Madem ashabın tümü yıldızlar gibidir ve hangisine uyulursa doğru yol bulunur, neden Ömer b. Hattab’ın oğlu Abdullah’ın (İbn Ömer) Felak ve Nas surelerinin (Muavvizeteyn) Kur’an’dan olmadığı görüşüne ittibaen bu sureleri elimizdeki mushaftan çıkarmıyoruz? Yahut en azından onun görüşünün doğru yol olduğunu düşünenler kendileri için Felak ve Nas surelerinin bulunmadığı bir mushaf yapmıyorlar? Veyahut da Ömer b. Hattab’ın görüşünün doğru olduğuna inanan ve ona uyarak doğru yolda kalacağını kabul edenler neden İnşirah suresinin “ve refa’na” kelimesini aynı anlama gelen başka kelimeyle değiştirerek okumasını ve bunu da “yedi kıraat” hadisine dayandırmasını temel alarak böyle bir mushaf yapmıyorlar?
Madem ashab yıldızlar gibidir ve hangisine uyulursa doğru yol bulunur, neden Ebuzer, Abdurrahman b. Avf ölçüsünce uyulmaya değer bulunmaz ve İslam’ın servetle ilgili çatısı Ebuzer’in görüşüne göre düzenlenmez? Hatta Ebuzer kıymetsiz, bakışaçısı muteber olmayan marjinal bir sahabe muamelesi görür?
Madem ashab yıldızlar gibidir ve hangisine uyulursa doğru yol bulunur, neden Ammar b. Yasir’in peşinden giderek Osman b. Affan’a karşı ayaklanmaz, halife Ebubekir’in oğlu Muhammed’e tabi olmaz ve Osman b. Affan’a kılıç çekmeyiz? Neden Ali’nin yanında yeralıp saltanat ve servet iktidarının timsali Muaviye’ye savaş açmayız?
Ashabın tümünün yıldızlar gibi olması teorisinin, özellikle mülk(iyet) ve hüküm(ranlık) tekelcilerinin dört elle sarıldıkları dayanak olması insanı kuşkuya düşürmeli değil mi? Yanlış ve çarpık anlaşılmış bu hadisi dinin direği yapan mülk(iyet) ve hüküm(ranlık) tekelcileri, Kur’an’da baştan sona aksini bulsalar da kendi hallerini meşrulaştıracakları sahabe örneklerine bu teoriyle yapışmalarındaki ikiyüzlülük, o örneklerin yukarıda sıraladığımız başka durumlarına karşı koydukları mesafeden çıkarılabilir.
Ellerindeki mülk(iyet) ve hüküm(ranlık) gücünü hiçbir şekilde paylaşmak istemeyen hırs küpleri, hakikati aramak için yollara düşmüş olsalar neden gözümüzün önündeki onlarca tarihsel örnekleri kendilerince hiyerarşik hizaya koyup içlerinden kimilerini üst sıralara, kimilerini de alt sıralara yerleştiriyor olsunlar? Çok açıktır ki onlar aslında hallerini meşrulaştıracak dayanaklar bulmanın telaşındadırlar.
Mülk(iyet) tartışmasında meselenin aynı sistem içinde teknik bir sorun olmadığı, aksine iki ayrım sistem, iki ayrı paradigma, iki ayrı düşünce evreninin karşı karşıya geldiği bunca tartışmadan sonra artık anlaşılmış olmalıdır. Bu fakirin de kendisini iftiharla mensup gördüğü “mülk(iyet) Allah’ındır” cereyanı, bu ilkeyi bütün doğal sonuçlarına vardırıyor ama buna mukabil “mülk(iyet) Allah’ındır” ilkesinin Kur’an hükmüne istinadındaki kuvveti ve İslam’ın ilk dönem tarihindeki bariz örnekleri inkar edemediği için ilkeye itiraz etmeyen, fakat binbir türlü bahaneyle ilkeyi işsiz ve işlevsiz bırakan cereyan o doğal sonuçlardan köşe bucak kaçıyor.
Dindar bir zihin acaba neden paylaşım, kollektif mülkiyet, infak (klişedeki gibi zenginin fakire lütfu biçiminde değil, ihtiyaçtan fazlasını!), tasadduk, Allah yolunda harcama ve benzeri şiarlarla donanmış caddeye girdikten sonra bu kavramların teknik tartışması kabilinden mevzularda ihtilaf etmek yerine, bu caddeye hiç girmez?
Dindar bir zihin, önşartsız paylaşmayı peşinen kabul ettikten sonra bunun nasıl olabileceğine dair ayrıntılar üzerinde çalışmayı nasıl olur kabul edemez de, daha baştan paylaşma ilkesine itiraz edip bunun neden olamayacağının bin çeşit bahanesini birbiri ardınca sıralamanın mücadelesini verir?
Galiba canalıcı soru şudur: Mülk(iyet) karşıtı olmak belki maldan eder ama dinden etmezken neden dindar bir zihin cansiperane mülk(iyet) savunması yapar? Yahut bu satırların sahibi gibi düşünen dindarlar, neden kendilerini bireye hasredilmiş ve kutsallaştırılmış mülk(iyet) fikrinin savunması tarafında değil de, aksine halka hasredilmiş ve dince tasfiyesi amaçlanmış mülk(iyet) ve onun bireye aidiyetini red cephesinde hissediyor, ama öteki dindar zihin, aksine mülk(iyet) severlik etrafında döneduran tutkunun esiri olabiliyor?
Neden insanlığın onur sayfaları ve haysiyetli birikimi, hüküm(ranlık) ve mülk(iyet) bahsinde gücü dağıtma, halk arasında paylaştırma ve katılımı arttırmanın yüksek fikirleri, edebiyatı ve heyecan verici örnekleriyle dolup taşmaz da, paylaşma ve kollektif mülkiyet anlayışı marjinal fikir muamelesi görür?
Mülk(iyet) sever olmayanların bu işten bir kazancı olmadığı ve bunun için bir ücret bekleyemeyecekleri ne kadar açıksa, mülk(iyet) için savaş veren zengin Müslümanların bu işten kazancı da o kadar açıktır. Bu karşılaşma ve gerilimde tarafların durumlarında anlaşılmaz hiçbir nokta yoktur. Asıl anlaşılması güç olan, ancak karnını doyurabilecek seviyedeki dindarın mülk(iyet) müdafasına kalkışmasındaki akıl almaz gayrettir! Elinde avucunda ne birikim, ne servet, ne gelecek güvencesi, ne müreffeh bir hayat olmamasına rağmen, çoluk çocuğunun heves ettiği küçük hediyeleri bile almaktan aciz, yoksulluğun her türlü mahrumiyetini tecrübe etmekte olan bir dindar, hangi akla hizmet, zenginliğini türlü yollarla gözümüze sokan şımarık müreffeh ve mütrefin mal varlığını, servetini, o serveti elde ettiği sömürü çarkını, edinip biriktirdiği servetini aklımızın ucundan geçmeyecek teşhir yöntemleriyle harcamasını bir hak olarak savunabiliyor?
Nasıl yaptığı bilinmez (aslında pekala bilinir!), kendisine müreffeh bir hayat kurmayı başarmış ve onun tadını çıkaran zengin Müslümanın tekrar tekrar vermeyi en sevdiği örnek, Türkiye’ye gelen bir yabancının, zenginlerin ikamet ettiği korunaklı sitelerin yamacında berbat yaşam koşullarında hayata tutunmaya çalışan yoksulların ikamet ettiği sefalet adalarının çelişkili fotoğrafını algılamakta zorluk çektiği; o yoksulların nasıl olup da o refah adalarına haklarını almak için saldırmadığını bir türlü anlayamadığını öyküleştiren misaldir. O yabancıya durumu izah etmeye hevesli refah adasının mensubu zengin Müslüman, onu karşısına oturtur ve kendisi de varsıl hayatının konforuna şöyle bir yayılarak yüzünde sevecen ama sahte bir tebessümle Türkiye’de bu sosyolojik çelişkinin çatışmaya dönüşmesini önleyen temel etkenin din olduğunu uzun uzun anlatır. Yoksullar, haklarını aramak için refah adalarına din sayesinde saldırmamakta, ilahi takdir kabul edip hallerine razı olmakta ve açlıktan ölseler bile haram olduğu gerekçesiyle zenginlerin malına el sürmemektedirler. O nedenle Batıda onbeş dakikalık elektrik kesintisinde yağmalanmadık tek dükkan kalmazken Türkiye’de böyle bir örnek asla yaşanmaz! Zengin Müslümanın keyifle anlattığı bu analizle varmak istediği sonuç, o yabancının bu fotoğraftan etkilenerek hemen kelime-i şehadet getirip İslam’a gimesi, müreffeh dindarımızın da kısa günün kârı bu sevapla, tıpkı bu dünyada yaptığı gibi cennette de mütena bir köşeyi kapatması olmalıdır!
Öyle görünüyor ki paradigmal tartışmanın konusu olarak mülk(iyet) meselesi, bir hukuk, fıkıh ve siyaset tartışması olmaktan önce psiko-politik mevzu olarak tartışılmalı, herşeyden önce mülkiyetseverliğin ruhiyyatı tahlil edilmelidir.
Hakkaniyetin teknesinde arınıp pâklanmış bir vicdanla Kur’an’ı okuyan, Peygamberimizin (sav) hayatını inceleyen, büyük ulema ve sufilerin hayat hikayelerini mütalaa eden bir göz, hüküm(ranlık) ve mülk(iyet) bahsinde, tartışmasız Allah’a aidiyet ilkesi bulacaktır. Bu durumda kulların boynundaki borç ise bir şekilde ellerine geçmiş hüküm(ranlık) ve mülk(iyet) birikimini son kırıntısına kadar Allah’ın kullarına infak etmektir. İslam’ın ana akım siyaset ve hukuk teorisinin bu ilke etrafında oluşmaması herhalde dinin, Peygamber’in, vicdanlı ulemanın ve sufilerin kusuru olmasa gerektir. Ayrıca siyasette hüküm(ranlık), ekonomi-politikte mülk(iyet) tekelini teorileştirmiş saltanat/saray ulemasının fıkhını da kabul etmek zorunda değiliz.
“Hüküm(ranlık) Allah’a aittir” dendiğinde bunu, “insan yapımı beşeri kanunlar yerine Allah’ın kanunlarının uygulanması” tanımı içine sıkıştıran algı çarpıklığının, hüküm(ranlık) tekelinin Allah’a ait olmasından saltanat, sultanlık, totaliterlik ve otoriterlik çıkarmasına şaşılabilir mi? Çünkü bu bakışa göre Allah tek ilah olduğuna göre, güç de tek(el) olmalı, hatta o tek(el) Allah’ın yeryüzündeki temsilcisi, gölgesi, yürüyüşü, halifesi sıfatıyla onun kanunlarını insanlara tatbik etme misyonuyla donanmış ve bu yüzden de itiraz, eleştiri ve sorgulama kabul etmez bir iktidarı temsil etmelidir. Oysa hüküm(ranlık) Allah’a aitse bunun yegane anlamı, hüküm(ranlık) gücünün Allah’tan başkasında tekelleşemeyeceği, o gücü Allah adına bir tek kişi veya kurumun değil, Allah’ın halkının topluca kullanacağı olmalıdır. Hüküm(ranlık) Allah’ındır, yani herkesindir ve herkes onun kullanımına katılabilmelidir. Mülk(iyet) de Allah’ındır, yani herkesindir ve herkes onun tasarrufuna ortak olabilmelidir.
Kur’an’da mal edinmenin, biriktirmenin, servet tekelinin, sermayedarlığın övüldüğü bir tek ayet bulunamazken, buna karşılık Kur’an’ın mesajı kesinlikle ve net biçimde infak, dağıtma, paylaşma, mala mülke değer vermeme ekseninde yürüyorken mülk(iyet) tartışmasında İhsan’ın Eliaçık’ın sosyalizmi İslamileştirmekle suçlanması kapitalizmi İslamileştirmenin karşısında neden daha ağır suçmuş gibi takdim ediliyor olabilir? Açıktır: Kur’an tefsirinde ana akım yorum, kapitalist ve muhafazakar bakışaçısıyla yapılandır ve buna muhalif yorumlar adeta marjinal muamelesi görmektedir. Oysa mülk(iyet) hakkı ve yetkisini Allah’ta gördükten sonra onu tıpkı Allah’a olan aidiyet gibi kula havale eden anlayışın neresinde meşruiyet bulunabilir? Bu tartışmada “mülk(iyet) Allah’ındır” diyen dindar işi sosyalizme bile vardırsa ve mülkiyeti reddetse, hiçbir şekilde meşruiyet dairesinin dışında telakki edilemez. Fakat buna karşılık bireyci, sermayeci, biriktirme ve yığma yanlısı kapitalist yorum kökten din dışıdır, gayri meşrudur!
Komüncü/cemaatçi (komünist) olmak ve tıpkı sufilerin söylediği gibi malı değersizleştirip cemaat içinde ortaklaşa kullanılan hakir nesneye dönüştürmek insanı dinden etmez, ama servet yığmak, biriktirmek, malı sevmek, ona tutkuyla bağlanmak Kur’an’a göre cehenneme asfalt döşemek demektir.
Sufiler mecburi ihtiyaçları dahi kişisel mülkiyetin konusu kabul etmez, bu mülkiyeti bile paylaşmayana kötü gözle bakarlardı.
Ahmed b. Kalanisî’den (9. yüzyıl) nakledilir:
Basra’da bir fakir topluluğunun arasına katıldım. Hayli saygı ve ikram gördüm. Bir gün birisine sordum: “Şalvarım nerede?” Ondan sonra onların gözünde aşağılık biri oldum.
Şu da Bayezid Bestami’den (9. yüzyıl):
Hiçkimse beni, Mekke’ye doğru yola çıkmış Belhli genç gibi altedemedi. Bana şöyle sordu: “Size göre zühdün sınırı nedir?” Dedim ki: “Bulursak yeriz, bulamazsak şükrederiz.” Dedi ki: “Belh’in köpekleri de böyle yapıyor!” Dedim ki: “Öyleyse zühdün sınırı sana göre nedir?” Dedi ki: “Eğer bulamazsak şükrederiz, bulursak fedakârlık ederiz.” (İrfan Felsefesi, Seyyid Yahya Yesribi, İnsan Yayınları, Çev: Kenan Çamurcu)
Bu benzeri örnekler, ne tarihin hoş anıları, ne de Müslüman çoğunluk içinde azimeti tercih etmiş küçük bir azınlığın kendince takva anlayışı değildir. Bu söylenenler, Medine’de Ensar ve Muhacir arasındaki ilişki biçiminden de anlıyoruz ki İslam toplumunun mülkiyet ilkesinin çerçevesi, hatta alt sınırdır.
“Mülk(iyet) Allah’ındır” ilkesini kâinatın en küçük zerresinden engin uzaylara kadar yaydıktan sonra dünyada elimizin altındaki sermaye, servet ve varlıklara özenle dokundurtmayan psikopolitik, ne miras, ne işçi-işveren ilişkisi (“işçinin hakkını alınteri kurumadan ödeyin”), ne de bir başka dayanakla bu acaipliği aklayamaz.
İşçi-işveren kategorilerini verili durum kabul edip bir hadisle bu kategorinin kendi içinde emeğin hakkının eksiksiz ödenmesine ilişkin hüküm bulmanın, el çabukluğu marifetle kategorinin kendisini tartışmada safdışı bırakmasındaki maharete hayran kalınabilir. Fakat bizim işimiz hızlıca geçilen konuları gerilerden tutup öne çıkarmak olmalıdır.
İşçi-işveren kategorisini verili durum saymak yerine mülkiyet bakımından tartışmaya açmalıyız. Mesela şöyle sorabiliriz: Peygamberimiz, hangi olaya istinaden işçi-işveren ilişkisine dair bir söz söylemiş olabilir? Medine’de mi böyle bir ilişki biçimi vardı da onunla ilgili söyledi veya Mekke fethedildikten sonra mı? Yoksa hiç nedeni yokken bir sohbet sırasında öylece ortaya mı laf attı? Üstelik paylaşım ve infak eğiliminin öylesine güçlü olduğu bir sırada ve kendisi de ayetlerdeki bu akımı güçlü biçimde teşvik ederken neden birdenbire işçi-işveren, ücret-sermaye ilişkisini konu alan bir atıfla özendirici söz söylemiş olabilir? Medine’de sermaye yapısı üzerine fikir edinebileceğimiz somut bir örnek bulunmadığını hatırlayalım. Referans aldığımız ipuçları da ağırlıklı olarak infak, paylaşma ve ortak kullanım çevresinde yoğunlaşıyor. İşçi-işveren veya sermaye-ücret ilişkisinin oluştuğu dönem, Muaviye ile başlayan Ümeyyeoğullarının saltanatı sırasındadır ve o dönemde İslam’ın infak ve paylaşma temeli neredeyse tamamen terkedilmiştir. Yahut infak dendiğinde zenginin kendi servetinden gönlünden kopanı vermesi anlaşılmaya başlanmış, paylaşma ve ortak kullanım ise “rafızilik”, “sapkınlık” ithamıyla dışlanmıştır.
Keza miras da öyle değil mi?
Miras, biriktirilip yığılmış servetin geriye bırakılması sorununu çözen hukuk başlığı mıdır, yoksa tıpkı cariye ve köle gibi malları ekonomik sistemden tasfiye etmenin aracı mı? Mirası illa da büyük serveti ve mülkiyeti aktarma yöntemi olarak anlamaya teşne zihin dünyası, zorunlu ihtiyaçların da miras konusu olacağını neden hesaba katmaz? Mirası servet edinmiş olmanın göstergesi sayan zafiyet, bir iğnenin bile mirasa konu olacağını nasıl gözardı edebilir? Çocuklara miras kalmış bir iğnenin nasıl paylaştırılacağını çözen hukuk anlayışı nasıl olur da servet yığmanın meşruiyetine delil yapılabilir? Miras, servetin paylaştırılması ilkesine dayandığına göre olsa olsa mülkiyeti bölüp parçalamanın yani tasfiye etmenin araçlarından biridir. Zannedildiği gibi geride kalanları zengin etmenin vesilesi değil.
Sağ ve muhafazakar dini yorum, Kur’an’ın hiçbir yerinde köleliğin ve cariyeliğin kaldırıldığından sözedilmemesine rağmen İslam’ın hep bu kurumu kaldırmak için uğraştığını söyler de neden miras veya başka yöntemlerle aslında mülkiyetin parçalanmaya ve dağıtılmaya, böylece de iktisadi sistemden çıkarılmaya çalışıldığını düşünmez? Neden eski düzeni tasfiye içinde sadece kölelik vardır? Çünkü liberal-kapitalist dünya nezdinde kölelik kötüdür ve muhafazakarlar kapitalist dünyaya yaranma kompleksiyle bu konuda kesin ve kararlı biçimde köleliği tasfiye tarafında yerlerini alırlar, ama mülkiyet kapitalist dünyanın kutsalı olduğundan o kurumun tasfiyesine hiçbir şekilde ilişmezler. Eğer kapitalist dünya günün birinde mülkiyeti kötüleyip tasfiye etmeye karar verse bizim garpzede muhafazakar dindarlık, köleliğe yaptığı muamelenin tıpkısını mülkiyete yapacaktır.
İslam’da sınıf yoksa ve zenginlik-fakirlik sınıflı toplumun değil, geçici ve en kısa zamanda giderilmesi gereken gelir bozukluğunun işaretiyse bu ayrımın kalkması için önerilen nedir? “Mülk(iyet) Allah’ındır” diyenler, bu ayrımı telafi etmenin yolunun paylaşma olduğunu savunuyor. Buna karşılık bildik yorum, zenginlerin fakirlere infak etmesini (lütfetmesini!) temel alıp bu nedenle toplumda fakirler ve zenginlerin bulunması gerektiğini söylemiyor mu? Zenginlik ve fakirlik hep olacaksa bu sınıfsal bir ayrışma değil midir?
Birileri neden zengindir, başkaları ise fakir? Zengin, zenginliğinin ilmi, becerisi, aklı, yeteneği nedeniyle olduğunu söylediğinde (Kasas 78) fakirler ilim, beceri, akıl ve yetenekleri bulunmadığı için mi fakir kalmış oluyorlar? Tarihin ve günümüzün fakir yaşayıp fakir ölmüş onca filozofu, bilgini ve âlimi, sayılan özelliklerden mahrum oldukları için mi zenginleşemediler. Zenginleşenler, Karun gibi, o özelliklere sahip oldukları için servet sahibi haline geldiklerine inanıyorlarsa kuşkusuz “mülk(iyet) Allah’ındır” şiarının gereğini yerine getirmeye çok da istekli olmayacaklardır. İyi de, Karun’un servetine heveslenmeyi bile gayri meşru gören (Kasas 79-80) İslami bakışaçısından servet biriktirme, ona sahip olma ve bu servete uygun hayat yaşama ilkesi nasıl çıkartılabilir?
Cami önünde 200 dolarlık ayakkabı görmekten mutlu olan psikopolitik, herkesin bu ayakkabıdan giymesini arzu etmekle dengeyi kurduğunu mu sanıyor, böylelikle ayakkabı için yapılan harcama meşruiyet mi kazanmış oluyor! Bu, uhrevi hedeflerin değil, kendisinin ve dünyevi heveslerinin ekseninde yaşamaktan başka nedir?
Yüksek gelir elde etmek ve o oranda da tüketmek, kapitalist iktisadın temelidir ve nitekim bireysel mülkiyetin kutsanması da kapitalist kalkınma modelinin vazgeçilmez gereğidir. Oysa asıl yapmamız gereken kalkınma düşüncesindeki yanlış kabulleri değiştirmek olmalı değil midir? Mesela neden çok üretmek zorunda olduğumuzu sormak niçin hiç aklımıza gelmez; neden çok tüketmeliyiz sözgelimi? Çok üretmenin doğayı mahvetmek anlamına geldiğini bilmiyor muyuz? Neden insanlık tüketimi ve buna bağlı olarak da üretimi azaltıp insanlık değerlerini geliştiren bir kalkınma stratejisine yönelmez? Yönelmez, çünkü bunu yapması, hegemonyadan ve sömürüden vazgeçmesi anlamına gelmektedir.
Mülkiyeti savunan dindar zihin, göğsünü kapitalist kalkınma ilkesine yönelik hücumlara siper edeceğine bu hayati sorunlara zihin yorsa daha saygın, haysiyetli, anlamlı ve İslam’a uygun bir işe mesai harcamış olmaz mı?
Meselemiz mülkiyetin yönetimi meselesi değildir. Mülkiyeti ve üretim araçlarının sahipliğini bireylerden alıp devlete vermenin İslam’ın paylaşma yoluyla mülkiyeti tasfiye etmek istemesiyle uzak yakın ilişkisi yoktur. “İhtiyaçtan fazlası”nın infak edilmesini emreden ayet (Bakara 219), Kur’an’ın bütününden anlaşılan paylaşma ilkesini açıkça kayda geçmiştir.
Paylaşma ve biriktirme, İslam içindeki keskin ayrışmanın en temel meselesidir. Ahlaki sosyalizmin konusu da budur kuşkusuz. Fakat Proudhon’un dediği gibi, sosyalizm kollektif mülkiyetle yine mülkiyeti tekrarlamış olması nedeniyle İslam’ın paylaşma ilkesinden ayrılmaktadır. Söylediğimiz gibi, mesele, mülkiyetin yönetiminde iktidarın kimde olacağı tartışması değil, mülkiyetin dağıtılması, paylaştırılması ve zengin-yoksul ayrımının ortadan kaldırılmaya çalışılması meselesidir.
Hayati soru şudur: Mülk(iyet) Allah’ınsa, kul nasıl olur da Allah gibi onun sahibi olabilir? Kul mülkiyete emanetçiyse ve bu da onun ağır imtihanıysa kul nasıl olur da onu kendisi için ve kendi mülküymüş gibi kullanabilir?
Kişinin edindiği malla dünyasını abad etmesinin hayat kalitesinin tek seçeneği olarak görülmesi kelimenin tek ve tam anlamıyla dünyaperestliktir. Eline mal geçirmiş kişi neden dünyevi hayatını süslemeyi değil, hayat kalitesini yükselterek ilmini arttırmayı, bilgi havuzuna katkıda bulunmayı, felsefe, irfan, edebiyat, sanat alanlarında gelişmeye katılmayı düşünmez?
Kişinin yüzbinlerce dolarlık arabası olduğunda mı hayatı kalitelidir, yoksa inandığı dinin kitabını kendi dilinden anlamak için ilmini geliştirdiğinde mi?