Müslümanların siyasi tarihini dikkate aldığımızda karşımıza üç farklı siyaset kurgusu çıkar: Sünni saltanat ideolojisi, Şii imamet doktrini ve Mutezile siyaset felsefesi. Bunlardan ilk ikisi tarihte denenmiştir. Ancak Mutezilî siyaset felsefesi, maalesef kısa dönemli bir devlet tecrübesi dışında uygulanma imkânından mahrum bırakılmıştır. Basra Mutezile ekolünün kısa süreli tecrübesini yansıtan bu devre, sağlıklı bir deneyim sürecini yaşayamamıştır. Zira devrin iktidarları Mutezilî siyaset felsefesinin devamını, muktedir olmalarının önünde ciddi bir engel olarak görmüşlerdir. Sünni saltanat ideolojisinin mucidi Muaviye, kendisinin saltanata Allah tarafından layık görüldüğü için getirildiğini iddia etmiş ve cebriye ekolüne fikir babalığı yaparak bu anlayışını dinleştirme çalışması sergilemiştir. Yani halk Allah’ın başlarına geçmesini murad ettiği Muaviye’yi kabullenmek zorundadır tarzındaki bir anlayış Sünni saltanat ideolojisinin/devlet algısının temelini oluşturmuştur. Bu tarihi argüman onların zulmüne karşı gelen Abbasilerin de zamanla ideolojileri olmuş ve saltanatçı hilafet kurumsallaştırılmıştır. Emeviler, Ümeyye oğullarının sultan olmasını Allah istemiştir diyerek Allah’a iftira atarlarken; Abbasiler, aynı sonuca başka bir açıdan ilahi irade ile beşeri irade birlikteliğine vurgu yaparak Allah istemeseydi başınıza bizi sultan yapmazdı; madem ki size sultanız demek ki Allah’ın iradesi bu yönde tecelli etmiştir tarzında saltanatçı anlayışlarına meşruiyet aramışlardır. Zamanla İslam coğrafyasında bu zorlama yorum sözde genel mutabakatla[1] kabul görmüştür. Ehli Sünnet ekolünün siyasi misyonu Şafii ve Gazali realitesiyle birlikte bu çerçeveyi içselleştirmiş, Sünnilik var olan sistemi Kur’an açısından eleştirmek ve değerlendirmek yerine mevcut yapıya İslam cilası vurmayı tercih etmiştir.
Sünniliğe karşıt cephe olan Şia, devlet başkanlığını Hz. Ali soyundan gelen efsanevi liderlere bağlayarak muhalefet bayrağı açmıştır. Ancak zamanla bunun ütopya olduğunu anlayan Şia, yine de insanların zihninde kıyam bilincini taze tutması sebebiyle imamet mitolojisinde ısrar etmiştir. Sünnilerde dinle ilişkisini koparmayan bir devlet anlayışı oluşurken Şiilerde din devleti fikri hâkim olmuştur. Yani Sünnilik din diye yutturduğu Ehl-i Sünnet mezhebini devletin kontrolü ve çıkarı için kullanmış; Şiilik de benzer biçimde devleti din diye pazarladığı İsnâ-yı Aşere [2]mezhebinin çıkarları için kullanmıştır. Sünniler Ortodoks bir yapı arz ederken Şiiler Katolik bir yapılanma göstermişlerdir. Şiilerin efsanevi imamlar silsilesiyle Katoliklerin karizmatik papalar kültü[3] aynı çizgiyi içerir. Sünnilerin yeryüzünde Tanrı’nın kılıcı olan sultanlık anlayışıyla Ortodoksların Tanrı emrini yeryüzünde gerçekleştiren ve Tanrı’nın güç sembolleri olan krallar anlayışı aynıdır. Ancak Protestanlık serüvenini yaşayan Hıristiyanlık gibi İslam dünyası Mûtezile[4] siyaset felsefesini yaşama imkânı bulamamıştır. Batı, dîni papaların elinden ve kralların korumasından Protestan akımlar aracılığıyla kurtarırken İslam dünyasında din padişahların korumacılığından ve karizmatik imamların, tarikat şeyhlerinin, cemaat liderlerinin tekelinden uzaklaştırılamamıştır. Padişahlar, kendi adaletsiz uygulamalarına başkaldıran halkı ezmeye giderken bile Şeyhü’l-İslamların[5] fetvasıyla yola çıkmışlardır. Hâlbuki bu fetvaların amacı yapılan işin ne kadar dînî içerik taşıdığını gösterme cilasıydı. Cilanın hedefindeyse saltanat zulmüne isyan eden insanların feryatlarını bastırmak vardı. Batı’nın Kalvinist[6] ve Angilikan[7] yorumlu Protestan anlayışı Batı’da zihinsel reforma katkı sağladığı içindir ki Batılı düşünce Katolik ve Ortodoks doğmalarına başkaldırı gücüne güç katmıştır. Batı’da laisizme giden yollar böylece açılmıştır. Bu sebeple Batı açısından laisizm akla, vicdana ve doğruya kaçış olmuştur.
İslam âleminde Sünniliğin din katıklı devleti ile Şiiliğin din devleti projesine esastan karşı çıkıp devleti dini bir gereklilik anlayışıyla kabul etmeyerek adalet, barış, savunma ekseninde toplumsal bir kurum, tüzel bir kişilik kabul eden Mutezilî görüş, maalesef bastırılmıştır. Henüz İslam’ın daha üçüncü asrında boy gösteren bu anlayış imha edilmeseydi Batı’nın bugün ulaştığı demokratik ve teknolojik zirve bize nasip olacaktı. İslam dünyası kendi evladını kesip yiyen zalim bir anayı andırdığı için geri kalmaya mahkûm olmuştur. Tarihsel süreçte Matüridi’nin Te’vilât-ı Kur’ân[8] ve Kitâbu’t-Tevhîd[9] adlı eserleriyle Müslüman filozofların mirası Mutezile fikriyatıyla sentezlenerek ele alınsaydı Müslümanların akılcı damarı çok erken zamanlarda dünyamızı aydınlatacaktı. Batı’da XVIII. yüzyılda baş gösteren sistemli gelişimcilik, İslam dünyasında Mutezile kanalıyla VIII-IX. yüzyıllarda ortaya çıkmıştı. Mutezile, devlete maslahat prensibiyle bakıyordu. Yani hukukta değerlerin devamlılığını ama kanunların değişebilirliğini öne sürüyordu. Maslahat prensibi XVIII. yüzyılda Hint Alt-Kıtası’ndan Şah Veliyullah Dehlevi kanalıyla dillendirilene kadar da cesaretle gündeme getirilemedi. “Din değişmez, şeriat[10] değişir.” sözü toplumda maslahatı tercüme eder. Yani ilgili deyim Kur’an’daki yasaklar ve emirler sosyal adalet ve barışı, can ve mal güvenliğini, akıl ve beden sağlığını esas alan tedbirler olup Kur’an’daki hukuk kurallarının değişebileceğini ancak Tanrısal amaç ve ilkelerin sabit kalacağını vurgular. Muhammed İkbal’in Dini Düşüncenin Yeniden Doğuşu kitabıyla da bu düşünce İslam coğrafyasında küllerinden silkinmeye başladı. Osmanlı’nın son dönem İslam hukukçularından ve Cumhuriyet’in ilk mebuslarından İzmir mebusu Seyit Bey bu düşünceyi Türkiye özelinde seslendiren isimlerden oldu.[11]
Müslüman Mûtezilî görüşe göre devlet ahlak ve adalet ile yaşar. Ahlak bireyin, adalet devletin vazgeçilmezidir. Herkesin özel iyisi olabilir, ancak devlet ortak iyinin iktidarını savunur. Mesela başı örtmek özel iyidir, başı açmak da özel iyidir. Ancak göğüsleri ve cinsel bölgeyi örtmek ortak iyidir. Burada devlet ortak iyinin egemenliğini toplumda uygulatır, ancak özel iyilere asla müdahale etmez. Özel iyiler ortak iyi içine entegre edilir. İran, Suudi Arabistan, Daiş, El-Kaide ve Taliban’ına zorla başı kapatmaları; bir dönem Türkiye ve Bin Ali Tunus’unda başı zorla açtırmalar ne laiklikle ne de İslamla örtüşür. Her ikisi hem devlet faşizminin hem de ilkel bir zihniyetin ürünüdür. Devletin alması gereken tavır, kişinin ortak iyi çerçevesinde giyindikten sonra başının açık veya kapalılığı gibi bir özel iyiyi ortak iyi içinde entegre etmektir. Gerçekte başın örtülü oluşu[12] yahut açıklığı da hava atma, baskı yapma, aydınlık zihniyet mensubu olma gibi komik ve bilimsel ciddiyetten uzak saplantılardan arındırılarak ele alınmalıdır. Devletin görevi bu tür entegrasyon çalışmalarına katkı sağlamaktır. Çünkü amaç ruh ve beden sağlığı yerinde olan huzurlu bir toplumun inşa edilmesidir.
Devlet aile kurma, evlenme, mülk edinme, güvenlik ve savunma, bireysel tercihlerini başkalarına baskı aracı yapmama, cinsel istismara kapı aralayan kurumlara[13] tepki koyma gibi ortak iyi olan kabulleri tarafsız biçimde gerçekleştirerek varlığına meşruiyet kazandırır. Devlet siyasetinde ibadetler bireysel alandır, kişinin Allah ile hesabıdır; İslam’a girme ve İslam’dan çıkma da bireysel bir özgürlüktür. Hâlbuki Sünni ve Şii anlayışta devletin bir görevi de ibadetleri topluma zorla yaptırmaktır. Sünni ve Şii fıkhın bir kısım yorumlarında ezan okunurken dükkânı açtırmamak, Ramazanda oruç tutturmak devletin görevidir. Sünni ve Şii anlayışta devletin dini vardır ve dini koruyup misyonerliğini yapmak devlet vazifesidir. Hatta namaz kılmayanları cezalandırmak veya kılmamakta ısrar edenleri sürgün ve idam etmek Şii ve Sünni fıkıhta varlığı sabit olan bir anlayıştır. Fakat bu anlayışı Kur’an’ın hiçbir yerine oturtamayız. Kur’an’da bu tip uygulamalar asla görülemez. Kur’an’dan hareket edildiğinde devletin değil bireyin dini olacağı net görülür. Devletin mutlak tarafsızlığı yanında devleti yönetenlerin dindar olabilmesi mümkün bir durumken yöneticilerin dindar ve dinsiz vatandaşını adaletle yönetmesi devletin olmazsa olmazıdır.
Son yüz elli yıllık demokrasi tecrübemizde üç tür İslamcı fikir birbirini takip etti. Cemâlettin Afgânî[14] ile başlayıp Reşit Rıza ve Muhammed Abdüh ile hızlanan süreçte Batı yenilgisi nasıl atlatılacak sorusunun cevabı arandı. İstanbul, Şam ve Doğu’yu[15] gezen Said Kürdi Hutbe-i Şâmiye[16] ve Münâzarât[17] adlı eserler vererek mağlubiyet konusunda düşünceler ortaya koydu. Musa Cârullah[18] da Türkistan’da nispeten benzer düşünceler söyledi. İkinci evrede Osmanlının yıkılmasıyla Sünni saltanat ideolojisine yahut Şii imamet mitolojisine uygun olmak üzere İslam katışıklı bir devlet veya İslam devleti kurma çalışmaları başladı. Mısır’da Hasan el-Bennâ ile Seyyid Kutup, Pakistan’da Mevdûdî ve İran’da Humeynî bu projenin en önemli aktörleri oldular. Pakistan’ın kurulması Sünni saltanat ideolojisinin temel felsefesine uygun biçimde bir devlet olarak ortaya çıkması yanında İran İslam Cumhuriyeti’nin devrimle gerçekleşmesi de Şii imamet mitolojisinin tipik bir görüntüsünü oluşturmuştur. 1930-1990 yıllarında egemen olan devlet kurma ideali 1990’dan itibaren devlet nedir sorusunu gündeme getirmiş ve İslami düşüncede üçüncü evreyi başlatmıştır. Bu kez devlet kurma değil, devlet felsefesinin ne olması gerektiği ve devletin neliği üzerinde fikir yorulmuş ve tarihi mirasımızda bunun cevabının Mutezilî görüş içinde muntazam biçimde verildiği tespit edilmiştir. Bu kez İranlı Ali Şeriatî ve Abdü’l-Kerim Suruş, Sudanlı Haşan Turâbî, Mağripli Gannûşî, Bosnalı Aliya İzzet Begoviç, Mısırlı Haşan Hanefî ve en önemli isim olan Pakistanlı Fazlurrahman aracılığıyla İslam’ın devlet modeli mi değerler sistemi mi sunduğu tartışması başlamış ve İslam’ın siyaset felsefesi olarak değerler sistemini savunan bir yapılanmaya evet diyeceğini ve bunun çağdaş devlet anlayışlarından bile ileri olduğu fikri doğmuştur. Üçüncü kuşak İslamcılar, din devleti yahut dini kontrol eden devlet fikrini reddederek hukuk devleti projesini canlandırmışlardır. Aslında VIII. yüzyılda güçlü bir akım olarak var olan gelişmeci ve değişimci İslam anlayışı tekrar doğmuştur. Sünnilik ve Şiiliğin yüzyıllardır hegemonyasıyla korunan lafız merkezli statik şeriat[19] anlayışındaki donukluk ve bilhassa siyasi alanda görülen İslam’ın ruhuna ters yapılanma terk edilerek kasıt merkezli dinamik şeriat[20] sloganı maksadı anlatmada sembol olmuştur.
1990’larda etkinliğini ortaya koyan Mutezili bakış açılı siyaset felsefesi, İslam’ın devlete dair teori ve pratiğini başka açıdan gündeme getirince Batı heyecana kapılmıştır. Bu sebeple merhum Fazlurrahman’ın Chicago Üniversitesi’nde ve çeşitli Amerikan kuruluşlarında verdiği konferanslar Amerika’nın İslam gündemini ciddi meşgul etmiştir. Yeniden dirilen bu kadim akım, başta İslam dünyası olmak üzere yeryüzündeki tüm devletçi, milliyetçi, merkeziyetçi, baskıcı ve tek tipçi uygulamalara karşı çıkmış, muhalefet dilini oluştururken de akıl, Kur’an ve tarihsel deneyimleri referans almıştır. Bu akımda kişinin dindar, dinsiz, dinde lakayt olması gibi tüm bireysel tercihler önemsenmeyerek ortak iyinin inşa edilmesi için çağın ve geçmişin tüm insanlık birikimleri üzerinde eleştirel bir dil kullanılmıştır. Necip Fazıl’ın sözde çağdaş Müslümanı tanımlarken kullandığı kindar ve dindar[21] profili yerine barış, eşitlik, adalet, kardeşlik, merhamet ve estetiği hayatın merkezine alan; kinini zulme, düşmanlığını zalime, dindarlığını tüm varlıklara yönlendiren bir insan yaratma amacı güdülmüştür.
Kur’ansal bir siyaset felsefesi, dinsel yorum ekollerinin[22] tümünü kabul eder, mezhepçiliği reddeden bir anlayış içinde olur. Müslümanların örgütlü toplum olması konusunda ciddi gayret sarf eder, ancak örgütü[23] kutsallaştırma gibi bir anlayışa karşı çıkar. Bu kadim akım, doğrudan Kur’ancıdır. Aklın ve insanlık tarihinin ortak tecrübesine dayanan değerlerine çok önem verir. Çünkü antropoloji,[24] arkeoloji,[25] sosyoloji,[26] tarih,[27] filoloji,[28] retorik[29] ve psikoloji[30] Kur’an’da vurgusu en çok yapılan bilgi alanlarıdır. Kur’ânsal politik felsefe, Tanrı-devlet modelini[31] ve laik devlet ideolojisini bir kenara bırakıp hukuk devleti idealini amaçlar. Çünkü Tanrı-devlet modeli Tanrı adına yöneticilerin iş yaptığı sapkın bir sistem olduğu gibi laik devlet modeli de dînî erdemleri ve dine ait figürleri kamusal alanda kökten reddeden yahut köktenci reddiyeye araç edilen bir uygulamanın içinde olması sebebiyle tercihe şayan değildir. Laik devletin hedeflediği vicdani tercihlere tam eşitlikçi yaklaşım tezi Türkiye’de tüm dönemlerde geçersiz olmuştur. Çünkü her siyasal erk, laikliği yandaşını egemen kılma ve karşıtını ezme aracı yapmıştır. Hâlbuki hukuk devletinin tam eşitlikçi tezi laikliğin temel davranışı olmalıydı. Bu bağlamda konuşursak laik devlet modeli Müslüman Doğu toplamlarında barışı tam temin edememiştir. Bu konudaki sorumluluk laikliği salt bir model olma dışına çıkaran ve dahası laisizmi din gibi algılayan yöneticiler ile toplum mühendislerine aittir; yoksa laikliğin Batı serüveni iyi okunduğunda laik amacın dini yok etmek olmayıp Tanrı’yı Katolik kilisenin tekelinden kurtarma olduğu görülür.
Türkiye, Suriye, Tunus ve Mısır özelindeki laiklik uygulamalarının sosyal barış ve adaleti sağlamada yetersiz kaldığı görülmüştür. Yani bir tür elit hobisine dönüşmüş ve gizli oligarşi doğurmuştur. Hâlbuki her ülke siyasi bir modeli kendi tarihsel ve sosyal mirasıyla paralel biçimde uygularsa başarılı olur. Yoksa eşyanın tabiatına zıt davranıştan öteye geçilemez. Mezkûr dört ülkede de sürekli oluşan dinsel, hukuksal ve demokratik mukavemet hareketleri bunun en canlı örnekleridir.[32] Sosyal alanda yapılan her değişim sosyal bilimlerin keşifleriyle okunmalı ve uygulanmalıdır. Katolik ve Ortodoks zihniyetin esassız dünyasından bir kurtuluş olan laiklik, akıl ve imanı birleştiren bir dünyada benzer sonucu vermez, bu gayet doğaldır. Laiklik, özellikle Anglo-Sakson[33] dünyadaki gibi tüm inanç, inançsızlık ve değerlere devletin eşit mesafede oluşu anlamındaki özü ve uygulamasıyla yansıtılırsa İslam aleminde hem kabul görür hem de Mutezili siyaset düşüncesiyle Batı değerleri arasında köprü olur. Laiklik, adalet devleti anlayışına entegre edilerek uygulanırsa Müslüman Doğu’da kesinlikle bir sorun olmaz. Bu bağlamda Anglo-Sakson tarzı laiklik yorumunun Fransız modeline oranla adil ve insani olduğunu belirtmemiz gerekir.
Hukuk devleti denen değerler eksenli devlet algısı, adalet ve barışın gerçekleşmesinde en etkin olarak ortak akıl ve ortak iyiyi önceleyen bir anlayıştır. Model merkezli olmayıp değer, ilke ve prensip merkezlidir. Evrensel insani değerleri amaç edinen devlet demokrasi,[34] cumhuriyet,[35] laiklik, humanizma,[36] teokrasi, monarşi[37] ve oligarşi[38] gibi yapılanmaları mutlaklaştırmanın ötesinde sistemlerin özünde egemen olan insani değerlerin dikkate alınmasını savunur. Çağımızda özellikle siyaset felsefesi ve teolojik derinliğiyle öne çıkan, kökeni eski ancak teori ve kurgusuyla yeni olan Kur’ansal politik felsefeden tüm dünya ve bilhassa Türkiye’nin yararlanması gerekir. Ancak bunu gerçekleştirirken başta Diyanet[39] olmak üzere devlet dinine cephe alınmalı ve abdestli kapitalist güçlerin hegemonya heveslerine gem vurulmalıdır.
[1] İcmâ
[2] İsnâ-yı Aşere: On iki imamcılık mezhebini kasteder. Buna göre Peygamber soyundan gelen hatasız ve günahsız imamların yönetimi dışındaki bir devlet yapılanması meşru bir devlet olamaz. Bunların velâyet-i fakih tezlerine göre de günahsız imam gelene kadar onun yerine bir Âyetu’l-lah vekâlet edecektir.
[3] Kült: İnsanlığın uzak geçmişinde kalan bir inanışın yeni bir inanç ve ritüelmiş gibi ortaya çıkarılıp uygulanması, tapınma, sonradan diriltilen kutsama ve tapınma. Kültür de geçmişin kalıntıları üzerinden yüceltilen değerlerdir.
[4] Mûtezile: İslam düşünce tarihinde Ehl-i Adl ve’t-Tevhit (Adalet ve tevhit ekolü) diye bilinir. Ancak Sünni ekol tarafından sapkınlıkla suçlanarak yoldan çıkmış anlamında Mûtezile denmiştir. Zamanla da bu adla tanınır olmuştur.
[5] Şeyhu’l-İslam: Devlet tarafından toplumun din işlerini yürütmek için görevlendirilen ve devlet kontrolündeki dini kurumun başkanı. Günümüzdeki Diyanet İşleri Başkanlığının bir benzeridir.
[6] Kalvinizm: Çalışkan ve dürüst olmayı kilisede ibadet kadar değerli gören, dini kurumların özüne uygun biçimde yeniden şekillenmesini savunan ve bilimsel eğitimi isteyen mezheptir. Lüks yaşam, pahalı elbiseler giyme, sarhoşluk, mücevher takma, tembellik ve dans haram kabul edilir. İlk resmi kilisesini Fransa’da oluşturdu. XVI. yüzyılda yükselen Hollanda ekonomisini destekler. Hıristiyanların yoksul olmasını reddeder. Böylece Protestanlık ve kapitalizmin destek kuvvetlerinden olur.
[7] Anglikanizm: İngiliz kilisesidir. Havarileri örnek alan öze dönüşçü bir mezheptir. Üçüncü büyük kilisedir. Tevrat’ı da dikkate alır. Komün duası denilen toplu duaları vardır. Katolikliğe uzak durmamakla beraber kendilerine özel dua sözleri, ibadet vakitleri ve dua kitapları vardır. Farklı dinsel grupları hoşgörüyle bir arada yaşatmayı ve sosyal barışı sağlamayı amaçlar. İznik Konsülü kararları, İncil ve Havari sözleri dışında dinsel bağlayıcı değer görmez. Tanrı krallığı kavramına sahiptir. İsa’nın krallığı, Hıristiyan sosyalizmi fikirlerini etkiledi.
[8] Te’vilât-ı Kur’ân: “Kur’an Yorumları” anlamına gelir.
[9] Kitâbu’t-Tevhîd: “Tanrı’nın birliğine Dair Kitap” anlamındadır.
[10] Şeriat: Yasa, hukuk kuralı
[11] Seyid Bey’in TBMM’de hilafetin tartışıldığı oturumdaki konuşmasına bakılabilir.
[12] “Tesettür ve Başörtüsünün Tarihsel Süreçte Sosyolojik Arka Plânı” adlı makalemiz okunabilir.
[13] Porno film sektörü, kerhanecilik, randevu evleri gibi
[14] Abdestli Kapitalizme Karşı Kızıl İslam kitabına bakılabilir.
[15] O günkü adıyla Kürdistan
[16] Hutbe-i Şâmiye: Said Kürdi’nin Şam’daki Emevi Camiinde yaptığı konuşmaları içeren kitaptır.
[17] Münâzarât: Münazaralar anlamındadır. Said Kürdi’nin ilan edilen II. Meşrutiyeti Kürtlerin benimsemesi için sembolik (temsili) tartışmalardan oluşan kitabıdır. Siyaset felsefesi açısından değerli bir eserdir.
[18] Musa Carullah (1873-1949): Rusya Müslümanlarının yenilikçi kanadındandır. Buhara ve Mısır Ezher Üniversitesi’nde okudu. Abdürreşit İbrahim’in çıkardığı Ülfet gazetesinde çalıştı. Tüm Rusya Müslüman Birliği Tüzüğü’nü hazırladı. Tatarca meal yazdı. Müslümanların Luter’i olarak anıldı. “TBMM’ye Çağrı” adlı bir beyanname yayımladı. Islahât Esasları adlı kitabı çok ünlüdür.
[19] Sebep-sonuç ve tarihsel süreci dikkate alan bir yorumlamaya kapalı olan durağan hukuk anlayışı
[20] Kur’an’ın hukuksal hükümleri ile mezhep denilen hukuk ekollerinin içtihatlarını değişmez ve tartışılmaz gerçeklik olarak görmemek; bunun yerine Kur’an, Peygamber ve mezhep hükümlerinin koşullara göre değişebileceğini, ancak amacın sabit kalacağını kabul etmedir. Bu tarz bakışta neden-sonuç ve tarihsel süreç dikkate alınır.
[21] Necip Fazıl Kısakürek, Gençliğe Hitabe adlı nutkunun bir yerinde “Dininin, dilinin, beyninin, ilminin, ırzının, evinin, kininin, öcünün davacısı bir gençlik” der.
[22] Mezhepler
[23] Mezhep, cemaat, tarikat, sendika, dernek, vakıf, parti gibi
[24] Antropoloji: İnsan türünün kökeni, türleri, gelişimi ve kültürel dönüşümünü inceleyen bilim dalı
[25] Arkeoloji: Geçmişten kalan her türlü malzemeyi inceleyen bilim dalı
[26] Sosyoloji: Toplumsal hareket, kabul ve isyanları araştıran bilim dalı
[27] Tarih: Geçmiş toplumların yaşam biçimlerini aktaran, topluma yön veren olay ve kişileri bildiren bilim dalı
[28] Filoloji: Dilin tarihi ve özelliklerini inceleyen bilim dalı
[29] Retorik: Belağat. Dilin etkili ve güzel (estetik) kullanımını öğreten bilim dalı
[30] Psikoloji: İnsan ruhunun derinliklerinde ne tür duyguların bulunduğu ve bunun nasıl davranışa yansıdığını araştıran bilim dalı
[31] Tanrı-devlet: Kralın Tanrı tarafından görevlendirilmiş birisi olduğu, kralın Tanrı’ya hizmet ettiği veya kralın kendisinin Tanrı olduğunu kabul edip krala itaatin Tanrı’ya itaat anlamına geldiğini savunan görüştür. Bu anlayışa göre devlet de kutsaldır ve devlete hiçbir durumda isyan edilmez. Bu yönetim biçimine teokrasi denir.
[32] Başörtüsü yasağından okulları İmam Hatipleştirme projelerine kadar
[33] Anglo-Sakson: İngiliz veya Amerika’nın dil ve kültürü taşıyan bölgeler
[34] Demokrasi: Halkın tercihine göre yönetimin şekillenmesi ve azınlıkta kalanların da tercihlerinin dikkate alınmasıdır. Cumhuriyet için çokluk/oy çokluğu gibi nicelik, demokrasi için çoğulculuk/katılımcılık gibi nitelik önemlidir. Günümüzün ideal devlet modeli hukukun egemenliğiyle davranan demokratik cumhuriyettir.
[35] Cumhuriyet: Çoğunluğun isteğine göre yönetenlerin belirlenmesidir.
[36] Humanizma: Tanrı adına insan haklarının yok sayılması nedeniyle Tanrı’yı inkâr edip insanı Tanrı yerine koyan insancıl anlayıştır. Kilisenin Tanrısını reddedip insanı Tanrılaştırmaktır.
[37] Monarşi: Tek kişinin yönettiği ve en üst yönetimin baba-oğul, hanedandan birisi veya en büyük kardeşin seçilmesi biçiminde bir aile tarafından yapıldığı yönetim biçimidir. Padişahlık, krallık, hanedanlık, mutlakıyet gibi.
[38] Oligarşi: Yönetimin bir grup, sınıf ve takımın elinde olan yönetim biçimidir. Zenginler, asiller, sanayiciler, patronlar, bürokratlar, particiler, hukukçular, mafya babaları, baronlar, masonlar, derin devlet yapılanmaları, siyasetçiler tarafından yönetilen; kendileri dışında kimseye gerçek anlamda güç, yetki, denetim ve kontrol hakkı verilmeyen devlet biçimleridir.
[39] Diyânet: “Din işleri” demektir. Bundan da dinsel ritüelleri düzenleme ve kontrol etme anlaşılır. Devlet kontrolünde olup yönetimi eleştiremeyen, yönetime kölelik yapan ve yönetimin dümeni olan resmi din kurumları sala Tanrı’nın dini olamaz. Çünkü Peygamberler yönetimin oyuncağı olan din kurumlarıyla savaşmak için gelmişlerdir. Peygamberler devlet dinine karşı Tanrı’nın dinini egemen kılma amacındaki devrimcilerdir.