, anıları var.
Bu topraklarda çok fazla yaşanmışlık… Çok fazla kıssalar ve çiroklar (masallar) var. Üzeri ot kaplamış hikâyeler, hayatlar var.
Kökleri canlı canlı duruyor halen…
Baktığımızda bir kentte Rum kilisesi hemen yanı başında ermeni kilisesi… Beri taraftan camiler, sinegoklar sırt sırta vermiş tarihe öğretmenlik yapmaktalar.
Evet!
Hz. Nuh, tufan yaklaştığında kavmini gemiye binmeleri için ikna etmeye çalışır. Çok az kişi dinler onu! Yağmur yağmaya sular yükselmeye başlar. Oğullarından biri gemiye binmez. Dağa çıkıp kurtulacağını söyler. Hz. Nuh, oğlunun kendisini dinlemesi için dua eder. Fakat Allah ona şöyle diyecektir:
“O senin ailenden değildir” (Hud suresi 46. ayet)
Hz. İbrahim’in babası da putlara tapmaktadır. Hz. İbrahim onu ikna etmeye çalışır. İkna edemeyince ona dua etmekten başka bir şey yapamaz. Babasının onu dinlemediğini anlayınca onunla ters düşer ve ayrılmayı göze alır. Babasının inancını reddeder. Çünkü geçmişten gelen her gelenek, her alışkanlık “hakikat” olacak değildir.
Demek ki “aile” olmak için ille aynı soydan ve de aynı kan bağına sahip olmak gerekmez. Aynı anadan/babadan gelmek aile demek değildir. Bizi kardeş yapan şeyin daha derin bağları var bence…
Mesela; diyelim ki ben Türküm! Türk’ün kötüsünü neyleyeyim. Diyelim ki ben Kürdüm! Kürdün kötüsünü neyleyeyim. Diyelim ki ben Yahudi’yim! Yahudi’nin kötüsünü neyleyeyim. Diyelim ki ben Ermeni’yim! Ermeni’nin kötüsünü neyleyeyim.
Hatta diyelim ki ben Müslüman’ım! Müslüman’ın kötüsünü neyleyeyim! Diyelim ki ben Hıristiyan’ım! Hıristiyan’ın kötüsünü neyleyeyim. Diyelim ki ben agnostiğim! Agnostiğin kötüsünü neyleyeyim. Diyelim ki ben ateistim! Ateistin kötüsünü neyleyeyim.
İşte burada işin püf noktası şudur; iyilere talip olmak lazım. Onlarlar kardeş olmak lazım. Onlarla aile olmak lazım.
Zaten yukarda ki peygamber kıssalarından da bunu anlıyoruz.
Buna rağmen maalesef; milliyet, cinsiyet, soy ve köken bir övünme veya aşağılama vesilesi olabilmektedir. Sanki onları seçmek bizim elimizde olabilirmiş gibi…
İşin gerçeğine bakıldığında hiç kimsenin safkan olmadığı aşikârdır. Bir “boş yere köktencilik” almış başını gidiyor.
Bu topraklarda çok diller yatmakta… Çok kavuşmalar, çok beraberlikler, çok vedalar, çok yaşanmışlılar var. Çok ayrılıklar, çok hüzünler, çok sevinçler, mezarlar da üst üste yığılmış duruyor. Çok bayramlar, çok yaslar, çok acılar gibi…
Bunların hepsi bu topraklarda istif istif olmuş insanlığa ders veriyor aslında.
Daha da anlamış değilim “Ecdadımız” derken ne kast ediliyor.
“Aziz milletim”, “Necip milletim” diyenleri de çok garipserim!
Hâlbuki şerefli köken diye bir şey yoktur. Yalanın duygusal halidir bu!
Her milletten şerefli kişiler vardır, şerefsiz kişiler vardır. İki kere iki dört! Bu kadar basit!
Kendimizi ne kandıralım ne de duygularımızın esiri olalım. Her milletten/kökten birçok şerefsiz, namussuz, haysiyetsiz ve onursuz adam vardır. Demek ki insanın iyisi kötüsü köklen olunmuyor!
Aslında aklını ve vicdanını kullanan birisi, insanın sadece iki tür ecdadı/nesebi olabileceğini fark edecektir.
Birincisi; kendisine ve insanlığa daha çok faydalı olmaya çalışanlar, yani ömrünü iyilikten yana sarf edenler. Bunlar; adalet, eşitlik, kardeşlik, sevgi, merhamet, paylaşım ve bölüşüm taraftarlarıdır. Yani tevhid ehli…
Bir diğeri ise; kendine ve insanlığa yararı olmayan, yani ömrünü daha çok kötülükten yana harcayanlar. Bunlar da; sınıf ayırımının olması gerektiğini düşünen köle ve efendi ilişkilerinin olduğu güç, otorite ve servet yanlılarıdır. Yani şirk ehli…
İstisnasız bütün peygamberler, vicdan ve sağduyu sahipleri birincisini; zalimler, diktatörler, para babaları ikincisini tercih etmişlerdir.
Aslında bu dünyada gerçek mücadele ve gerçek savaş, bu iki cenah arasındadır. Diğerleri geçici, suni ve saçma mücadelelerdir.
Daha doğrusu bütün suni ve saçma ayrılıklar, sorunlar ve mücadeleler; bu iyiler ve kötüler arasındaki mücadelenin önünü kesmek, gizlemek ve savuşturmak içindir.
Bu da; dünyadaki güç, otorite ve servet sahiplerinin, her zaman bir silah olarak kullandıkları ve dünyadaki tüm milletlere şırınga ettikleri gerek açık gerek gizli oyunlarıdır.
Bence! Taraf olunacaksa bu iki yol için olunabilir. Muharebe edilebilir. Çünkü bütün semavi dinler bu iki insan modelinin mücadelesinden bahseder. Irklar/Kabileler/soylar arasında bir mücadeleden ve üstünlükten bahsetmezler.
Peygamberlerin tamamına baktığımızda kötülere karşı iyileri temsil etmiş ve mücadelelerini o minvalde yapmışlardır. Özellikle “din, mezhep, ırk, cinsiyet” ayırımı yapmadan iyileri bir araya toplayıp kötülere karşı onurlu ve haysiyetli bir mücadele vermişlerdir.
Hz. Muhammed; öz amcası olan Ebu Leheb’i karşısına aldığı herkesin malumudur. Ona karşı çok çetin bir mücadele vermiştir.
Zaten Allah katında da iki ırk var; iyiler ve kötüler…
Ayrıca peygamberler ve semavi dinler; İyilik ve kötülükte, insanların amellerinin derece ve ağırlığından bahsederler. Kur’an da buna takva, günümüz Türkçesiyle buna seviye denilir.
Takva yani seviyelilik; sinmiş kalabalıklar içinde sinmemektir. Takvalı ve seviyeli insan olabilmek için ise; sinmiş ve sindirilmiş bir toplum içerisinde, sinmemiş bir birey olarak “iyiliği emretmek, kötülükten sakındırmak” işini en iyi yapmaktır.
Allah; iyilikte de takvana/seviyene, kötülükte de takvana/seviyene bakar. Yaşamda, bütün mesele budur aslında! Tüm mesele; İyilerin ve kötülerin mücadelesidir/savaşıdır.
Zaten her kök/ırk; iç içe girmiş, karışmış, karmaşıklaşmış. Muhteşem bir karmaşaya dönüşmüş. Kim kendini ne olarak hissediyorsa o odur. Bu durum başkasını da pek ilgilendirmez aslında.
Başkasına her hangi bir kimlik dayatmak zulümdür ve kendini bilmezliktir.
Geldiğimiz bu günde barıştan…
Birbirimizin acısını paylaşmaktan…
Aynı hayat hikâyesini paylaştığımızdan söz etmenin bir vicdani yük olduğunu, ne zaman idrak edeceğiz?