A.Renk ve İmaj
“Kızıllar ve siyahlara gönderildim.[1]”[2] diyen bir vicdan elçisinin sözlerinden çağa seslenen bir anlam üretebilmek için vahiy-kültür, söz-uygarlık ilişkisi üzerinde durmamız gerekmektedir. Bu nedenle renklerin kültür ve medeniyet havzasında kazandığı anlamları çözümlemek sevgi, acıma, adalet, akıl ve sağduyu uygarlığını inşa etmenin olmazsa olmazıdır.
Kırmızı, Türkçeye Arapçadan geçmiş bir sözcüktür. Türkçede genelde kızıl ve al kelimeleri kullanılmıştır.[3] Türkçede al ile ilgili olumlu ve olumsuz epey deyim ve atasözü kullanılmıştır.[4] Tüm kültürlerde renklerin psikolojik, dinsel ve ezoterik[5] anlamları vardır. Örneğin tasavvuf ekollerinden Halvetilikte mavi nefs-i emmâre,[6] sarı nefs-i levvâme,[7] kırmızı nefs-i mülheme,[8] siyah nefs-i mutmainne,[9] yeşil nefs-i râziye,[10] beyaz nefs-i marziyye,[11] renksizlik ise nefs-i kâmile[12] sembolleridir.[13] Renklerin sembolleşerek bir anlamı karşılaması bütünüyle tarihsel bir yakıştırma ve olgudur. Bu nedenle renkler üzerinden bir uygarlık gösterisi ve sosyal sınıflaşma anlatılır. Afrikalılar için beyaz kötülüğün, siyah iyiliğin alametidir. Ancak Batı’da beyaz saflık ve masumiyetin sembolüdür. Eski Türklerde beyaz yas rengi olurken Roma aristokrasisi[14] kendini toplumdan mor renkli elbiselerle ayırmıştır.[15] Osmanlı Döneminde Yahudi’ye mavi, Ermeni’ye kırmızı ve Müslümana sarı renkli ayakkabı giyme zorunluluğu getirilmesi yanında Müslüman olmayanların ev renklerinin siyaha boyanmasının emredilmesi tarihsel ve siyasal bir uygulamadır.[16]
Toplum kültürü içinde anlam farkları kazanan renkler dini metinlerde de yer almıştır. Çünkü dini yazılar toplumsal kültürün dışında bir şey değildir. Örneğin çöllerin egemen olduğu Arap coğrafyasında vaha, su, yaşam ve mutluluk denilince akla çöller içine gizlenmiş yemyeşil bahçeler gelir ki buna Araplar cennet derler. Bu nedenle yeşil renk Araplar ve Mezopotamya halkları arasında cennetin sembolüdür. Aynı kültürde kızıllık ateş rengidir; tehdit, korku ve buna bağlı gelişen tüm hareketlilikleri anlatan bir semboldür.[17] Ayrıca kırmızı insan üzerindeki en etkili renktir. Çünkü bu rengin olumlu imajı uyarıcı, heyecan verici, dinamizm kazandırıcı bir etkisi olması yanında aşk ateşinin yüzdeki yansımasıdır; ancak olumsuz imajı ise isyan, öfke[18] ve kin sembolü olmasıdır. Bu nedenle kırmızı, estetik görünümü dışında sembolik anlamlarıyla devrimci hareketlerin bayraklarına renk olmuştur.
Çiçeklerin efendisi olan gülün rengi kırmızıdır. Bu nedenle kırmızıya düşkünlük güzelliğe tutkunluktur. Arap şiirinde kırmızı yanak, dudak ve kan gibi anlamları karşılar. Bu nedenle gül ve lâle kırmızı olduklarından aşk ve şarabın, ateşli tutkunun, kan ve öfkenin rengidir. Şafak sökerken Güneşin kızıllığı ile ateş arasında ilgi kurulur. Yani kırmızılığın tavan yapması ateşin tüm görkemiyle kendini ortaya koyduğu andır. Şafak vaktinde sular bile kızıla çalar. Savaş ortamlarında bilhassa dökülen kanın yanında korku ve dehşet psikolojisini ele verir.
Elçi Muhammed’in İmam Ali’ye bir gün “Bir kimsenin senin aracılığınla doğru yolu bulması senin çöller veya vadiler dolusu kızıl develer sahibi olmandan daha değerlidir.”[19] dediği aktarılır. Buradaki kızıl deve/koyun kızıllığın olumlu imajıyla ilgilidir. Çünkü Araplar kızıl renkli deveyi çok severdi. Peygamber, Ebû Zer’e “Ey Ebû Zer, kızıl ve karalardan toplumsal sorumluluk bilincin dışında daha hayırlı değilsin.”[20] derken emekçi ve köle sınıfını aşağı görmenin egemen olduğu bir dünyaya eşitlik dersi verir. Çünkü çalışmaktan dolayı vücudu hararet yaptığı için teni kızaran ve siyahlığı nedeniyle köleliğe layık görülen insanların beyazlardan farklı olmadığını bin dört yüz yıl öncesinin dünyasında söylemek muhteşem bir zihniyet devrimidir. İşte bu nedenle elçi Muhammed’in Mekke ufuklarında esen ve dalga dalga yayılan ideolojisi toplumsal düzen üstünde esen kızıl rüzgâr olduğundan elçi Muhammed kızıl peygamber, son din kızıl İslâm ve vicdanların başkaldırısı kızıl kıyâmet olmuştur.
Kur’an, cennetteki yaşamı anlatırken giysilerin ipekten ve yeşil renkli olduğunu vurgular.[21] Bu durumda herkesin ipek giyebildiği eşitlikçi ortamda ipek giyilebileceği anlaşılmaktadır. Yani sosyal eşitlik olduktan sonra zengin yaşam sürmek ahlaki bir anlam kazanır. Ayrıca Arabistan’ın yeşil bahçe hasreti zihinlerdeki cennetin yeşil ile nitelenmesini sonuçlandırmıştır. Çünkü bir yerde yeşil varsa orada su, ağaç, kuş ve neşe vardır.
Rivayetlerde Peygamberin siyah elbiseye ilgi duyduğunun aktarılması[22] da elçi Muhammed’in kültür kodlarını taşır. Çöl ortamında insanların en hasret duyduğu vakit gecedir. Çünkü gece serinlik, rahatlama ve huzur demektir. Bu anlamları temsil eden siyah bir elbisenin onaylanması kültürel bir yaklaşımdır; tıpkı Batı’da siyahın matem rengi kabul edilmesi gibi. Peygamberin tercih ettiği renkler içinde kızıl da vardır. Peygamberin bir katır üstünde halka seslenirken üstünde kızıl renkli paltoya benzer bir elbise giydiği aktarılır.[23] Yani Peygamber renkler üzerinden siyasal ve ideolojik tavır alan ve renkleri çağının yakıştırdığı anlayış üzerinden anlamlandıran biridir.
Cennette yeşil renkli ipekli elbiselerin giyilmesi, gümüş bileziklerin takılması ve zihni uyuşturmayan şarapların içilmesi[24] mutluluk ve zenginliğin eşitçe paylaşıldığı bir düzenden söz etmekte, insanların özlemlerini dile getirmektedir. Ancak sembollerin zaman içinde anlam değişikliğine uğraması durumunda sembollere sarılmak yerine birliktelik ve adalet ruhunu yaşatan yeni semboller bulmalıyız. Örneğin hilal sembolü Allah, tevhit, birliktelik anlatmaktan çıkıp bir siyasal hareketin ırkçılık ve kutsal devlet anlayışının sembolüne dönüşünce hilali terk edip başka bir tevhit sembolü üretmeliyiz.
B. Tanrı’nın Boyası
“Ey Medine’nin Yahudi ve Hıristiyan toplulukları! Tanrı’nın boyası konusunda bir kez daha düşünün,[25] sevgi ve acımanın ilkelerinde birleşmiş topluluğa koşun. Dininize giren birini veya çocuklarınızı renkli sularda yıkayarak onların dininize girdiğini düşünmeyin. Hiçbir boya badana kişiyi Tanrı’nın verdiği doğallıktan uzaklaştıramaz. Çünkü Tanrı rengi sizden önce yaratarak insanları boyamıştır. Bu nedenle insanların derileri üzerinde yapacağınız değişimin bir anlamı olmayacaktır. İlla Tanrısal bir boyadan bahsedilecekse bu durum Yahudi veya Hıristiyan zihniyetiyle boyanmak değildir; tam aksine yeryüzünde Tanrısal karizma verilen kişi ve lider üretmekten geri duran İbrahim milletinin boyasıyla boyanmak Tanrı’nın boyasıdır.[26] Derinizi boyayan Tanrı zihniyetinizi de İbrahim milleti ideolojisiyle boyamak istemektedir. Bu sebeple Tanrı’dan daha güzel bir boyacıya hiç rastlayamazsınız?[27] En gerçek renklendirici olan Tanrı’nın İbrahim milleti boyasıyla kendinizi boyayın ve ‘Biz sadece vicdan, adalet, eşitlik, özgürlük, kardeşlik, dayanışma ve direniş için hem değerler üretir hem de eylem ortaya koyarız.’ deyin.[28]”[29] ayeti muhteşem mesajlar içeriyor. Yahudilerden Hıristiyanlara da geçen dine giriş banyosu geleneği ve daha sonraları Hıristiyanların sarımtrak bir suda çocukları yıkayarak Hıristiyanlaştırdıklarına inanmaları ayet tarafından boş bir uğraş olarak değerlendiriliyor. Bunun bir benzeri İslam’ı kabul eden birine gusül aldırma geleneğidir ki bu da tam bir Yahudileşme ve Hıristiyanlaşma örneğidir.
Kur’an eğer bir boyadan bahsedilecekse bunun Mezopotamya, Arabistan, Hindistan, Mısır coğrafyasında tanınan en karizmatik kişi olan İbrahim’in zihniyetiyle donanma olacağını söylemekte; İbrahim üzerinden siyasal, hukuksal, toplumsal, ekonomik yönlerden kariyer ve güç sahibi kimseleri vazgeçilmez, eleştirilemez, değiştirilemez, itiraz edilemez saymayı reddetmektedir. Kur’an, liderlere sorgusuz itaat edilmesi gerektiği fikrine karşı çıkar.[30]
Matüridi’ye göre Tanrı’nın boyası ile kastedilen Tanrı’nın her türlü yasasıdır.[31] Bu kanaate “Her çocuk kendi doğallığı içinde dünyaya gelir.”[32] hadisinden etkilenerek varır. Bu tespit doğru olsa da bağlamı içinde doğallığın ne olduğunu açıklamıyor. İlgili ayetin üç ayet öncesi İbrahim milleti tamlamasıyla renkten maksadın ne olduğuna dair işaret vardır aslında. Yani alt yapısı sevgi ve acıma olan değerler dizisine uygun yaşam biçimi ortaya koymak Kur’an açısından Tanrı’nın boyasıyla boyanmaktır.
Yukarıdaki ayette geçen sıbğa kelimesiyle içsel niteliklerimiz ve doğamıza dönüş vurgulanmaktadır. Kimi düşünürlere göre sıbğa insanı hayvanlıktan çıkaran akıldır.[33] Bu anlamlar yerine göre elbette doğrudur. Çünkü bir şeyin boyasıyla boyanma mecaz anlamlı bir anlatımdır. Medine Hıristiyanları, bebeği yedinci gün ma’mûriye dedikleri sarı renkli suyla vaftiz ederler ve böylece bebeğin Tanrısal nitelik kazandığını, hakiki Hıristiyan olduğunu düşünürlerdi.[34] Ayet bu eylemin gerçekçi olmadığını söylemektedir. İbrahim milleti ile boya arasında bir benzetim ilişkisi kurulması boyanın kumaşı değiştirdiği gibi İbrahim milleti ideolojisinin de insanı değiştirdiğine işaret etmek içindir.
Sıbğata’l-lah ifadesi “Tanrının boyasına bakın.”[35] diye çevrilmektedir. Ancak bir işin acele gerçekleştirilmesi sırasında işin emir kısmı söylenmeden doğrudan tümleç kullanılır. Örneğin “Çabucak kenara çekilin.” demek yerine kenara diye seslenmeye Arapçada tahzir cümlesi denir. Sıbğata’l-lah da böylesi bir tahzir cümlesidir. Bu durumda sıbğata’l-lah “Tanrı’nın boyasına koşun, İbrahim milletine girin,[36] merhamet değerleriyle donanın, aklınızı kullanarak hayvanlığınızın baskılarından kurtulun, hayvansı olmayı terk edip insanlaşın.” biçiminde anlamlar taşır.
C. Renklerin Mesajı
“Bulutların gökten su indirdiğini görmedin mi? Gökten inen suyla yeryüzü birbirinden farklı renkte meyveleri ortaya çıkardı. Dağlara baktığınızda onların arasında boydan boya beliren kızıl,[37] beyaz[38] ve siyahın tonlarıyla kaplanarak[39] renk renk olmuş yollar[40] görürsünüz. Renklerin dansını ve tonların farklılığını insanlar ile vahşi ve evcil hayvanlarda da görürsünüz. Tanrı’ya karşı gerçekten saygı duyanlar işte bu farklılıklarda görülen ve değiştirilemez nitelikte olan Tanrısal iz, belirti, işaret ve kanıtı okuyabilenlerdir. Çünkü sadece bilginin heyecanını taşıyanlarda Tanrı’ya karşı saygıyla dolu bir ürperti oluşur.[41] Onur, değer, el üstünde tutulma ve bağışlanma istiyorsanız Tanrı’nın niteliklerinin bambaşka biçimlerde yansıdığı toplumun farklılıklarını heyecan ve hayranlıkla görün, toplumun kültürel ve biyolojik genetiğiyle barış içinde yaşayın.“[42] ayetinde doğanın renk renk olması ile toplumun çeşitliği arasında ilgi kurulmaktadır.[43] Doğaya karşı nasıl bir hayranlık içinde oluyorsak kültürel ve biyolojik farklılığa da aynı ürpertiyi içimizde duymamız istenmektedir. Çünkü Tanrı isteseydi yeryüzünü dümdüz, doğayı tek renk, insanları tek cins, toplulukları tek kavim, inançları tek din ve insanları tek renk yapabilirdi. Ancak tekliği kendine ait yaparken evren ve doğa ile canlı ve cansızları çok çeşitli yaratmıştır. Ayette bilinçli varlık olan insanın bu çeşitliliği görüp Tanrı’ya hayran kalması ve içindeki Tanrısal kodlara dönmesi istenmektedir. Zira içimizde de bambaşka duygu ve düşünceler taşırız. Bunların her biri bizi heyecanlandırmalı, insan olmanın gereği olarak yerine göre o duygu ve düşünceyi kullanmalıyız. Yani çocuğumuza şefkat, eşimize şehvet, ailemize merhamet, büyüğümüze saygı, küçüğümüze sevgi, saldırıya karşı korunma, muhtaca yardım, bilgi paylaşımı, cimrilikle savaş, sömürüye isyan, hakkı yenilenle dayanışma ve zulme karşı direniş gibi tüm içsel özelliklerimiz birer Tanrısal kod olduğundan bunların varlığı bizi insanlaştırdığı için heyecan duymalıyız. Ayrıca insan yeteneklerini ne kadar geliştirirse iradesini de o kadar kullanacağı için yeteneklerini geliştirme imkânı olmayan diğer varlık türüne karşı insanın sorumluluğu da artmaktadır.
D. İlim ve Âlim
İlgili ayette güncel bir sözcük olan ulemâ kelimesinin geçmesi bu kelimeyi irdelememizi gerektirmektedir. İlim, bir şeyi kendi gerçekliği ile kavramaktır; sanma, tahmin ve şüphe taşımayan bilgiye ilim denir. Bu nedenle Kur’an yalansız, isabetli ve dosdoğru bilgiyi ilim kelimesiyle anlatır.[44] Bu durumda âlim[45] doğruluk ve netliği kesin olan bilgiye ulaşan; ulemâ[46] ise olası şüpheleri yok etmiş kesin bilgi sahipleri demektir. İbn-i Fâris ilmi tanımlarken “Bir şeyi kendisine ait olmayan şeyden ayıran iz ve işarettir.”[47] demiştir. Yani ona göre ilim bir karar verirken hükmün arka plan ve görünmez taraflarını birbirine bağlayabilme donanımıdır. Verilerin Kur’an’ın tanımladığı ilim olması için zihnimizde öncelikle sürekli ve yenilenmeye açık bir yaklaşım biçimi olmalıdır. En nihayetinde ilim varılan bir kararın neden-sonuç ilişkisini, amaç-araç bağını kavrayarak üretilen sağlam bilgidir. İlim denilen sağlıklı bilgi donanımı bilgi edinmenin amaç olmadığını, bilginin göstergeleri çözümleme aracı olduğunu öğretir. Bu nedenle toplumda değer kazananlar zansız, sanmasız, kesin ve net bilgide derinleşenlerdir.[48] Bilgide derinleşmenin meyvesi bürokratik otoriteleri[49] yıkıp bilginin karizmasını inşa etmektir.[50] İlim sahibi olmayı google’dan aktarım yapma veya kitap yüklü eşek olmanın dışında aramak gerekir.[51]
İlim, âlim bahsi ciddi analiz gerektiren bir konudur. Bu bağlamda Arap dilini incelediğimizde bir konuda bilgi ve tanımanın üst düzeye ulaşmasına basîret; bilgileri karıştırmaktan kurtulup her yönüyle kavramaya dirâye(t) denir. Arapçada Fiâle kalıbı, kelimenin kapsamlı oluşu ve kuşatıcılığını belirtir.[52] Bu nedenle dirâye(t) ilim’den daha ileri bir kavramdır. Bir şeyi bilmek[53] ile bir şeyi kuşatmak[54] arasındaki fark anlaşılırsa ilim, âlim ve ulemâ daha iyi anlaşılır kanaatindeyim. Bir şeyin çevresini tamamıyla kuşatmaya ihâtâ/muhît denir. Bu nedenle Tanrı’nın kuşatıcılığı her şeyi kapsar.[55] Kuşatıcı olmak kader belirleme ve yönetme gücünü de verir. Ayrıca bütünüyle kuşatmak her şeyi her yönü ile bilmeyi de sonuçlandırır. Tanrı bu alt yapıya sahip olduğundan bilgisiyle kuşattığı[56] gibi gücü ile de kuşatır.[57] Tanrı’nın gerçeğe nankörlük edenleri kuşatması[58] ile yeryüzünün tüm ganimetlerini kuşatması varlığın her şeyini bilmeyen ve varlığın kendini üretemeyen birine Tanrı denilemeyeceğini anlatır.
İlim görülen ve görülmeyen şeyler için kullanılabilirken tanıklık (şehâdet) sadece görülebilenler veya duyu organlarıyla algılanabilenler için kullanılır. Bu nedenle şâhid-gâib/tanık-kayıp birbirinin çelişik kavramlarıdır. Tanrı’nın âlim olması[59] demek hiçbir tereddüt, şüphe ve olasılık taşımayan en kesin bilgiye sahip olması demektir.[60] Bunda Tanrı’nın her şeyi kuşatıcı olması yatar. Yani işin doğasında kişinin kuşatıcılığı ne kadar artarsa kesin bilgiye yaklaşması da o kadar netleşir
F. Renk, Mülkiyet ve Sınıf
“Musa’ya ‘Seni besleyip büyüten, donatıp eğiten Tanrı’na söyle de bizden istediği sığırın rengi nasılmış?’ dediler. Musa onlara ‘Bakınca insanın içini açan, bakmaya doyulmaz olan,[61] rengi de sapsarı olan bir sığırdır.’[62] dedi.”[63] ayeti alımlı bir ineğin kesilmesi benzetmesi üzerinden mülkiyet tutkusundan vazgeçmenin gereğini dillendiriyor. Çünkü bakara, Mısır’ın mülk tanrısının sembolüdür. Kur’an’da “Güneş ve onun göz alıcı aydınlığı tanık olsun ki”[64] vurgusunun yapılması dikkate alındığında açıktan yaşam kaynağı olan Güneşin dipten ise ekonominin ana dinamiği olan altının dikkate sunulduğunu gösterir. Sarı renkli buzağıyla kastedilen şey de en değerli mülkiyet taşınırı olan altındır. Tanrı en sevilen şeyin verilmesini sarı inek benzetmesi üzerinden örneklemektedir. Ayrıca ayette geçen bakara sadece sığır anlamıyla ele alınamaz. Çünkü Arapçada kişinin tüm mal varlığı ve ailesi birlikte kastedildiğinde bakara sözcüğü kullanılır.[65] Yani neyimizi toplum yararına yönlendirelim diyenlere en sevdiğiniz malınızı, altınınızı veya ailenizden en sevdiklerinizi toplum yararına verin ve yönlendirin denilmektedir. Bu bağlamda sarı sığır sarı sarı altının bizzat kendidir.
Hadis diye aktarılan sözler arasında sarı rengin kâfir kıyafetinin rengi diyerek yasaklandığı rivayeti bir ilkeyi anlatır,[66] bir renk düşmanlığını değil. Çünkü gerçekleri örterek gerçeklerin açığa çıkmasını engelleyenlerin sarı rengi tercih ettiği bir ortamda renk ideolojik bir anlam kazandığı için yeni bir toplum inşa eden elçi Muhammed toplumuna ideolojik bir bilinç kazandırmak maksadıyla protest[67] duruş sergilemiştir. Ayrıca ilgili rivayet sarının altın ve sınıflaşma sembolüne dönüşmesi nedeniyle sarı üzerinden ayrışma ve farklılaşmaya tepkidir. Bunun bir benzeri olarak ipeğin yasaklanması[68] da ipeğin servet ve seçkinlik sahibi olmanın sembolü olmasıdır. Ayrıca hadislerde beyaz elbisenin özendirilmesi[69] beyazın kutsallığını değil hiçbir kimlik yansıtmayan, sınıfsızlığı gösteren bir anlam taşıması dolayısıyladır. Hacda da bu nedenle tüm rütbe ve makamlardan arınmayı, herkesin birbiriyle eşitliğini gösteren sembol beyaz elbisedir. Ölüm de en büyük eşitleyici olduğundan ölenler kravatlı, takım elbiseli ve asker elbiseli gömülmezler. Savaş meydanlarında ölenlerin elbiseleriyle ve yıkanmadan gömülmesi tamamen sağlık nedeniyledir. Uhut savaşında ölen bir sahabenin naaşının Medine’ye getirilmesi demek etrafın koku kaplaması ve cesedin mikrop saçması demekti.
G. Âyet ve Alâmet
“Yıldızlarla yollarınızı bulduğunuz gibi iz takip ederek, işaretlere bakarak, kanıtları inceleyerek, vicdani yasalarla uyumlu hareket ederek ve ilkeli duruş ortaya koyarak yolun hangisinin doğru olduğunu bulabilirsiniz.”[70] ayetinde geçen alâmet, bir kimseyi bir yere bağlayarak tutsak etmek anlamındadır. İnsanlığın istese veya istemese de söküp atamayacağı, kendi kontrolü dışında var olan her gerçeklik varoluşun sürekliliğine ve yaratılışın yenilenerek devam ettiğine dair birer işarettir, yani ayettir. Doğum, ölüm, yeme-içme, cinsellik, sevgi, nefret, adalet, hasret, dünyanın dönmesi, nefes alma zorunluluğumuz, tuvalet ihtiyacımız değişmez ve değiştirilemez tutsaklığımız olduğu için bu gerçeklikler bizi tasarlayan üst bir gücün varlığını gösteren birer ayettir. Çünkü Araplar, “Bir yere bağladım.”[71] derken ayet’in bir türevini kullanır. Ayet kelimesinin aslı âyiyetun’dan geldiği için ayete de alâmet denilmektedir. Bir şeyin olacağının belirtisine alamet, sonucuna eser denir. Yağmurun alâmeti bulut, yağmurun eseri sel ve çamurdur. Bu bağlamda evrenin işleyişinde etkili olan ve değiştirilemez niteliği bulunan yasalara âyet denilir. Ayrıca kişilerin yaşamlarını olumlu anlamda dizayn eden, vicdan ve önyargısız akılla da doğruluğu kabul edilen ilkeler[72] de âyettir. Bu bağlamda ayetler hem biyoloji, psikoloji ve vicdanda hem de evrende değişmez sımsıkı yasa ve ilkelerdir.[73] Tanrı’nın evren ve yeryüzüne yerleştirdiği renkler de bu nedenle bir âyettir. Kur’an, bal arısının karnından değişik renklerde bal çıktığını anlatırken arının bal yapmasını ve balın kendisini birer ayet diye niteler.[74] Yani varoluş süreci ve varoluşa katkı sağlayan her şey hem alâmet hem âyettir. Bilhassa renkler içimizde sevinç uyandırması, duygularımıza çevirmen olmasıyla Tanrı-insan ilişkisinde mükemmel bir ayettir.
I. Ulu’l-Elbâb
“Bulutlardan yeryüzüne yağmurun inmesi, yere inen yağmur sularının kaynaklar oluşturarak akması, akan sulardan renk renk ekin ve bitkilerin çıkması, bütün bunlardan sonra bitki ve ekinlerin sararıp solmasını görmezler mi? Bu göz önündeki döngüde vicdanının sesini dinleyen, aklını peynir ekmekle yemeyen, içindeki sese kulak veren, aklından zoru olmayan, aklını vicdanının kontrolünde işleten, akılını önyargılara teslim etmeyenler[75] için çıkarılacak dersler vardır.”[76] ayetinde lübb sözcüğü öne çıkar. Bir şeyin en seçkin, en değerli yanına lübâb denildiği için akla da lübb denilmiştir. Mecazen yamuk, yanlış ve hile yapmayan; aldanmayan, aldatmayan ve aldatılmayan sağlıklı akla lübb denir.[77] Her lübb bir akıldır, ama her akıl bir lübb değildir. Zira akıl iyi-kötü, güzel-çirkin, yararlı-zararlı olanları ayırma ve ona göre karar verme yeteneğidir. Ancak aklın lübb niteliği kazanabilmesi için adalet, barış, özgürlük, eşitlik, kardeşlik, sevgi, acıma, paylaşım, direniş gibi temel insani değerleri aktif biçimde işletmesi gerekmektedir. Bu nedenle Kur’an, anlam derinlik ve inceliğini, olayların arka plân analizlerini, görülenlerin ötesindeki görülmeyenleri kavrama gücünü;[78] iyi, güzel ve faydalı olanı ayrıştırmayı[79] gerçek anlamda lübb sahiplerinin ortaya koyabileceğini söyler.[80] Lübb, katıksızlığı anlatmasıyla ön yargılardan arınmışlığı da içerir. Bu bağlamda lübb sahibi olmak önyargısız bir akıl sahibi olmaktır.
Yukarıda işaret edildiği gibi elbâb, aklın tüm işlemlerini içerir. Arapça’da lebbe, bir şeyin en değerli tarafını veya değişmez nitelikteki gerekli yönünü kasteder. Bu nedenle akıl için lübb denilmiştir. Zira akıl da insanın en değişmez ve en değerli yanıdır. Ayette lübb’un çoğulunun (elbâb) dillendirilmesi toplumda aklını sağlıklı kullananların çoğalması gerektiğine vurgu yapması yanında aklın sağlıklı işletim sistemi olarak çalışmasını sağlayan tüm tamamlayıcı parçalara bir göndermedir. Çünkü hayal, kelime hazinesi, zihinde resim çizme, duygusallıktan uzak duruş, vicdan değerlerine bağlı yargı üretme gibi tüm içsel işlemler akıl sağlığının üretim mekanizmalarıdır.
Araplar akıllı ve zeki olmaya lebâb, gerdanlığın takıldığı yere lebeb (ç. elbâb), bir işe girişmeye telebbub, İnsanın içindeki kötülük dürtülerini engelleyen her türlü içsel duyuş, anlayış ve hazır buluşlara lübb derler. Bu durum vicdan ve akıl diye ortaya konan insani özelliklerdir. Geleneklerde ata gem vurmaya hük(ü)m, deve semerinin takılmasını engelleyen kayışa lübb denir.[81] Yani kişinin kendini frenlemesine, oto-kontrol içinde olmasına hikmet denirken azmış birini ceza yöntemiyle durdurmaya hük(ü)m, toplumda yanlışlar yaparak toplumu rahatsız etmeye çalışanları engellemeye hükûmet denir. Bitkinin yerden bitip büyüdüğü gibi vicdan ve aklın insanda karaktere dönüşmesi sürecine lübb denir. Lübb sahibi olmak vicdanının sesini dinleyen, içindeki sese kulak veren, aklını peynir ekmekle yemeyen kimse olmaktır. Kur’an, akıl sahiplerini renkler üzerinde de kafa yormalarını davet etmektedir.
H. Renk, Halk ve Dil
“Evren ve yer kürenin hem yaratılması hem de niteliklerinin belirlenmiş oran ve miktarda bulunması;[82] renkleriniz ile dillerinizin birbirinden farklı olması[83] Tanrı’nın başka varlıklar tarafından değiştirilemez olan iz, işaret, belirti ve kanıtıdır.[84] Yeryüzü, evren ve insanlıktaki farklılıklar konusunda kafa yoran ve bunun önemini kavrayanlar için hem insanlığın kültürel ve fizyolojik tarihi hem de evren ve doğanın oluşumu konusunda araştırıp ortaya çıkaracağı bilgiler vardır.”[85] ayeti hiçbir dil ve rengin ötekinden üstün veya geri olmadığını, Tanrı tarafından tüm dil ve renklerin eşit değerde olduğunu belirtmektedir. İlgili ayette halk kelimesi ayetin omurga kavramıdır. Bu sözcük Araplarda çok kalabalık topluluk için de kullanılır. Halk, Tanrı’nın yaratmasına veya yaratma eyleminin kendine denir[86] ve Tanrı yaratanların en güzelidir.[87] Çünkü Tanrı kendisi dışında kalan varlıklara da yaratma[88] niteliği vermiştir. [89] Ancak Tanrı’nın yaratması yoktan var edip sonra vardan yine var etmesidir; ancak insan ve diğer canlıların yaratması Tanrı’nın yasasını işleterek bilinçli veya bilinçsiz biçimde yaratmaya katılmasıdır.[90]
Halk, “miktar, oran” demektir. Tüm parçaları arasında eşitlik olan büyük ve düz kaya parçasına halka denir. Kişinin karakteri haline getirdiği alışkanlık ve davranışlara hul(u)k denir.[91] “Bu bizden öncekilerin alışkanlığa dönüştürdükleri karakteristik davranışlarıdır.[92]”[93] çıkışında da hulk sözcüğü vardır. Kusursuz bir ölçü ve oranda yaratılmış olmaya muhallak denir. Araplar “Bu ölçülü bir sözdür.”[94] derken açık, anlaşılır ve tatlı söyleyişli bir anlatıma da mahluk demişlerdir. Çünkü sözün hem anlamı karşılayacak kelime yeterliliği ve anlama uygun kelime seçimi hem de ruhu okşayan tatlı söylenişi dikkate alınarak söylenmesi bir oran ve miktar işidir. Yani hiçbir söz israfı yapmadan gerektiği kadar kelime ve gerektiği oranda süslü söyleyiş kullanılmış olduğundan bu tür sözlere de mahlûk denir. Taktir; ölçü, oran ve miktarın önceden belirlenmesidir. Halaka’l-kelâm, sözü orantılı ve ölçülü söyledi, demektir. İnsan, Tanrı’nın izin verdiği yaratma niteliğiyle varlığın formunu bozsa bile önünde duran malzemenin dışında yoktan var ederek üretme gücüne sahip değildir.
İ. Renk ve Faşizm
“Tanrı sizin için yeryüzünde birbirinden farklı renkler yarattı ve bambaşka tonları birbiriyle orantılı biçimde ortaya koydu.[95] Onur, saygınlık, duruş ve değerini yükseltmek isteyen bir kavim için doğanın renk renk oluşundan çıkarılacak işaret, iz, kanıt, belirti ve göstergeler[96] vardır.”[97] ayetine göre birey ve toplumun onur, değer ve duruşu çoğulcu toplum yapısında gizlidir. Yani farklılıklardan rahatsızlık duyan, tek tipçi, kendine benzemeyenlerin yaşam alanlarını sınırlandıran bir anlayış ve uygulama Tanrı’nın reddettiği bir durumdur. Kur’an doğadaki renkliliği örnek vererek çoğulcu, özgürlükçü ve eşitlikçi bir toplumun inşa edilmesine vurgu yapmaktadır. Çünkü Tanrı hiçbir rengi yadsımadan[98] tüm renklere eşit koşullarda yaşam olanakları sunuyor. Bu gerçeklik ve olgudan hareketle de insanlık ailesindeki tüm çeşitliliğin saygı ve doğal hakkın gereği olarak eşitçe ve bir arada bulunmasına imkân sunulmalıdır. Kendine Müslüman diyenlerin sosyo-politik[99] tercihleri bu nedenle eşitlik temeli üzerine yükselen çoğulcu ve özgürlükçü toplumdur. Farklılığa tahammülü olmayan tüm tekçiler hem birer faşisttir hem de Kur’an’ın sosyo-politik ideolojisiyle savaşan müşriklerdir.
Unutulmasın ki şirkin babası[100] namaz kılan, oruç tutan, hac yapan, zekât veren, kurban kesen, karısını tesettüre girdiren, çok kadınla evlenen, sarık sarıp cüppe giyen ve Tanrı’nın tekliğine inanan biridir. Çağımızda namaz kılıp oruç tutmasına, haccedip kurban kesmesine, karısını tesettüre girdirip zekât vermesine, din adına koşturup bağışlar yapmasına, inancı için ailesini ihmal edip zamanını dini kurumların yapılmasına harcamasına rağmen şirkten kurtulmayan milyonlar vardır. Çünkü Kur’an’ın hasenat dediği gruba giren ritüellerle hiçbir zaman birey ve toplumda kurtarıcı nitelik kazanılmaz. Bunlar kişisel gelişimde etkili olsalar da toplumsal nizamın kurulmasında tesirli olmazlar. Zira kadın ve erkeğin birbiriyle tam anlamıyla eşitliğini; çocuk, hayvan ve insan haklarına saygılı davranmayı, farklı dillerin devlet tarafından resmen kabul edilip resmi kurumlar ve okullarda farklı dillerde eğitim yapılmasını savunan; dinsel, mezhepsel ve kültürel kıyafetlerin özgürce her yerde giyilmesini isteyen; mülkiyette eşitlikçi bir ekonomik yapıyı benimseyip özünde bir kimlik dayatması olan milliyetçilik gibi ayrımcı bir ideolojiyi reddeden, banka kölelikleri ile faizci ve borsacı yapılanmaya karşı paylaşımcı ve çok ortaklı ekonomik sistemi tercih eden; devletin din, mezhep, ideoloji, felsefe, ahlak anlayışı, yaşam biçimi, kıyafet zorunluluğu, biat ve itaat dayatmalarına karşı duran kimseye Müslüman denir. Bu kimse ömründe hiçbir namaz kılmasa, oruç tutmasa, kurban kesmese ve hac yapmasa; hiçbir zaman sarık sarıp cüppe giymese, ömründe hiç başını örtmese de Tanrı’nın en saygın kuludur. Çünkü bahsi geçen davranışlara Kur’an sâlihât[101] demekte ve amel-i sâlih[102] nitelemesiyle sürekli gündemde tutmaktadır. Bu bağlamda yurt, dil, sembol ve kimlik tekçiliği ve dayatması yapmak Kur’anla çatışan katıksız faşizmdir. Tek sendika, tek parti, tek mezhep, tek cinsiyet, tek din, tek okul tipi, tek insan tipi, tek tarih yorumu, tek yönetici iddiasında bulunmak Tanrı’nın renk renk yaratışından onur, saygınlık, duruş ve değer dersi çıkarmamaktır. Yani özgürlük, çoğulculuk ve eşitlik karşıtı her türlü zihniyet ve eylem onursuzluk, saygınlığını kaybetme, parçalanma, dağılma ve değerini ayaklar altında çiğnetme sonucunu verir. Kur’an anlayışı hiçbir mezhebin tekelinde olamayacağı gibi Peygamber, sünnet ve hadis meseleleri de birilerinin dayatmalarını kabul ettirmesini kaldıramaz. Eğer bu tarzda tek tipçi zorbalıklar alıp başını giderse o beldenin halkı karanlıklara boğulur. İslam ve iman barış ve güven toplumu oluşturma projesi olduğundan bu hedefe yönelik tüm katkılar vicdan, insan, ahlak ve Tanrı tarafından kabul gören çabalardır. Bu nedenle Kur’an’ın karşıtı komünizm,[103] demokrasi,[104] sosyalizm[105] ve cumhuriyet[106] değil; totaliterlik,[107] otoriterlik,[108] despotizm,[109] diktatörlük[110] ve faşizmdir.[111]
J. Rengârenk Bal
“Varlıkların yazılım ve donanımını yapan, besleyip büyüten Tanrı bal arısının içgüdüsüne belli kodları yerleştirdiği için arı dağlar, ağaçlar ve kovanlarda kendine yuva yapmakta; meyvelerden beslenmekte ve kodlarıyla uyumlu biçimde yolunu bulmaktadır. Böylece bal arılarının karnında insanlar için sağlık kaynağı olan renk renk ballar çıkar. Bal arısının bal yapma süreci ile balın kendisine dikkatle bakan, görünenin arkasındaki görünmeyen planlama ve çeşitliliği görebilen bir kavmin derin derin düşüncelere dalacağı kesindir.[112]”[113] ayeti bal arısının harikalığını dile getirir. Çünkü bir bal arısı bir günde ortalama yirmi bin çiçeğe uğrar, iki aylık ömründe iki bin kilometre yol alır ve ortalama elli gram bal yapar. Balı yapan arının yaptığı bala potasyum,[114] kalsiyum,[115] magnezyum,[116] sodyum[117] ve fosfor[118] gibi element[119] ve mineralleri[120] dengeleyerek katacak kimya bilgisi olmadığı gibi balına demir, çinko, iyot[121] ve bakır karıştıracak ve mükemmel vitaminli bir gıda üretecek zihinsel donanımı da yoktur. Ancak ortaya çıkan gerçeklik hakiki balın tüm bu özellikleri taşımasıdır. Arının kendisi, balın üretimi ve balın faydaları düşünüldüğünde ortada mükemmel bir Tanrısal kodlama görülmektedir. İlginç olan balın niteliklerini anlatarak kariyer ve para kazanan kimyacı ve tüccarlar bir yanda durup arıya övgüler dizerken yaptığı balın kimyasal hassas dengelerine dair hiçbir bilimsel bilgi sahibi olmayan arı bal yapmaya devam etmektedir. İşte arının kodlanmış bilgiye sahip olmasına vahiy denir. Ayrıca yaratmanın Tanrı yanında diğer varlıklar tarafından da gerçekleştirildiği görülmektedir. Yani Tanrının kudret ve sanat sergisinde arı bir sanatkârlık yapmakta ancak bunu içgüdüsel[122] bir planlama içinde gerçekleştirmektedir. Böylece Tanrı ile arı birlikte bal üretmektedir. Olanakları Tanrı sunmakta, arı da malzemeleri birleştirip balı yapmaktadır. Böylece Tanrı gibi arı da yaratıcı olmuştur.[123] Bal arısının fıtrat denilen genetik kodlarında bala ulaşma bilgileri verilmiştir. Buna arıya vahiy etme denir. Yani bir varlığın doğasına yerleştirilen ve varlığın kendini gerçekleştirmesini sağlayan içsel yönelimlere vahiy denir. Yeme, içme, merak duyma, üretme, cinsellik, tuvalete gitme, sevme, nefret etme gibi bedensel ve ruhsal tüm doğal kodlarla donanmış olmaya vahiy almak denir. Bu bağlamda tüm canlılar iç seslerini dinleyince vahiy almış olurlar. İç sesin Tanrı’dan mı şeytandan mı olduğunun ayrımını da vicdan ve akıl belirler. Daha da açarsak sevgi, acıma ve adaletin kontrolündeki yarar-zarar, iyi-kötü, güzel-çirkin terazisi içsesin kaynağını da gösterir. Bir kudret kaynağı olan balların renk renk olmasıyla bitkilerin çeşit çeşit olması arasında ilişki kurabilecek sağlıklı bir akıl, renklerin içsel etkilerini dışa başarıyla vurabilmelidir.
[1] Bu’istu ile’l-ahmer(e) ve’l-esved(e)
[2] Prof. Dr. İbrahim CANAN, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları, 9. Cilt, Ankara, 1990
[3] Zeynep MENNAN, Günlerin Köpüğünde Renklerin Çağrıştırdıkları, Hacettepe Ünv. Edebiyat Fak. Dergisi, C.19, S.2, Ankara, 2002
[4] “Kızılca kıyamet, al al olmuş yanaklar” gibi
[5] Ezoterik: İçsel, ruhani, içrek, bâtınî. Gerçeklerin belli olgunluğa gelmiş kimselere anlatılması gerektiğini savunan, sembolik ve anlaşılmaz bir dil kullanarak mesajını ileten ve özel bir grup arasında taşınan bilgi. Eski Yunan’da sadece okul içinde öğretilip toplumun öğreniminden uzak tutulan bilgiye denirdi.
[6] Nefs-i emmâre: Kendini büyük görmesi nedeniyle çevresine emreden/iş buyuran benlik
[7] Nefs-i Levvâme: Kendini kınayan, kendini hesaba çeken, oto-kritik yapabilen benlik
[8] Nefs-i Mülheme: Birilerine ilham kaynağı olan benlik
[9] Nefs-i Mutmainne: Yaptığı işlerle/ortaya koyduğu düşünce ve önerilerle mutlu olan/kendini doyuran/doyuma ulaşan benlik
[10] Nefs-i Râziye: Başka kimse ve işlerden memnun kalan benlik
[11] Nefs-i Marziyye: Eylemleri ve düşündüklerinden dolayı kendinden memnun kalınan benlik
[12] Nefs-i Kâmile: Olgunlaşmış, deneyimlerle donanmış ve akıl-tecrübe dengesine ulaşmış benlik
[13] Rahmi Serin, İslam Tasavvufunda Halvetilik ve Halvetiler, Petek Yayınları, İstanbul, 1984
[14] Aristokrasi: Soylu, ayrıcalıklı, seçkin sınıf
[15] Sennur SEZER, Renklerin ve Simgelerin Gücü, Evrensel Kültür Yayınları, İstanbul, 1999
[16] Abdullah SAYDAM, Osmanlı Medeniyet Tarihi, Derya Kitabevi Yayınları, Trabzon, 1999
[17] Martin LİNGS, Simge ve Kökörnek Oluşum Anlamı Üzerine, Çevirmen: Süleyman Sahra, Hece Yayınları, Ankara, 2003
[18] “Kan beynime sıçradı.” denilince ateş basan bir vücudun sonucu olarak el ve yüzün kızarması gibi
[19] Buhari, Fedâilu’l-Ashab, 9
[20] İbn-i Kesir, C. 13, S. 7421
[21] İnsan, 21
[22] Buhârî, Libas, 22
[23] Ebu Davud, Libas 21, (4073)
[24] İnsan, 21
[25] Sıbğata’l-lâh(i)
[26] Bakara, 135’le birlikte düşünüldüğünde
[27] Ve men ahsenu mine’l-lâhi sıbğaten
[28] Ve nahnu lehû ‘âbidûn(e)
[29] Bakara, 138
[30] Tövbe, 31
[31] Matüridi, Te’vilâtü’l-Kur’ân, Bakara Suresi, 183. Ayet, I. Cilt, Ensar Neşriyat, 3. Baskı, İstanbul, 2017
[32] Buhari, Cenâiz, 8, 93; Müslüm, Kader, 22
[33] Rağıp el-İsfehani, el-Müfredat, S-B-Ğ Maddesi, Çeviren ve Notlandıran: Yusuf Türker, Pınar Yayınları, İstanbul, 2007
[34] Mahmud ez-Zemahşeri, el-Keşşâf, Bakara Suresi, 138. Ayet, I.Cilt, Ekin Yayınları, İstanbul, 2016
[35] Elmalılı Hamdi Yazır, Kur’an-ı Kerim Meali, Bakara Suresi, 138. Ayet, Aktif Dağıtım, İstanbul, 2013
[36] Hakkı Yılmaz, Tebyinü’l-Kur’an, Bakara Suresi, 183. Ayet, İşaret Yayınları, İstanbul, 2015
[37] Humr(un)
[38] Bîyzun/Beyaz(un)
[39] Ğarâbiybu sûd(un)
[40] Cüded(un)
[41] İnne-mâ yehşe’l-lâhe min ‘ibâdi-hi’l-‘ulemâ(u)
[42] Fâtır, 27-28
[43] Ra’d, 4; Yasin, 33-36
[44] Kehf, 5
[45] Bilgin, bilge
[46] Bilginler, bilgeler
[47] Mustafa İSLAMOĞLU, Hayat Kitabı Kur’an, Enbiya Suresi, 74. Dipnot, Düşün Yayıncılık, İstanbul, 2014
[48] Mücâdile, 11
[49] Otorite: Yaptırım gücü
[50] Karizma: Büyü yapmış gibi etkileme; inandırma, ikna etme, kabullendirme, benimsetme, tarafına çekme, hayran bırakma yeteneğinin ileri düzeyde olması
[51] Cum’a, 5
[52] Ebû Hilâl el-Askerî, el-Furûg fi’l-Luğa (Arap Dilinde ve Kur’an’da Farklar Sözlüğü), İlm Maddesi, İşaret Yayınları, Tercüme: Veysel Akdoğan, 3. Baskı, İstanbul, 2017
[53] El-âlimu bi’ş-şey’i
[54] El-muhiytu bihî
[55] Nisa, 126
[56] İlmi ile her şeyi kuşatır./ Talak, 12
[57] Cin, 28
[58] Bakara, 19
[59] Nur, 18; Hucurat, 8
[60] Âl-i İmran, 3
[61] Tesurru’n-nâziriyn(e)
[62] Bagaratun safrâu fâgi’un
[63] Bakara, 69
[64] Şems, 1
[65] Lisânu’l-Arab, cilt 1, s. 470-472
[66] Müslim, Libas, 27, (2077)
[67] Protest: İtirazcı, karşı çıkıcı, reddiyeci, reddedici; haksız, yersiz ve gereksiz bularak itiraz sesini yükseltme tavırlı
[68] Tirmizî, Libas 5, (1725)
[69] Ebu Davud, Sünen, Tıbb 14, (3878)
[70] Nahl, 16
[71] Teeyyeytu bi’l-mekân(i)
[72] Adalet, eşitlik, özgürlük, kardeşlik, sevgi, acıma, paylaşma, direniş, dayanışma, iyilik, barış, estetik gibi
[73] Ebû Hilâl el-Askerî, el-Furûg fi’l-luğa (Arap Dilinde ve Kur’an’da Farklar Sözlüğü), Alamet Maddesi, İşaret Yayınları, Tercüme: Veysel Akdoğan, 3. Baskı, İstanbul, 2017
[74] Yehrucu min budûni-hê şarâbun muhtelifun elvânu-hû/Nahl, 69
[75] Ulu’l-elbâb
[76] Zümer, 21
[77] Rağıp el-İsfehani, el-Müfredat, L-B-B Maddesi, Çeviren ve Notlandıran: Yusuf Türker, Pınar Yayınları, İstanbul, 2007; ayrıca Lisânu’l-Arab, Mekâyisu’l-Luğa, Kâmusu’l-Muhît, Furûg fi’l-Luğa ve Tâcu’l-Arûs’un ilgili maddesine bakılabilir.
[78] Hikme(t)
[79] Hay(ı)r
[80] Bakara, 269
[81] Recep İhsan Eliaçık, Yaşayan Kur’an, Yusuf Suresi, 13. Dipnot, İnşa Yayınları, İstanbul, 2015
[82] Halgu’s-semâvâti ve’l-arzi
[83] Vehtilâfu elsineti-kum ve elvâni-kum
[84] Ve min âyâti-hi
[85] Rum, 22
[86] Hêzê halku’l-lâhi (Lokman, 11)
[87] Fe-tebâreke’l-lâhu ahsenu’l-hâligiyn(e) (Mü’minûn, 14)
[88] Ve iz tehluku mine’d-dıyni (çamurdan yarattığında) (Mâide, 110)
[89] Ra’d, 16
[90] Rağıp el-İsfehani, el-Müfredat, H-L-G Maddesi, Çeviren ve Notlandıran: Yusuf Türker, Pınar Yayınları, İstanbul, 2007
[91] Ebû Hilâl el-Askerî, el-Furûg fi’l-luğa (Arap Dilinde ve Kur’an’da Farklar Sözlüğü), Halk Maddesi, İşaret Yayınları, Tercüme: Veysel Akdoğan, 3. Baskı, İstanbul, 2017
[92] İn hêzê illâ hulugu’l-evveliyn(e)
[93] Şu’arâ, 137
[94] Hêzê kelâmun mahlûk(un)
[95] Zerea le-kum fi’l-arzi muhtelifen elvânu-hû
[96] İnne fîy zâlike le-âyeten li-gavmin ye’z-zekkerûn(e)
[97] Nahl, 13
[98] Yadsıma: Yok sayma, görmezden gelme
[99] Sosyo-politik: Siyasal ve toplumsal koşulların birbirini aynı anda ve karşılıklı etkilemesi (ile ilgili)
[100] Ebû Cehil
[101] Beyyine, 7
[102] Barış eylemi, barış için ortaya konan bilinçli davranış
[103] Komünizm: Sınıf ve sınır dayatmalarının kaldırıldığı, ezen-ezilen çelişkilerinin yok edildiği, herkesin üretip birlikte tükettiği, kimsenin tekelinde ihtiyaç fazlası malın olmadığı, ev ve araba gibi küçük mülkiyet dışında üretim araçlarının özel mülkiyet olmadığı, bilim ve aklın temel değer olduğu, devlet yerine ortak akla dayalı sözleşmelerle özyönetimlerin egemen olduğu sosyo-ekonomik düzen
[104] Demokrasi: Halkın yönetimde söz sahibi olduğu, tek adam ve padişahlığın yönetimde belirleyici olmadığı sosyo-ekonomik düzen. Demosun (halk) genos’a (soy) üstün geldiği düzen.
[105] Sosyalizm: Toplumculuğun bireyselliğe üstün tutulduğu, herkesin eşit biçimde ve aynı anda yoksulluktan kurtulup zenginleştirilmesinin amaçlandığı sosyo-ekonomik düzen. Komünizme giden yolda bir alt basamaktır.
[106] Cumhuriyet: Toplumun tercihinin yönetimde ve devlet işlerinde belirleyici olması
[107] Totaliter: Demokratik hak ve özgürlüklerin baskı altında tutulduğu, bütün yetkilerin bir elde veya küçük bir yönetici grubun elinde toplandığıdevlet düzeni
[108] Otorite: Yaptırma, yasak etme, emretme, itaat ettirme hakkı/gücü
[109] Despot: Bir ülkeyi zora ve baskıya dayanarak yöneten, her istediğini yaptırmak isteyen, tiran, zorba
[110] Dikta: Hiçbir şart olmaksızın körü körüne uyulması gereken buyruk
[111] Faşizm: Siyasi, ekonomik, hukuksal ve toplumsal alanlarda baskı, dayatma ve zorbalıklar ile özgürlükleri kısıtlama; din, dil, mezhep ve dünya görüşü serbestliğini yok etme; seyahat ve tercih sınırlaması getirme, konuşma ve eleştirme hakkını alma veya kısıtlama, devlet sembollerini kutsamayanlara savaş açma, lider putçuluğu yapma, sorgusuz itaat etmeyi dayatma, devletin bireysel ve toplumsal hayatın her alanını belirlemesini tartışmasız kabul etmedir. Tanrı-devlet modelinin çağdaş biçimidir. Kur’an’ın Firavunluk dediği düzendir. Ulusalcı/milliyetçi ideolojiler faşizmin çağdaş kaleleridir.
[112] İnne fîy zâlike le-âyeten li-gavmin ye-tefekkerûn(e)
[113] Nahl, 69
[114] Potasyum: Oda sıcaklığında yumuşayan ve soğukta sertleşip kırılganlaşan bir element
[115] Kalsiyum: 800 derecede eriyen, kirli beyaz rengi olan yumuşak bir element
[116] Magnezyum: Yanarken parlayan, gümüş renginde çok hafif element
[117] Sodyum: Beyazımsı parlak renkli ve mum yumuşaklığında olup kaya tuzunda billurlaşmış biçimde, deniz suyunda çözülmüş olarak görülen element
[118] Fosfor: Balmumu kıvamında yarı şeffaf, zehirli ve sarımsak kokulu, karanlıkta ışık veren element
[119] Element: Çözülerek ayrıştırılamayan veya bir şeylerin birleştirilmesiyle elde edilemeyen madde
[120] Mineral: Normal sıcaklıkta katı olan, değişik maddelere karışan veya onlarla birleşerek yeni madde olan şey
[121] İyot: Maviye çalan bir esmerlikteki element
[122] İçgüdü: Doğal yönelim, içten gelen ve canlının yeteneği gereği ortaya çıkan eğilim. İçten gelerek kişiyi yönlendiren (güden) zoraki doğal akış. Yemek, içmek, tuvalet, cinsellik bilinç gerektirmeden doğal akış içinde kişinin yöneldiği durumlardır.
[123] Beled, 4; Hucurat, 13; Nebe, 8