”Biz inancı konuşmak yerine, yaşam pratiklerini konuşursak daha çabuk yol alırız diye düşünüyorum. Biz birbirimizi kategorize edersek, tanımlarsak, kafamızda şablonlar varsa, o tanımlarla birbirimizi değerlendirirsek birbirimizin kalbine hiç dokunamayız. Ama biz birbirimizin kalbine dokunursak çok daha kısa bir zamanda büyük işler yapacağımıza inanıyorum. En büyük iş de tavaya ekmek banmaktır.”
12-13 Ocak 2019’da İstanbul Balat’taki İnşa Kültürevi’nde yapılan İslam ve Sol Çalıştayı’nda 16 konuşma iki yazılı tebliği sunuldu. Konuşmacıların mesajlarını bu yazı dizisinde aktarmaya devam ediyoruz. Bugün Saadet Partisi Genel İdare Kurul üyesi Muammer Bilgiç’in konuşmasından mesajları sunuyoruz…
- Her insan şunu ister; yaşamım nasıl daha güzel olur, nasıl daha kolay olur?
Ben burada konuşulanların faydalı olduğuna inanıyorum. Hiçbir şey yapmasak bile birbirimizin yüzüne tebessüm etmemiz bile bence çok önemlidir diye düşünüyorum. Hepimiz yaşadığımız çağın tanıklarıyız. Yüz yıl önce yoktuk, yüzyıl sonra da olmayacağız. Ben en onurlu işin yaşadığımız çağdan, hak yemeden, hakkımızı yedirmeden, zulüm etmeden, zulme boyun eğmeden, onurumuzla geçmek olduğuna inanıyorum. Yine şunu düşünüyorum; bir insan ateist, deist, nihilist, agnostik olabilir. Ama makul olan her insan şunu ister; yaşam, benim yaşamım nasıl daha güzel olur ve nasıl daha kolay olur? Bunun haricinde bir şey de istediklerini düşünmüyorum insanların. Yaşamı güzelleştirmek ve kolaylaştırmak.
Ben şunu tespit ettim. İnsanlar ikiye ayrılıyorlar. Bir, dünyayı güzelleştirmek isteyenler. İki, kendi dünyasını güzelleştirmek isteyenler. Sıkıntı ikinci kısımda başlıyor. Bir insan kendi dünyasını güzelleştirmek istediğinde, ötekini yok sayıyor, ötekini ganimet olarak görüyor, ötekini düşman olarak görüyor. Ben Saadet Partisi Genel İdare Kurul üyesiyim. Erbakan Hocamızdan şunu öğrendik. Kötü insan yoktur ama insanlar kötü şeyler isteyebilirler, mesele insanla mücadele etmek değildir, kötülükle, zulümle mücadele etmektir. Meseleye böyle bakmalıyız diye düşünüyorum.
- Yapmamız gereken, inançları sorgulamak değil davranışları masaya yatırmaktır
Ben biyoloğum. Siz bir patatesi aldığınızda üzerine lügol çözeltisi damlattığınızda, O mavi siyah renk verir. Orada nişastanın olduğunu gösterebilirsiniz. Ama vahyin, cennetin, cehennemin, Tanrı’nın, inancın üzerine ayraç, indikatör döküp de onun var olup, olmadığını tespit edemezsiniz. Zaten bir şey ispat edilebiliyor olsaydı inanç olmazdı. Elimizde barometre olsa, bu odanın basıncını, termometre olsa sıcaklığını ölçebiliriz ama imanametremiz yok kim neye inanıyor ölçemeyiz. Bir kişinin konuşmaya besmele ile başlaması da kalbinde ne olduğunu aslında göstermez. Dolayısıyla İnanç sorgulanmaz. Peygamber efendimiz, ‘Müslüman, komşusunun elinden ve dilinden emin olduğu kişidir’ demiş.Kalbinden dememiş, onu devreye koymamış. O zaman bizim burada yapmamız gereken, inançları sorgulamak değil davranışları masaya yatırmaktır. Birisi on iki imamın gelişini bekleyebilir, bir diğeri Mehdi’yi bekleyebilir. Kim neyi bekliyorsa beklesin. Mesele şu biz bu paylaşmayı nasıl öğreneceğiz. Yani on iki imam mı gelecek Mehdi mi gelecek, bunun üzerine ilahiyatçılar çıksınlar, televizyonda üç dört saat tartışsınlar. Bu neyi çözecek? Kabir azabı var mı, yok mu? Bu neyi çözecek? Mehmet Okuyan’ın Kabir Azabı isimli kalın bir kitabı var. Kitabın sonunda yoktur yazıyor. Şimdi kabir azabı var mı, yok mu biz bunu konuştuk. Ama dünyada insanlar azap çekiyor. Bu azabı nasıl dindireceğiz.
- Buradaki sürecin dışarıya aktarılması lazım
Ardahan’da Kars’ta Erzurum’da, Tunceli’de kilometrekareye düşen insan sayısı ortalama 20 kişi. Burası İstanbul, kilometrekareye düşen insan sayısı 2900. Anadolu’da toprak İnsansızlaştırılıyor. İstanbul’da insan topraksızlaştırılıyor. Ayhan bey söyledi, küresel bir kriz var, otoriter bir diktatörlüğe gidiyoruz. Toprak ayağımızın altından alınıyor. Ama biz küçük küçük akvaryumlarda, kendi dünyamızda yaşıyoruz. Akvaryumun dışında, okyanuslarda ve denizlerde hep kötülükler var. Burada belki birkaç akvaryum bir araya geldik. Ama akvaryumların birleşmesi ile büyük bir akvaryum olur. Bu akvaryumun içinde bir maya var ise, bu mayanın süte karışması lazım ki yoğurt olsun.Yani buradaki sürecin dışarıya aktarılması lazım.
- Kendi coğrafyamızın insanından, başka coğrafyaya kaçıyoruz
Bakın ben şöyle bir şey yapmıyorum. Benim dışımdakiler kötü, ben iyiyim demiyorum. İnancımı da masaya yatırmıyorum. Ben bir şeylere inanıyorum, onu da masaya yatırmıyorum. Ama gördüğümü söylüyorum. Bir Akdeniz var. Akdeniz’de üç beş yılda boğularak ölen insan sayısı on binleri aşmış. Benim evim Karadeniz’in kenarında. Ben çocuklarımla beraber bir şişme bota binip Karadeniz’de açılmam, çünkü kurtaramam onları. Bir anneyi hangi saik, hangi etmen, küçücük çocukları ile şişme bota binmeye itiyor. Ben düşünüyorum, bir anne bunu göze almaz. Çok daha kötü bir şey olması lazım ki, anne şişme bota binsin Akdeniz’e açılmaya çalışsın. Bir diğer mesele de Akdeniz, Avrupa’dan Afrika ve Asya istikametine doğru aşılmıyor. Tam tersine Afrika ve Asya’dan, Avrupa istikametine doğru aşılıyor. Ezan okunan topraklardan, çan çalınan topraklara doğru bir göç var. Biz kimden kaçıyoruz? Kendi coğrafyamızın insanından kaçıyoruz. İşte deniyor ki, dış güçlerin oyunu. Silahı veren emperyalist ülkeler ise, silahı alan eller, hangi evden çıktılar? Anneler çocuklarına ne öğretiyorlar ki, çocuklar kendi komşularına karşı silah kullanma cihetine, yönüne gidiyorlar. Bunların hepsini gözden geçirmemiz gerek.
- En büyük iş aynı tavaya ekmek banmaktır
Mesela Türkiye’nin nüfusu İstanbul’da istiflenme yerine, Anadolu’nun her tarafına yayılsaydı, biz barajları akarsuların üzerine yapmak yerine, enerjiyi sürdürülebilir enerji kaynaklarından elde etmiş olsaydık, binaları beton yapmak yerine ahşap binalar yapmış olsaydık, şehrin içerisinde lastik tekerlekli ulaşım yerine, şehirlerimiz bir ucundan diğer ucuna yürünebilir şehirler olsaydı, benim ateist olmamın, Müslüman olmamın, Alevi olmamın böyle yaşanabilir ortamda, rencide olması, incinmesi mi söz konusu olacaktı. Yani biz inancı konuşmak yerine, yaşam pratiklerini konuşursak daha çabuk yol alırız diye düşünüyorum. Biz birbirimizi kategorize edersek, tanımlarsak, kafamızda şablonlar varsa, o tanımlarla birbirimizi değerlendirirsek, birbirimizin kalbine hiç dokunamayız. Ama biz birbirimizin kalbine dokunursak çok daha kısa bir zamanda büyük işler yapacağımıza inanıyorum. En büyük iş de tavaya ekmek banmaktır. Aynı tavaya ekmek banmaktır. Aynı sofrada çay içebilmekdir. O zaman birbirimize karşı merhamet, vicdan damarımız genişliyor ve birbirimize haksızlık yapmaktan uzak duruyoruz diye düşünüyorum.
- Gelecek kaygısını gidermek, yaşamın pratiklerini konuşarak olur
Her insan öncelikle can güvenliğini ister, emniyet içinde olmak ister. Sonra her insan, evine ekmek götürmek ister, geçinmek ister. Sonra her insan onurunun incinmemesini ister. Sonra her insan refahtan, kalkınmadan pay almak ister. Sonra her insan gelecek kaygısı duymadan yaşamak ister. Yani bunu söylemek, bunu oluşturabilmek için ben Müslümanım diyenin, ben aynı zamanda solcuyum, ben solcuyum diyenin ben aynı zamanda ateistim ya da değilim demesine gerek yok. Ya da ben Hanifiyim, ben Aleviyim demesine gerek yok. Bakın bunları söylemek ya da söylememek meseleyi çözmeyecek. Mesele yaşamın pratiklerini konuşmak olacağını düşünüyorum.
- Bir toplum ancak adalet, emanet, liyakat, meşveret, maslahat vasıflarına sahip olursa bir anlam ifade eder.
Bir insan ya da bir toplum şu beş vasfı olursa bir anlam ifade eder. Birincisi Adalet. Adalet herkes için olmalı. Ben her zaman şu cümleyi kuruyorum; Türk’e helal olup da Kürt’e haram olan nedir. Doğumhanede ebe hanım kucağında bir bebek ile geliyor, babaya diyor ki; nur topu gibi bir Ermeni bebeğiniz oldu. Anne Ermeni ise baba Ermeni ise çocuk dünyaya ne olarak gelir? Ermeni olarak gelir. Kim mayoz bölünme ve döllenmeye tavır almayıp ‘’ahlakı’’ bir tavır olarak değerlendirebilir. Adalet herkes için olmalı.
Sonra emanet. İnsanlar şunu bilmeli. Yeryüzü emanettir, akarsularda, toprakta emanettir. İşte bu İstanbul’a döktüğümüz beton toprak, moloz olacak. Biz bu İstanbul’u yetmiş yıl sonra nereye dökeceğiz. Bir dere yatağına, denize, vadiye mi dökeceğiz? Siz Sultanahmet’i Ayasofya’yı söküp taşıyıp başka bir yerde yeniden inşa edebilirsiniz. Ama Kocatepe’yi söktüğünüz zaman moloz olur. Biz bunu niye konuşmuyoruz? Bu, bizim hangi inançtan olduğumuzla mı ilintili bir şey?
Bir diğer mesele Liyakat. Bir kişi benimle aynı siyasi partiden değil diye, benimle aynı mezhepten değil diye, bu doktor olma hakkına sahip değil midir? Ya da birinin çocuğu hasta olduğunda on ikinci imamı bekleyen mi, Mehdi’yi bekleyen doktor mu tercih ediyor? Ya da doktorun ateist olmasını mı tercih ediyor? Tabi ki işini iyi yapmasını tercih ediyor.
Dördüncüsü meşveret, istişare. Şimdi burada şunu yapıyoruz her sözü dinleyeceğiz, en güzeline uyacağız. İnsanlar konuşmaya başlamadan, ağızlarını kapatmaya çalışırsak sıkıntı olur. Her sözü dinleyelim, en güzeline uyuyalım. Bir insan daha ağzını açmadan, bir konuşma daha yapılmadan, o konuşmaya, o toplantıya, o söze tavır almanın ben bir mantığı olduğunu düşünmüyorum.
Beşincisi maslahat, bu hep kullanılıyor da, insanlar sadece insanların faydasını gözeterek Bu ekosistemde yaşamı devam ettiremezler. Toprağında suyunda Çiçeğinde böceğinde tüm canlıların tüm varlıkların hakları vardır Biz onlara riayet ettiğimizde Bu gezegende yaşam devam eder
Son olarak şunları söylemek istiyorum . Bir dünya haritasına baktığınızda 193 ülke görüyorsunuz, Dünyayı ülkeler yönetmiyor, sınırlar sadece yoksulları sınırlıyor, küresel bir oligarşi bizi birbirimize düşürerek, dijital bir diktatörlüğe doğru hepimizi sürüklüyor .