1950’lerin başlarında kapitalizm ve onun atılım gücü emperyalizm, inançları hayatlarının sosyal ve iktisadi yapısında önemli bir yer edinen Ortadoğu Halkları üzerinde din temalı bir antikomünist propaganda arayışına girişti. Bu girişimin sonucu olarak bu topraklarda komünizm ekonomi-politik ve sınıfsal bağlamından koparılarak inançsızlık üzerine inşa edilmeye başlandı. “Müslümanlar” Kur’an’ın eşit paylaşımı esas alan ana mesajından uzaklaşarak kendilerini kapitalizmle değil, komünizmle mücadelenin içinde buldular. Bu yazıda; ‘’Komünizm dinsizlik midir?” ve “İslam ile Komünizm bağdaşır mı ?’’ sorularına cevap arayacağım.
Komünizm dinsizlik midir?
Komünizm, en geniş tanımıyla eşit paylaşım düzeni demektir. Sınıfsal tüm ayrımların ortadan kalktığı, üretim araçlarının (toprak, madenler, fabrikalar vb.) üzerinde herhangi bir özel mülkiyetin bulunmadığı, bu araçların mülkiyetinin üretici güçler arasında ortak olduğu, herkesten yeteneğine göre istifade edildiği ve herkese ihtiyacına göre dağıtım yapıldığı ekonomi-politik bir sistemdir. Özetle komünizm, ezen ve ezilen çelişkisinin bulunmadığı ve emeğin sömürülmediği bir yeryüzü cenneti hedefidir. Komünizm bir dine ya da imana mensubiyetin reddi değil; egemen ve ezen sınıfa mensubiyetin reddi ve kapitalist sömürü düzenine başkaldırıdır. Komünizm insanın sömürülmesine yol açan tüm olguları ele almış ve bunları sınıfsal bağlamında incelemiştir. Dolayısıyla komünizmin, din ile ilgili politik tutum oluştururken ürettiği her türlü ideolojist ve felsefi yaklaşım, söz konusu özneyle ezilenler ve sömürülenler arasında olan bağlamdan kaynaklanmaktadır. Karl Marx ve Friedrich Engels dinle ilgili tüm görüşlerini de ana eksen olarak bu bağlam üzerine inşa ederek ‘’Tarihsel ve Diyalektik Materyalizm’’ felsefi öğretisini ortaya koymuşlardır. Marx’ın yaşadığı dönemler, kilisenin ve ruhban sınıfının toplum üzerinde hayli etkin olduğu dönemlerdir. Bu dönemler Marx, içinde bulunduğun toplumun din anlayışını eleştirmiş ve ‘’Din bir afyondur. ’’1 sözünü söylemiştir. Marx’ın bu din tanımı, içinde yaşadığı dönemin din anlayışını esas alındığında gayet doğru bir tanımlamadır. Ancak burada bir ayrıntıyı kaçırmamak gerekir. Marx’ın bahsettiğini din, zulme karşı atılım gücünü prangalayan, cennetten arsa satan kilisenin dinidir. Nitekim 19. yüzyılda kilise burjuva ile yakın birliktelik kurarak mülkiyeti kutsal saydı ve buna dinsel bir kılıf geçirdi. Bir taraftan da kilise ‘’ Her şey Tanrı tarafından takdir edilmiş ve belirlenmiştir.’’ ilkesini insana kabul ettirdi. Aziz Pavlus bir konuşmasında bu konuyla ilgili şöyle diyor:
‘’Toplumda egemen olan düzene kim itiraz ederse; bu tıpkı kâinata olan düzene itiraz etmiş gibidir. Her düzen Tanrı’nın iradesinin ve dilemesinin tecellisidir. Zorbaların zulüm ve baskısından dolayı gerçekleşmeyen isteklere, her hak ve mahrumiyete ahirette ulaşılacaktır. Bir insanın bu dünyadaki hayatı ile o dünyadaki hayatı arasında seçim yapması gerekir.’’
Bu sözlerden de anlaşılacağı gibi dönemin kilisesi halkı zulme karşı direnmemeye, fakirliğe, ezilmişliğe ve mahrumiyete davet ediyordu. Ancak bunun yanında kapitalistlerin ve aristokrat ailelerin servetlerinden besleniyor hem de bundan mahrum olanların ellerinde bulunanları da alarak kendi egemenliğini sürdürüyordu. Özü itibarıyla mazlumun ve ezilmişin içli çığlığı olan Hıristiyanlık, 19. Yüzyılda egemen ve kapitalist sınıfın mümessili haline gelen bir afyona dönüşmüştü. Dolayısıyla sömürüye yol açan bu dinin kaldırılması gerekiyordu. Bu da ancak felsefi temelde dinin yerine koyulacak Tanrı’ya ve ahirete inancın insan üzerinden mevcut sömürü durumunu meşrulaştırmasına engel olacak bir felsefi akım olan Materyalizm ile mümkün olabilirdi.
Şu bir gerçektir ki; insanın zihin dünyasını, içinde yaşadığı toplumun sosyolojisinden bağımsız düşünemeyiz. Örneğin; Marx ve Engels’in içinde yaşadıkları toplumun dinini ve Tanrı anlayışını, Tanrı’ya veya dinlere karşı oldukları için değil; yaşadıkları toplumda kilisenin ve ruhban sınıfının halkı sömürüye ve eşitsizliğe karşı başkaldırıya teşvik etmediği, zulme karşı atılım gücünü prangaladığı için eleştirmiş ve mücadele edilecek bir olgu olarak değerlendirmişlerdir. Marx, içinde yaşadığı dönemin dinini ıstırap içindeki yarattığın acısını dindirecek bir afyon olarak değerlendirirken “hastalıkları yaratan ortam” değil; “bu ortamın yarattığı hastalıklardan” biri olarak görmektedir. Nitekim Aziz Pavlus’un da konuşmasında görüldüğü gibi: “Mazlum ve ezilmiş olmanız Tanrı’nın takdiridir. Bu dünyada acı çekerseniz, öteki dünyada cennetle ödüllendirileceksiniz.” şeklindeki özgür iradenin yerini alan “kadercilik”(fatalizm) anlayışına karşı çıktıkları için doğaya ve topluma ait tarihsel süreçlerin anlaşılmasında ve açıklanmasında materyalist bir felsefeye başvurmuşlardır.
Tarihsel Materyalizm, insan bilincinin mevcut maddi koşullar ve üretim ilişkileriyle doğrudan bağlantılı olduğunu, maddeyi belirleyenin düşünce değil, düşünceyi belirleyenin madde olduğunu ortaya koydu. Marx ve Engels, bu öğretiyi bir inanç veya inançsızlık temelinde değil; bir sınıf mücadelesi temelinde inşa etti. Marx ve Engels zihinsel süreçlerin varlığını reddetmedi ama bilincin temelde maddi koşulların ürünü ve yansıması olduğunu savundu. Yani Materyalizm, çoğunluk tarafından sanıldığı gibi “maddeye tapma değil” insanın bilincinin mevcut maddi ilişkilerinin bir yansıması olduğu ortaya koyan felsefi bir öğretidir. Marx’ın burada koyduğu öğreti ve ekonomi-politik sistem ile peygamberlerin yaptığı arasında öz olarak bir fark yoktur. Bu konuyla ilgili benzeri bir açıklamayı da Dr. Hikmet Kıvılcımlı yapmaktadır:
‘’Peygamberler, ne zaman toplumcul evrimin ağdalı, karmaşık akışından başları dara düşse; kendi çağlarında ‘tarihsel determinizmin’ en yüksek ifadesi olan (binlerce yıllık kutsallık geleneklerinin kabuğu içinde de bulunsa, bilim ve bilgi yüklü olan) ‘Allah’ yorumculuğuna sığınırlardı.Tıpkı modern sosyal devrimcilerin sıkıştıkça; “Bize ‘tarihsel determinizm’ yeter! ” deyip, demir-çarık, demir-asa bilim-devrim görevlerinde daha fazla yoğunlaştıkları gibi. Çünkü antik peygamberler de kendi ölçülerinde tarihsel devrim görevleriyle müjdelenmiş idiler. Tarihsel devrimler, en temelde üretici güçler determinizmiyle işleyen komüncül kollektif aksiyonlu insanın, kutsallaşmış (medeniyete geçiş: sınıflı topluma parçalanış) haliydi. Komün, Totemi’ni kutsallaştırıp onu kendi ruhu üzerinde egemenleştirir. Peygamberlerde bu ”Allah” şeklinde ortaya çıkar.”2
Dr. Kıvılcımlı aynı zamanda Muhammed peygamberin Allah yorumculuğu ile Marx ve Engels’in Tarihsel Materyalizmindeki benzerliklere dikkat çeker:
‘’Kur’an’dan yüzlerce yıl sonra, yaşamını tarihsel maddecilikte savaşarak geçirmiş bizim deyişlerimizle, Kur’an ayetlerinin paralelleşmesi tesadüf sayılabilir mi? Marks ve Engels bile, Allah’ı ve tek tanrılı dinleri, doğal olarak o günkü bilgileri ışığında “arz – talep – fiyat” kanunlarının yansıması olarak yorumlamışlardır. Çünkü henüz toplumsal gidişin en çok görünen üretici güçler kanununu keşfedebilmişler, onu da ancak kapitalizme uygulayabilmişlerdir. Allah’ın anlamı, bütünüyle irdelediğimizde daha iyi anlaşılacaktır ki; tamamıyla “Tarihsel Determinizmin” veya doğa ve insanın temel kanunlarının tümlüklü akışında kendini gösterir ve bulur. Evrimin bütünlüğü ortaya çıktıkça Allah daha iyi anlaşılır. Dolayısıyla Kur’an’ın ve Hz. Muhammed’in Allah’ı kavrayışı kendi çağı itibarıyla bilimcil değil sezi düzeyinde, doğa ve insanı tümlükle kapladığı için, alt şuurca Marks-Engels’inkinden daha derinliklidir, diyebiliriz. Bu öyle baki (ebedi) bir kanundur ki Muhammed’in kutsallaştırma sürecindeki “Allah” bile bu ebediliğin gelip geçici bir anını ifade eder. Marks-Engels’in maddi kutsallaştırma sürecindeki “Tarihsel maddecilik” de aynı şekilde… Proses (süreç) birinde “Allah-Kitap-Peygamber” olarak diğerinde “arz-talep-fiyat” kanunları olarak dile gelmiştir.’’3
Benzeri bir tanımlamayı İslam düşünce tarihinin anıt isimlerinden Dr. Muhammed İkbal de yapmıştır. İkbal, Marx için ‘’Cebrailsiz Peygamber’’ Das Kapital için de ‘’Cebrailsiz Kutsal Kitap’’ demiştir. Hatta Dr. İkbal, mana âleminde Lenin’i Allah ile diyaloğa sokarak en hayatî Kuran mesajlarını Lenin’in dilinden ifade koymaktadır. Dr. İkbal ‘’Lenin ve Allah’’ adlı şiirinde Lenin’e şunları söyler: “Ben tüm bu mermer ibadethanelerden bıktım. Git, bana ibadet için kerpiçten basit bir kulübe yap!” 4“Komünizm ve Karl Marx” adlı şiirinde ise “Rus halkının hareketi ve hararetli faaliyeti faydasız değildir.” der ve “İhtiyaçtan fazlasını infak edin ayet-i kerimesindeki hakikatler henüz ortaya çıkmamıştır, belki bu asırda (İkbal’e göre 20. Asır) meydana çıkar”5 temennisinde bulunur. (Bkz. Cebrailsiz Peygamber: Karl Marx/ Emre Ergül)
Sonuç olarak komünizmin, inanç veya inançsızlık bağlamında değerlendirilmesi doğru bir yaklaşım değildir. Komünizmin ”dinsizlik’’ olduğu algısı, kapitalizmin ve onun hamleci gücü emperyalizmin bu topraklarda din üzerinden yaptığı antikomünist propagandanın bir tezahürüdür. Bu konuyla ilgili daha ayrıntılı analizler için ‘’Komünist Müslüman’’ ve ‘’Karl Marx, Engels, Lenin ve Din’’ başlıklı yazılarımı okuyabilirsiniz.
İslam ile Komünizm bağdaşır mı?
İslam ve diğer tüm semavi dinler birer tarihsel devrimlerdir. Peygamberler de birer tarihsel devrimcilerdir. Dinler, imandan ziyade davranışı esas alır. İslam dininin temel ve ana kaynağı olan Kur’an’da, imanın temel şartı, iyiliğe ve barışa yönelik davranışlara (salih amel) bağlanmıştır. Erdemli davranışların olması imanın temel göstergesidir. İslam ana fikrini inanç ya da inançsızlık üzerine değil, ezen ve ezilen çelişkisi üzerine inşa etmiştir. Dinler, toplumlara doğrudan inanç aşılamak yerine, içinde doğduğu toplumun sosyolojik, kültürel ve iktisadi yapısını dönüştürme hedefini taşımıştır. Örneğin, İslam’ın ortaya çıktığı Mekke toplumu iktisadî olarak tefeci bezirgânların, sosyolojik olarak da erkek egemen ve köleci toplum yapısının yaygın olduğu bir yapıya sahipti. Mekke’de toplumsal adaletsizlik ile iktisadî ve sosyal eşitsizlik yaygındı. Kız çocukları diri diri toprağa gömülür, servet, kabile ve oğullarca üstün olanlar, insanlar üzerinde iktisadi ve sosyal hegemonya kurar, kadınlar köle ve cariye olarak alınıp satılırdı. Muhammed peygamber ise toplumda var olan bu bozuk gidişatı düzeltme hedefiyle beraber iktisadî ve sosyal eşitliğe dayalı bir toplum yapısı kurmaya çalışmıştır. Bunun o dönemki karşılığı tarihsel determinizmin en yüksek ifadesi olan ‘’Mülk Allah’ındır’’, yani kamundur söylemidir. Bu söylemin komünizmi çağrıştırdığını söylesek yeridir. Müslüman sosyalist bir devrimci olan şehit düşünür Mahmud Muhammed Taha bu konuyu şöyle izah etmektedir:
‘’Üretimi artırmak için üretim araçlarının mülkiyetinin tek bir kişiye ya da bir gruba verilmesi engellenmelidir. Hiçbir yurttaşın bahçesi olan bir ev, mobilya ve bir araba dışında mülkiyeti olmamalıdır. Bunun amacı bir kişinin mülkiyet sahibi olarak başka yurttaşların emeğini sömürmesini engellemektir. Bireysel mülkiyet, mülklerin faydasına sahip olmak anlamını taşımalıdır. Zira mülk Allah’ın ve bir bütün olarak toplumundur. Üretim arttıkça bölüşümdeki eşitlikte kusursuzlaşır ve farklılıklar minimum ve maksimum gelir dilimlerinin ikisini de artırarak azaltılır. Ancak bu ikisi arasındaki fark mutlak eşitliğe ulaşmak için aşamalı olarak daraltılır. Bu mutlak eşitliğe Allah’ın yardımı ve geniş kapasiteli üretimin sonucunda eriştikten sonra komünizme ulaşmış oluruz. Peygamber, kişisel hukuku şu ayetle uyuştuğu dönemde nihai komünizmi uygulamıştır: “Size ne vereceğinizi sorduklarında, ihtiyacınız olmayan her şeyi, yanıtını verin”(2:219)
Kur’an’ı Kerim’de ‘’Allah sizi Daru’s Selam’a çağırıyor’’ 6 yani sınırsız, sınıfsız savaşsız, saldırısız ve sömürüsüz bir “adalet ve barış yurdu” kurmaya çağırıyor denilmektedir. Bu yurt, içinde yaşadığımız bu dünyada olacaktır. Marx’ın hayalini kurduğu cennet ile Kur’an’ın betimlediği cennet birbirinin benzeridir. Peki, nasıl oldu da Türkiye’de kendisini müslüman olarak tanımlayan geniş halk kitleleri, komünizme karşı mesafe alarak mücadeleci bir anlayışa girişmişlerdir diye sorduğunuz zaman karşınıza ikilikli bir neden çıkacaktır. Birinci neden, özellikle Türkiyeli komünistlerin Marx’ın, Engels’in ve Lenin’in din olgusu karşısında aldıkları tutumu, içinde yaşadıkları dönemin şartlarından bağımsız değerlendirmiş, İslam’ın içindeki farklı felsefi ve politik eğilimleri görmezden gelerek ‘’Tek din var, bu din de afyon olan dindir’’ şeklinde yanlış bir düşünce sistematiği geliştirmişlerdir. Bununla beraber bu toprakların yerel devrimci dinamiklerini ve toplumsal yapısını göz ardı ederek ithal çerçevelere sıkı sıkıya sarılı, yenilenmeye açık olmayan batı aydınlanmacılığı gözlüklü bir ideolojik temel ortaya koyarak sosyolojik yanılgıya düşmüşlerdir.(Bkz. Devrimci Gericilik 1-2 / Emre Ergül)
İkinci neden ise CIA destekli kurulduğu aşikâr olan, kurucularının ve yöneticilerinin büyük çoğunluğunu ise toplum tarafından dini kanaat önderi olarak kabul görmüş kişilerin oluşturduğu Komünizmle Mücadele Dernekleri’dir. Bu derneklerin temel amacı, dini inançları yaşamlarının önemli bölümünü şekillendiren Türkiye halkları üzerinde, milliyetçilik ve din eksenli antikomünist propaganda yapmaktı. Nitekim bu derneklerin basına deklare ettiği kuruluş amacı: ‘’Milli bünyemizi meydana getiren ve kuvvetlendiren, millet olarak yaşamamızı sağlayan unsurları takviye ederek komünizmle fikir yoluyla mücadele etmek ve bu gayeye ulaşabilmek için tarihe, vatana ve Allah’a bağlılığı kökleştirmekti.’’ 7 Türkiyeli komünistlerin Türkiye halkları ile ilgili sosyolojik yanılgılarının farkına varan ve bunu fırsat bilen kapitalizm ve onun hamleci gücü emperyalizm, dünyada yükselişe geçen sosyalist devrimlerin bu topraklarda da vücut bulmasını engellemek için böyle bir strateji izleyerek başarıya ulaştı. Ve bu stratejinin sonucu olarak bu topraklarda hala ”Komünizm, Sosyalizm ve Devrim” denildiğinde çoğunluk tarafından ilk akla gelen şey “Dinsizlik, Allahsızlık ve Kitapsızlıktır.” Bu algının kırılmasıyla ilgili maalesef ne Komünist örgütlerden ne de İslamcı camialardan (2012 yılında Müslüman bir oluşum olarak kurulan ‘’Kapitalizmle Mücadele Derneklerini’’ bir kenara bırakırsak) hatırı sayılır bir hamle olmamıştır. Son olarak kendisini müslüman olarak tanımlayan kişilere şu soruları sormak istiyorum:
‘’Büyük Şeytan’’ tabirini kullandığınız ABD’nin başkanı Donald Trump geçtiğimiz aylarda ‘’Türkiye komünizme karşı mücadelede önemli bir ülkeydi. Türkiye komünizme karşı mücadelede ABD’li askerlerin yanında yer aldı.’’ açıklamalarını yaptı. Bu açıklamadan sonra kendisinin hem komünizmle hem de ABD ile mücadele ettiğini söyleyen Türkiyeli İslamcıların kafasında hiç soru işareti oluşmadı mı? Pekâlâ, oluşmadığını varsayarak şu soruyu sormak istiyorum: inandığınızı iddia ettiğiniz Kur’an; ‘’Köleleri özgürlüğüne kavuşturun’’8 , ‘’ Faiz yemeyin’’9 , ‘’İhtiyaçtan fazla malınızı dağıtın’’10 , ‘’Mal ve servet biriktirmeyin’’11 ,’’Mülk Allah’ındır’’12 yani kamunundur söylemiyle, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyete dayalı tekelleşmeyi ortadan kaldırmayı hedefleyen, insanların sadece ihtiyaçları doğrultusunda kazanımını destekleyen, emek sömürüsünü ve ucuz iş gücünü ortadan kaldırarak insanların metalaştırıldığı bir dünya düzenine karşı çıkan komünizme mi, yoksa işçinin emek gücünü satın alarak kâr elde eden, tekelleşmiş sermaye düzenini sürdürerek emek ve sermaye arasındaki uçuruma yola açan kapitalizme mi daha yakın? Ya da “Yeryüzünde sabit dağlar var etti. Orasını bereketlendirdi. Orada dört mevsim güç kuvvet kaynaklarını, isteyenler, ihtiyaç sahipleri eşit olarak yararlansın diye takdir etti.”13 diyerek üretim araçlarındaki eşitsizliği değil, eşitliği takdir eden Kur’an, üretim araçlarındaki ortakçılığı ve halkın ihtiyaçlarına göre üretim planını savunan komünizme mi, yoksa iktisadi temelini arz talep ilkesi doğrultusunda düzenleyen, üretim araçlarında özel mülkiyete dayalı bir anlayışı savunup bireyciliğe ve rekabete yol açan kapitalizme mi daha yakın? Ya da “Rızıkta üstün kılınanlar, yanlarındakiyle eşit hale gelmemek için onlara vermiyorlar, Allah’ın nimetlerini inkâr mı ediyorlar?”14 diyerek eşitlikçi paylaşımı esas alan Kur’an, bireyin ihtiyacı esasına dayalı paylaşımı esas alan komünizme mi, yoksa mevcut olanı çoğaltma ve biriktirme esasına dayalı kapitalizme mi daha yakın? Ya da ‘’Biz ezilenleri yeryüzünde önderler kılmak istiyoruz.’’15 diyen Kur’an, proleterlerin önderliğini savunan komünizme mi, yoksa egemenlerin ve sermaye sahiplerinin toplum üzerinde hegemonik ilişki kurmasına yol açan kapitalizme mi daha yakın? Kur’an ”İnsana emeğinden başkası yoktur.”16 ayetiyle sermayenin değil, emeğin değer üreteceğini söylemiştir. İnsanın tümüyle karşılığını alacağı tek şey kendi emeğidir. Kapitalizm ise bu süreçte emek gücünün 17 karşılığının sadece küçük bir kısmını verir. Büyük kısmı ise sermayenin başında olan patrona gitmektedir. Yani patron işçinin hem emeğini sömürmekte hem de o emekten kâr elde etmektedir. Bu bakış açısıyla olayı ele aldığınızda, komünizmin emeğe verdiği değer ve mülkiyete bakışı ile Kur’an’ın emek ve mülkiyete bakışı arasında herhangi bir fark olmadığını göreceksiniz. Tarihin akışı içerisinde maalesef ne komünistler Kur’an’ı anlayabilmişlerdir ne de müslümanlar komünizmi tanıyabilmişlerdir…
1- MARX, Karl, Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisine Katkı, Sol Yayınları, Ankara, 1997 Giriş: ‘’ Dinsel sıkıntı hem gerçek sıkıntıların bir dışa vurumu hem de gerçek sıkıntılara karşı bir protestodur. Din ruhsuz bir dünyanın ruhu olduğu gibi ıstırap içindeki yaratığın feryadı ve kalpsiz bir dünyanın kalbidir. Din halkın afyonudur.’’
2- KIVILCIMLI, Hikmet, Allah Peygamber Kitap, Sosyal İnsan Yayınları, İstanbul, 2014
3- A.g.e., s. 48.
4- İKBAL, Muhammed, Cebrail’in Kanadı (Bal-i Cibril), Kırkambar Kitaplığı, Çeviren: Ahmet Kızılkaya, İstanbul, 2000
5- İKBAL, Muhammed, Darb-ı Kelim (Musa Vuruşu), R.CD. Kalkınma ve İşbirliği Kültür Enstitüsü, Çeviren: Prof. Dr. Ali Nihad Tarlan, Ankara, 1968
6- Kur’an: Yunus, 25.
7- MEŞE, Ertuğrul, Komünizmle Mücadele Dernekleri, İletişim Yayınları, İstanbul, 2016
8- Kur’an: Beled 13.
9- Kur’an: Bakara 279, Al-i İmran 130.
10- Kur’an: Bakara 219.
11- Kur’an: Tevbe 34-35.
12- Kur’an: Zumer 6.
13- Kur’an: Fussilet 10.
14- Kur’an: Nahl 71.
15- Kur’an: Kasas 5.
16- Kur’an: Necm 39.
17- Emek gücü: İnsanın belli bir kullanım değeri üretirken harcadığı zihinsel ve fiziksel yeteneklerin bütünüdür. Emek gücü, bu bağlamda, işçinin pazarda kapitalist işletmeci ile karşılaşması ve belirli bir ücret karşılığında alınıp satılan bir metadır. Pazarda işçi ve patron, özgür bireyler olarak karşılaşırlar ve bu karşılaşmanın sonucunda biri emek gücünü satar öteki de satın alır.
Emre Ergül
E-Mail: [email protected]