Ahmet Davutoğlu, Tayyip Erdoğan tarafından halef ilan edildiği toplantıda kısa bir konuşma yaptı. “Büyük restorasyon hareketi hiçbir ara ve kesintiye
uğramadan devam edecektir” dedi. Ardından, “AKP köklü bir devlet geleneği içinde ortaya çıkmış ve bu köklü devlet geleneğini inşa ve ihya etmek için yola çıkmış bir kadronun hareketidir” diye ilave etti. Bugüne kadar ne Erdoğan’ın ağzından ne diğer AKP sözcülerinin yazı veya konuşmalarından duyduğumuz “restorasyon hareketi” tabirinin yanına köklü devlet geleneğini ihya ve inşa etmek misyonunu ilave edince, ortaya anlamlı bir siyasal hedef çıkıyor.
Bu hareket, yurtdışındaki gözlemcilerin aceleci bir yorumlamayla yeni-Osmanlıcı olarak tanımladıkları, Osmanlı İmparatorluğunun eski sınırları içinde Türkiye’nin yeniden bir merkez güç olmasını hedefleyen bir restorasyon değildir. Amaç, iki yüzyıllık Batılılaşma macerasının tahrip ettiği iddia edilen din ve devlet ilişkilerinin restorasyonudur. Din ile devletin birbirini tamamladığı, İsmail Kara’nın ifadesiyle “devletin dini, dinin de devleti gerektirdiği” bir yapıdır bu (Birikim, Temmuz-Ağustos 2014). Devletin yabancılaşmış elitlerin elinden kurtarılması, bu anlamda devletin ele geçirilmesi ve söylem ve görünüş itibarıyla Müslümanlaşmasıdır restorasyon. Bunu din devleti kurmak, şeriatı getirmek diye feryat figan yorumlamak ne kadar sığ bir analiz ise, “köklü devlet geleneğini inşa edecek” bu restorasyondan ileri bir demokratik kuruluş beklemek de ya aymazlıktır, ya da demagoji.
Bu ihyanın hedefi, “bizim medeniyetimiz”in yerli demokrasisi olarak tanımlayabileceğimiz bir yeni güç konsolidasyonudur. Birikim Dergisi’nin aynı sayısında Menderes Çınar, eski Kemalist, kültürel, Batıcı modernleşme paradigmasının yanlış, seçkinci, anti-demokratik ve adil olamayan bir politika olduğu ve Türkiye’nin her alanda önünü tıkadığı iddiasını hatırlatıyor. AKP’nin bu modernleşme paradigması yerine, yegane temsilcisi kendisinin olabileceği milli veya yerli modernleşme paradigmasının yürürlüğe girdiğini ilan ettiğini belirtiyor. Söz konusu olan bir yerli demokrasidir ve bu yerli/milli medeniyetin parçasıdır. Bilindiği gibi, yerli medeniyet, “bizim medeniyetimiz, İslam medeniyetidir”. Yıllardan beri Batı medeniyeti ile İslam medeniyetini yazılarında karşı karşıya getiren Davutoğlu, aşağılanan, dışlanan yerli, “bizim”, dolayısıyla sahici medeniyetin ihya edilmesinin iki yüzyıllık büzülme, içe kapanma parantezini kapatacağını birçok yazısında ve konuşmasında iddia etmişti. Bu parantezin kapanmasının, ihya sürecinin başlamasının devletle milleti yan yana getireceği (yerli demokrasi esas olarak budur) ve bundan yepyeni bir güç ve enerji üreyeceği kanaati bugün AKP organik aydınları arasında, özgüven patlamasının verdiği ivmeyle, çok yaygın.Seçilen cumhurbaşkanına “Milletin adamı” sıfatının yakıştırılması, bununla bağlantılı olan başkanlık sistemi projesi, kişiye odaklı güç ve iktidar anlayışının bir ihya projesi olarak anlamı, devletle bütünleşmiş iri, diri ve güçlü siyasal iktidardır.
Bu çerçeveden bakıldığında, Davutoğlu’nun başbakanlığa ve parti genel başkanlığına Erdoğan tarafından atanması, 12 yıldır devam eden AKP iktidarında konjonktürel bir karar olmayabilir. Erdoğan’ın “ustalık dönemi”nin aynı zamanda daha belirgin bir yerli medeniyet ihyası, bu anlamda bir İslamcılık politikası dönemi olacağının bir ön işareti olarak değerlendirilebilir. Davutoğlu bu açıdan elbette en anlamlı seçimdir. Bunun ne kadar başarılı olacağı, AKP seçmeninin ne kadarının böyle bir restorasyon projesini destekleyeceğini şimdilik bilmiyoruz. Ayrıca katı doktriner değerlendirmelerden hareketle yürütülen politikalarla nasıl büyük hatalar yapıldığını Davutoğlu dış politikası yeteri açıklıkla gösterdi. Bunun medeniyet restorasyonu konusunda da aynı sonucu vermesi mümkün.
Erdoğan’ın Davutoğlu’nu, Dışişleri Bakanlığı’ndaki bariz başarısızlığına rağmen halef olarak seçmesinin bir nedeni, Hüseyin Besli’nin Habertürk’te yayımlanan söyleşisinde yer alan bir tespitte belki yatıyor. Besli, yıllardır iktidarda olan AKP’nin hâlâ mazlumların temsilcisi rolünü oynamaya devam etmesini, “büyük bir ustalık” olarak yorumlayıp, kendi değerlendirmesine göre bunun püf noktasını veriyor: “(Erdoğan) dışarıda bir merkez icat etti bir nevi. Başlangıçta Türkiye içindeki merkeze karşı duruyordu. Şimdi ise dışarıda BM nezdinde saldıracağı merkez yarattı.(…) Bu siyaseten çok güçlü bir dil. Motivasyonunu ayakta tutuyor.” Bu tespit, aynı zamanda neden Davutoğlu sorusunu da kanımca aydınlatıyor. Dış politika AKP’nin mazlumların sesi olma kimliğini belirlemeye devam eden asli alan ise, İslamcı siyasetin etkinlik alanı olarak dış politikayı gören, Erdoğan’ın kelimeleriyle söylersek, “dış politikada vicdani boyutu öne çıkaran” Davutoğlu, bu siyasal duruş için en uygun isim değil midir? Nesnel olarak dış politikada ne kadar başarısız olursa olsun, sergilenen duruş iç politikada verimli bir malzeme olmaya devam ediyor şimdilik. Ne kadar devam edebilir onu kestirmek zor ama bu başarısızlığın faturası gelmeye başlayınca, bu duruşla durumu idare etmek kolay olmayabilir.
Bu politika duruşu, aynı zamanda, Batı’ya açık olmanın dış güçlerle işbirliği yapmak anlamına geldiği, yerli demokrasiyi ancak “buranın”, “bizim
medeniyetimizin” ve “köklü devlet geleneklerimizin” izin verdiği biçim ve çerçevede eleştirmenin meşru kabul edileceği bir dışlama ve temizlik de demektir. Bunun nasıl işlediğini Cumhuriyet tarihimizden gayet iyi biliyoruz. Bugün AKP söylemine hakim olan, Davutoğlu’nun da konuşmasında kullandığı “fitnetohumu ekmek isteyenler buna fırsat bulamayacak” ifadesi, tam da bu medeniyetin köklü ve güçlü devlet tahayyülüdür. Buradan muhakkak diktatörlüğe, teokrasiye, faşizme, vs.. gidilir demek, kuşkusuz oryantalist bir şablonculuktan başka bir anlam taşımayacaktır. Ama ihya edilmesi arzulanan medeniyetin merkezinde pederşahi bir otoriterizm olduğunu hepimiz biliyoruz.
Radikal