Çağdaş şiirimizin kıymetli kalemi küçük İskender, kanser tedavisi gördüğü hastanede bu sabaha karşı hayata gözlerini yumdu.
Şairin vefat etmeden bir süre önce oggito.com’dan Semih Gümüş ile yaptığı söyleşiyi sunuyoruz
Her şaire saygıyla yaklaşıyor, kimilerinde severek kalıyor, kimilerinden zarifçe ayrılıyorum şimdilerde. Buna yeni kuşak da dahil.
küçük İskender’in 1980 sorası şiirin en ayrıksı, en çarpıcı şairi olduğu söylenebilir mi? Bana kalırsa kuşkusuz böyle. Safkan bir şair o. Ayrıca önemli, değerli. Yenilerde iki kitabı birden yayımlandı. Ona sorduğumuz sorulara verdiği yanıtlar her zamanki gibi oldu…
Semih Gümüş: İskender, yakınlarda iki kitabın birden yayımlandı. Günlüklerin Waliz Bir ile denemelerin Her Şey Ayrı Yazılır. Bizim edebiyatımızda senin kadar verimli şairler ve yazarlar göz önünde de durur. Bu kadar çok yazmak üstüne ne düşünüyorsun?
küçük İskender: Yazmayı, çok yazmayı bir sanat dalı olarak görmediğimden olsa gerek. Edebiyatı ayrı bir yerde değerlendiriyor akademisyenler. Benim akademik bir algım, pozitivist bir çalışma disiplinim yok. Hayal ettiğimle barışığım ve fizyolojik bir gereksinim şeklinde ilerleyen yazı kurguları üzerine düşünüyorum. ‘Aklıma bir şey geldi’ deriz ya, aklıma sürekli gelen, çöreklenen, baktığım / okuduğum / seyrettiğim bütünden bana uzanan tüm pırıltılar, ışıklar, çağrışımlar ‘yazı’ya dönüşmek için can atıyor. Her sabah uyandığımda bağdaş kurup bir sigara yakarım, yeni bir şey planlarım. Evin içi alınmış küçük notlarla, şiir parçacıklarıyla, senaryo konularıyla, sergi-konser tasarımlarıyla dolu. Buna yazmaktan çok, dışa vurum zorunluluğu dememiz fazla mı abartılı kaçar?
Kitap sayısını artırmaktan çok ifademdeki pürüzleri gidermeye, taş üstüne taş koymaya çabalıyorum. Yoksa bir hedef, başkalarıyla rekabet gibi bir meramım yok.
SG: Peki kaç kitabın oldu, hatırlıyor musun?
kİ: Şu an hepsini sırala bana desen, inan, atladıklarım çıkacaktır. Kraliçe arı kaç arısı olduğunu bilmez büyük olasılık. Kovandaki faaliyetle ilgilidir. Kısaca kitap sayısını artırmaktan çok ifademdeki pürüzleri gidermeye, taş üstüne taş koymaya çabalıyorum. Yoksa bir hedef, başkalarıyla rekabet gibi bir meramım yok. Ama sanırım tek tek çıkanlar, sonradan birleşip başka adla bir aile kuranlar dahil ellinin üzerindedir şu an.
SG: Waliz Bir’de günlüklerin var. Şiir-günlük demek sanırım daha doğru olur. Şairce yazılmış, belki düzyazı-şiir denmesi gereken metinler olduğu gibi, o günler için yazılmış düpedüz şiirlerin de var. Sen Waliz Bir’in nasıl okunmasını istersin?
kİ: Bir tiyatro metnine yürüdü Waliz Bir yazıldıkça; tek kişilik bir oyuna dönüştü âdeta. İç konuşmalar günlük hayatımda özel bir yer tutar. Kendi kendime söyleşirim ben yüksek sesle. Onları yazmayı göze almıştım; bir de çoğu kez arkadaşlarıma anlattığım anıların kaybolup gitmesine gönlüm razı olmadı. Yaşamımı sorgulamak, geçmişi unutmamak, Alzheimer’a yenik düşmemek uğruna başladım Waliz’e. Önümüzdeki yıllarda da Waliz İki, Waliz Üç şeklinde büyüyerek gitmesinden yanayım. Elbette bir gün ‘Açık Waliz’i bulacaktır evime girenler; tamamlanıp kapatılamamış olan son Waliz. Böyle bir yapıda Waliz’in içi önemli; katlanıp konmuş küçük dokunuşlar, anılar, düşünceler tarihi sırasıyla izlenebileceği gibi tematik olarak yahut rastgele yöntemiyle de okunabilir. Bir sineği düşünün; evin içinde nereye gideceğini, nereye konacağını kestiremezsiniz. Bu kitaptaki metinler de benzer. Aynı kutunun, walizin içinde – ancak tedbirsiz ölçüde savruk ama bilinçli.
SG: Günlüklerde son zamanlarda yaşadığımız hayatın bazen önemli sorunlarına, bazen sıradan ayrıntılarına değiniyorsun. Günlük de böyle yazılmalı herhalde…
kİ: Günlük bazen okurun alanını aşıyor ve dikkatinin dağılmasını sağlıyor. Çünkü anlatılanlara, orada adı geçenlere yabancı durumda okur. Mesele, mesele neyse onu ortak bir zihinde, ortak bir sığınakta buluşturmak. Aynı hipnoza girmek. Özel olandaki genel geçeri, sıradanlığı, olağanlığı, özü, çekirdeği bulmak. Benim günlükten anladığım açıkçası bu.
Kendimi asla ayrıksı bulmadım; sadece başkalarının da içinden geçeni yazıya ve hayata uyarlamaya çalıştım.
SG: Oysa senin sıra dışı düşüncelerin, saptamaların da pek çok. Bunlar sana özgü elbette. “Sivil toplum örgütü sayılabilecek mezarlıklar” ya da “kentli faşizmi” diyorsun, cinsellik simgelerini âdeta iğdiş eden sözlerin var, “kusacak bir şey kalmadı” ya da “bizi vahşet emzirdi” diyorsun…
kİ: ‘Dışarıda ne var, başıma ne gelir’ diye dert edinmeden dışarıya çıkma özlemi, dışarısının bilinmezinin merakı, terk edene kızarken terk eden olmanın paradoksu, bu kibar öfke sayılabilir hepsi. Kendimi asla ayrıksı bulmadım; sadece başkalarının da içinden geçeni yazıya ve hayata uyarlamaya çalıştım. ‘Taşlama’ tarzını 2000’lere taşıma arzusu mu; belki de. İroniyi, groteski, absürdü sosyolojik çıkarımlardan uzaklaştırmadan, günceli de inceleyerek (hatta zevk alarak) kurgulamak ya da.
SG: Sen yalnızca şair değil, aynı zamanda entelektüel tutumunla da seçiliyorsun. Bir yazarın entelektüel tavrını göstermesinin biçimleri nelerdir?
kİ: Hobileri; düşünsel ve pratiğe bağlı hobilerin hem hayatı sevmeye, hem hayatı eleştirmeye hem de hayatı anlamaya, ona katlanmaya tarihsel bir boyut kazandırdığına inanıyorum. Elbette buradaki hobi kişisellikle birebir örtüşmüyor; eksiği, eklenecek olanı, tamamlayıcı unsuru didiklemekten yana kastım. İnsan kendini dinledi mi, buluyor bunları. Örneğin oturup araştırıyorsunuz; insanlık açısından hangi konuda çıplağım – diyelim opera alanına ne düşkünlüğünüz olmuş ne de o konuda bir düşünceniz, birikiminiz var; hemen oraya yönelmeli ve odaklanmalı. Şüphesiz yakın çevremde şaşkınlık yaratabiliyor bu tutum; dans edememe çekingenliğimi böyle kırmıştım gençken, ısrara bile gerek kalmadan piste atmıştım kendimi. Futbol, müzik, doğa, sinema, felsefe, bağımsız akımlar, alternatif hareketler hep bu yüzden ilgimi çekti.
SG: Bu ülkenin bizde yarattığı düş kırıklıkları onarılabilecek mi?
kİ: Hiç sanmıyorum. Beyliklerden Bey’e devşirilen, aynı çemberde yola devam eder. Başlangıca, game over’a döndüğünde de yeni bir şey bulmuş gibi aptalca mutlu olur. Tekrarın hastalık semptomu olarak kabul görmesi her yankının sonsuza dek süreceğini de garanti altına almaz ama yıpranan bir coğrafyanın hırpalanan insanları olarak kendi tedavimizden sorumluyuz şimdilik. Güvencemiz aklımız. Neyse ki o kontrolümüz altında.
SG: Deneme kitabının adı Her Şey Ayrı Yazılır ama günlüklerinin adı W ile Waliz bir. İkisinin nedenlerinden söz eder misin?
kİ: Deneme kitabında farklı başlıklar altında yeryüzü dökümleri yer alıyor; çoğu da birbiriyle ilişkisiz. Bu nedenle her şey ayrı yazıldı ayrı zamanlarda ayrı tutumlarla. Valizin Waliz’e dönüşümü ise yabancılaşmaya boyun eğmemeye çabalayan zekânın ve zihnin hafıza ile girdiği mücadeleden bir harf kaybederek çıkması denilebilir. İlki dışişleri, ikincisi içişleri üzerine yerleşti.
Gençken benim de bir listem vardı elbette; Nâzım’dan başlayıp Edip, Ece, Attilâ, Ataol diye uzanan – İlhan, Enis girdi sonra listeye.
SG: Sence bugün şiirimizin en önemli sorunu nedir?
kİ: Bence bugün şiirimizin en önemli sorunu hâlâ bu sorunun soruluyor olması. Espri bir yana; çok ciddi bir sorun görmüyorum ben ortada. Asıl sıkıntı editör azlığı. Yoksa ‘star’ şair peşinde koşulduğuna inanmıyorum. Yaşlı, genç, deneyimli, toy, ‘üstün’ yetenekli veya durağan birçok şairimiz var. Hayatta olanlar ve kaybettiklerimiz. Okur olarak zengin bir toplam önündeyiz. Burada sorun aramak sorun çıkartmaktır biraz da.
SG: Peki sevdiğin şairlerden söz etmek ister misin?
kİ: Gençken benim de bir listem vardı elbette; Nâzım’dan başlayıp Edip, Ece, Attilâ, Ataol diye uzanan – İlhan, Enis girdi sonra listeye. Derken bir takım kurmadığımı, maça çıkmadığımı fark ettim. Her şaire saygıyla yaklaşıyor, kimilerinde severek kalıyor, kimilerinden zarifçe ayrılıyorum şimdilerde. Buna yeni kuşak da dahil.
SG: Sonunda İstanbul’u bırakıp Bodrum’a gittin, 53 yaşında. Niçin?
kİ: İstanbul’la 53 yıl sonra boşandık. Çocuklarımız için arada görüşüyoruz, ama ilk aşkıma döndüm ben. On yedi yaşındayken burada sahilde bir gece tek başıma oturmuş, denize ‘sana âşık oldum, bir gün geleceğim sana, bekle beni’ demiştim. Sözümü tuttum sonunda. Herkes ilk aşkına dönse dünya çok daha güzel olur. İnan bana.
Fotoğraflar: Gülbin Eriş