En yalın haliyle inançla ilgili fikir ve vicdan hürriyeti olarak tanımlanan laiklik; kendisini, toplum içinde öznel ve özgür bir birey olarak konuşlandıramayan insanların kavrayıp idrak edebileceği bir ihtiyaç değildir.
Diğer taraftan; esasta, toplumda barış ve huzuru garanti eden vazgeçilmez bir kaç teminattan biri olan, inanma ya da inanmama özgürlüğü olarak tanımlanan laikliğin kapsamına, devletin, vatandaşlarının inanç dünyasına müdahale etmemesini, bütün inançlara tarafsız ve eşit mesafede durmasını; hukuk ve kamu yönetiminde hiçbir dinin ve mezhebin referans olarak alınmama ilkelerini de kapsar. Gel gör ki, bu kadar elzem ve önem arzeden bir rejimin ne kadar vazgeçilmez bir ihtiyaç olduğunun bilinç ve farkında olanların oranının bugün bile toplam seçmenin %20’sinin bile bir hayli altında olduğu bir Türkiye gerçeğiyle karşı karşıyayız. Daha da vahim olanı ise, bugün Türkiye’yi yöneten iktidar kadrolarının büyük bir kesininin bu bilinç ve farkındalıktan çok uzak olması…
Bu dünyadaki yaşamlarının gaye, meşgale ve misyonunu sadece midesi ile çüküne pay etmiş, sosyal hayatta tek başına birey olmayı başaramamış moderniteden uzak, ilkel meşrepli insanlara laikliğin erdemini nasıl anlatacağız? Anlatılamaz!!! Aynen, sanat, bilim, felsefe, hukukun üstünlüğü, temel insan hak ve hürriyetlerin önemi ve dokunulmazlığı, güçler ayrılığı, yargı bağımsızlığı, doğal hakim teminatı, suç ve cezada şahsilik ilkesi, kazanılmış haklar, devletin işlem ve eylemlerinde hukuka ve nesnel kurallara uygun hareket etme zorunluluğu vs. gibi kavram, prensip ve şartların anlatılamaması gibi… Hal böyleyken; toplumun ortala eğitim ve kültür düzeyi ile bireylerin bilinç ve farkındalıkları makul seviyelere yükseltilmeden laikliği bu kesimlere anlatmaya çalışmak beyhudedir. Bu insanlara laikliğin önemi ve erdemini anlatmaya çalışmak, çok güzel yazılmış şaheser bir kitabın, okuma yazma bilmeyen insanlara okumaları için dağıtılması gibidir. Anlatmaya çalışsanız, bu insanlar, bu kavram ve değerleri bilmediği bir yabancı dilde anlatılan bir konferans dinler gibi dinler ve algılar!!
Anlaşılması ve kavranılması daha güç olan bu türden değer ve kavramlar; kültürel ve entellektüel olarak belli bir yetkinliğe ulaşmış insanlar için önem ve anlam ifade edecek bir karşılık bulabilir… Başta laiklik olmak üzere bu gerekler; yemek-içmek ve düzüşmekten öte idealleri olan ve ancak toplum içersinde her türlü baskı ve dayatmaya rağmen benliğini koruyup tek başına özgün bireyler olabilmeyi ve kalabilmeyi başarmış; toplumun genelinden farklı olan tercihlerine, içinde bulunduğu toplumun ve devletin saygı göstermesini ısrarla talep edebilecek düzeyde kültürel ve zihinsel olarak kendisini geliştirmiş edilgen olmayan kişilik sahibi bireylerin ihtiyaç duyabileceği gereksinimlerdir. Söz konusu kavramlar; yaşam kalitesini beslenme ve çinsellik gibi temel hayvani ihtiyaçlarını karşılama ötesinde tesis eden; dünyaya daha geniş ve farklı açılardan bakabilen, yorum getiren; devlet, toplum, aile karşısında bireysel hak, hukuk ve özgürlüğününün farkında olan, hisseden ve gereksinim duyan bireylerde karşılık bulan kavramlardır.
Laiklik; insan aklı ve onurunun dış etkenler tarafından tahakküm ve zapturapt altına alınması girişimlerine karşı direnme şuurunda olanların inanç dünyalarıyla ilgili olmazsa olmaz kırmızı çizgileridir. Laikliğin, yani inanç ve ibadet hürriyetinin olmadığı, neye inanılacağı ya da nasıl ibadet edileceğinin empoze edilip dayatıldığı bir ülkede buna boyun eğen bireylerin gerçek anlamda kemala ermiş insanlar olarak adlandırılamaz!!!! Çünkü, fıtratı ve doğası gereği insan, aklı ve ruhuyla düşünen ve sorgulayan özgür tabiatlı bir canlıdır. Tarih denen şey, bir yönüyle bu fıtrata uygun kazanımlar elde etmek için dini ve devlet otoritesine verilen özgürlük mücadeleleridir. Batı medeniyeti, inanç ve vicdan hürriyetini dini otorite klisenin boyunduruğundan kurtaran reform hareketlerini takip eden rönesans aydınlanmasıyla birlikte hala ideal olmasa da bugüne kadar insan ruhu ve onuruna uygun düşen bireysel özgürlük modelini en ileri düzeyde inşa eden medeniyettir. Söz konusu özgürlük, inanç özgürlüğü de dahil esas olarak aklı ve vicdanı sınırsız şekilde kullanma hürriyetidir.
Aklını ve vicdanını kullanmada özgür olamayan bir insan, sözde dünyanın en sofistike ve üstün varlığı olarak sayılıyor olsa bile insan olmanın en önemli vasıflarından feragat etmiş demektir. Başta inanç hürriyeti olmak üzere; insanların özgür yaşama dair ne varsa büyük ölçüde yoksun bırakıldığı İran ve Suudi Arabistan gibi ülkelerin eğitimli, kültürlü ve entellektüel vatandaşlarına en büyük ukde, arzu ve özlemlerinin ne olduğunu sorduğunuzda; verdikleri tek cevabın, “inanç ve ibadet hürriyetinin olduğu bir ülkede özgür ve onurlu bir birey olarak yaşam sürmek” olduğunu görürsünüz. Zaten, inanç ve ibadet özgürlüğünün olmadığı, münafıklığın yanısıra sahte ve iki yüzlü bir hayatın temel yaşam tarzı olduğu bu ülkelerden Avrupa ve Amerika’ya tatile gelen insanların, kendi ülkelerinde yaşam tarzının 180 derece tam tersi yönde, insanları dumura uğratacak düzeyde aykırı tutum ve davranış kalıpları içersine girdiklerine şahit olmak laiklik karşısında sadece riyakarlık üreten teokratik rejimlerin tartışılmasını bile anlamsız kılmaktadır. Yaşanan bu tecrübeler göstermiştirki inancın esas olarak insanın iç dünyası ve vicdanının özgürce karar verip kabul edeceği ruhani bir alem olduğu; inanca dönük dışardan yapılan tahakküm, baskı, zorlama ve dayatmaların pratikte hiç bir şekilde işe yaramadığı ve yaramayacağı gerçeğini de ortaya koymaktadır. Çünkü hariçten gelen hiçbir güç, insanın iç dünyasında şekillenen inanç alemine nüfuz edemez; çünkü inanmak kalbi bir tasarruftur. Kalp ve vicdana tesir edemeyen dışardan yapılan baskı, zorlama ve müdahaleler, sadece insanları topluma ve devlete karşı takiyye yapmaya, riyakarlık, münafıklık ve sahtekarlığa sevk etme dışında farklı bir sonuç doğurmuyor….
Toplumda bir sürüye ait koyun gibi hareket eden insanların laikliği anlaması mümkün değildir; çünkü onlar için laiklik, ihtiyaç duyulup hissedilen ete kemiğe bürünmüş somut maddi bir gereksinim değildir. Şundan eminim ki; bir topluma aidiyet duygusu ile bağlı şekilde yaşamını sürdüren ve bunun dışında özgün ve özgür bir birey olarak herhangi bir misyon ve iddia sahibi olmayan insanların, burada yazılanları kısmen idrak etmesi bile söz konusu olamaz!! Bu insanlar, burada ifade edilen sözleri içi boş anlamsız zırvadan ibaret ifadeler olarak bile görebilir…
Tekrar başa dönecek olursak; Türkiye’nin en büyük sorunların biri, insanların ezici bir çoğunluğunun henüz laikliğin önem ve erdemini anlayacak/kavrayacak düzeyde olmamasıdır. Çünkü bu insanlar, bireysel özgürlükleri ve aklını kullanmak yerine bu alandaki inisiyatif ve iradesini büyük ölçüde aile, toplum ve devletin vesayet alanına terketmiş durumdadır. Bu nitelikteki insanların, toplumsal hayatta laikliğin ne kadar hayati derecede önem arzeden kurumsal bir ihtiyaç olduğunu idrak etmeleri mümkün değildir. Çünkü, laiklik, bu insanların mide ve çükten ibaret gördükleri yaşam tarzına etki ve hitap eden bir rejim değildir.
Laikliğe inanmak ve onu savunmak, onur, bilinç ve haysiyet sahibi her insanın görevi ve misyonu olmalıdır!! Laikliğin karşısında olan bir kişinin bilinç düzeyi olarak “insan” olma vasfını tekamül ettiremediğini düşünmüyorum. İnancında özgür olmayan/olamayan bir insanın gerçekte sahih bir inancı da yoktur!! Devletin laik olmadığı bir ülkede aslında gerçek anlamda ruhani bir din ve inanç sistemi de yoktur; olamaz da!! Laikliğin olmadığı bu ülkelerde “din” dedikleri olgu, aslında sadece münafık istismarcıların devlet eliyle kullandığı bir paravandan ibarettir.
Son olarak; bu vesileyle burada “ bir laiklik diye birşey tutturmuşsunuz, varsa laiklik, yoksa laiklik… bu laiklik de neyin nesidir paşam?”, diye sorulduğunda; Atatürk’ün bu soruya verdiği: “Laiklik, adam olmaktır!” diye cevabının da altını çizmek isterim. Ben, bu veciz deyişi daha da ileriye götürerek “laiklik insan olmaktır!” diyorum… Gerçekten, laikliğin olmadığı daha doğrusu devletin laik olmadığı bir ülkede insanların yaradılış fıtratlarına uygun bir karekterde “insan” olabilmesi mümkün değildir. Toplumsal ve ulusal düzeyde laikliği tesis etmeden barış ve huzuru inşa etmiş müreffeh tek bir ülke yoktur, dünyada. Ama maalesef Türk Toplumu, Atatürk’ün 100 yıl önceki meramını bugün bile anlamaktan çok uzak…
İşte Atatürk’ü farklı kılan vasıf budur. Bir Osmanlı Paşası olarak, meslektaşlarlarından farklı olarak (ki Mustafa Kemal, Avrupa’dan ithal edilmiş bir levanten de değildir), dinbazlığın, dinciliğin ve din istismarının; Osmanlı gibi koskoca bir ülkeyi kangren gibi nasıl sömürüp bitirdiğini; nasıl sahtekar, riyakar ve münafık bir toplum yarattığını ve bu riyakarlık ve istismarın tek panzehirinin laiklik olduğunu bir asker iken bile görebilmiş olmasıdır!!! Ki neredeyse bir asır sonra bile, bugün toplumun %80’inden fazlasının Mustafa Kemal’in 100 yıl öncesinde görebildiği bu gerçeği görmekten aciz olması, içinde bulunduğumuz, laikliliğin çok daha önemli olduğu bu dönemde Türkiye adına talihsizliğin ve acıların en büyüğü olsa gerek!!