Kur’an’da mucizevî bir tanımlama ile karanlıklar çoğul aydınlık ise tekil olarak kullanılmıştır. (Bakara 17, 257, Mâide 16, En’am 1, 39, 59, 63, 97, 122, Ra’d 16, İbrahim 1, 5, Enbiyâ 87, Nûr 40, Neml 63, Ahzâb 43, Fâtır 20, Hadîd 9, Talâk 11)
Bu tanım bize şu hikmeti öğretir: Karanlıklar sayısız spekülasyonların, belirsizliklerin, bilgisizliklerin, kanıtsızlıkların, kulaktan dolma bilgilerin, hiçbir yere varmayan yollarıdır. Aydınlık ise kanıta ve tarafsız müşâhedeye dayalı aklın bütün yollarının ulaştığı biricik gerçektir.
İnsanlık tarihi boyunca aydınlığın tekliği, gerçeğin belirginliği hakikatin de yolunun tek olduğu yanılgısına insanlığı sürüklemiştir. Bu tarihin en kadim yanılgılarından biridir.
Halbuki hakikat ulaşılacak bir şey değildir. Varlığın kendisinde ve her yerdedir. Bu yanılgının sebebi hakikatin daha en baştan ulaşılmaz bir şey/ulaşılması gereken bir şey olduğu yönündeki ön kabulümüzdür. Bu ön kabul perdesini çektiğiniz anda hakikatin her yerdeliği gerçeği ile yüz yüze gelirsiniz.
Tarih boyu dünyamızda yaşanan sayısız yıkım ve karmaşanın temel sebeplerinden biri de bu yanılgıdır. Gerçeklik algıları çeşitli olsa da hakikat birdir ve hakikat ancak insanların kavrayış alanında varlığını redd edemeyecekleri ortak bir hayatı yükseltici değer olmalıdır. Bu noktada dahi aynı olan hakikatin farklı algılamaları söz konusu olsa da temel değer/öz/esas/asıl biridir.
Bu felsefî ve hayatın içinde yaşanan gerçeğin iki nedeni vardır:
- İnsan zihni mutlak değildir. Ancak belirli bir noktaya kadar mutlaklığı kavrayabilir. Bu nedenle gerçeği doğrudan değil kıyas ile idrak eder.
- Hakîkat bir olsa bile onu ifadeye koyan yollar/tarzlar/yöntemler sonsuzdur.
Yobazlık esasen bu sonsuzluğun inkârıdır. Yobazlık işe inkârla başlar ve bu inkârı başkalarını inkârcılıkla suçlayarak kapatma yoluna gider.
Sonsuzluğu kendinden ibaret sanma ve gökyüzünü şişeye sığdırma saçmalığı da diyebiliriz buna.
Birinci sebepte açıklamış olduğum gibi insan zihni mutlak birlik üzere çalışmaz. Varlığı çokluk ile algılar, çokluk içinde kıyaslayarak hakikatin birliğini idrak eder.
İkinci sebep de bir hikmetin hem teori hem pratikte sağlamasının yapılabilir olması gerekliliğidir ki; bu durum bir matematik probleminin pek çok çözüm seçeneği olmasına benzer. Farklı yollardan giderek aynı sonuca ulaştığınızda sonucun sağlamasını da yapmış olursunuz.
Aklın bu çizgiye oturması onun “mutlak sessizlikte tarafsız izleycisi” olması demektir ki buna din literatüründe huşû/sekînet denir. Bu dinler tarihi boyunca tersine çevrilmiş din algısını düzeltmek demektir. Hakikate bulunduğunuz noktadan gidemezsiniz. Tam tersine hakikatten hayata gidebilirsiniz. Hakîkat bütün varlığı içinde barındıran mutlak, sonsuz, tükenmez bir sessizlik halidir. Bu sessizlikte eylemsizlik (hareketsizlik) ve eylem (hareket, oluş) çatışma istikametinde hareket etmez. Buna uyumlu zıtların birliği denir.
Bu nedenle sükûn; insanın iç dünyasında ve dış dünyasında, geçmişinde ve bugününde olan her şeyi tarafsız bir zihinle varlık perdesindeki bir projeksiyondan izler gibi seyrederek anlamasıdır. Burada anlamak bir anlam yüklemek değil, gerçekte olduğu hali ile onu kabul etmek anlamına gelir. Çünkü insan zihni durum aleyhine çalıştığı anda savunma mekanizması geliştirerek gerçeği olduğu gibi tanımlamaktan kaçar. Bu da yanlış gidişlere bahane uydurarak aynı hatayı defalarca tekrarlamak anlamına gelir.
O nedenle ancak sükûn/huşû halindeki bir bilinç/kavrayış günümüz değerleri ile toplumsal anlamda kendini ortaya koyduğunda “gerçek demokrasi bilinci” açığa çıkmış olur. Bu açığa çıkış; dinî, millî, bireysel, toplumsal, yerel, evrensel ayrımı yapmadan bütün kavramları aynı orijinden (bilincin sıfır olduğu yerden) izlediği için kavramlara karşı tavır geliştirmez. Onların bütün içindeki yer ve değerlerini eşitler.
Bu nedenle düşüncemiz odur ki; Hakîkat bütün oluşu kapsar ve ona her yerden, her bilinç düzeyinden eşit olarak ulaşabilirsiniz. Bu nedenle hakikat kimsenin tekelinde değildir. İnsanlığın ortak vicdanî değerleri hiçbir mekân ve topluluğa sığdırılamaz.
Cenâb-ı Hakk bu hikmetleri en iyi bilen olarak buyurmuştur ki;
Şeytana kulluk etmekten uzak durup, Allâh’a yönelenlere müjdeler olsun. Sen de kullarımı müjdele.
Sözleri dinleyip en güzeline uyanları. İşte Allâh’ın doğru yola ulaştırdıkları bunlardır. Gerçek akıllılar da bunlardır.
(Zümer Sûresi 17 – 18. Âyetler)
Bütün sözleri dinleyip en güzeline uyabilmek demek. İnsanların özgürce konuşabildiği, özgürce yaşayabildiği bir ortamda kıyas, vicdan, hikmet ile akıl ile gönülü işleterek tezden, antiteze, antitezden senteze ulaşabildikleri demokratik ortam demektir. Akıl ancak böyle bir kavrayış ile gerçek bir akıl olabilir. Sadece kuru ezberle bütün insanları kendi ezberlediklerine esir eden akıl sahte akıldır. Şeytanî akıl bu zorlama ile durmadan fitne çıkarır, her yerde savaş çığırtkanlığı yapar, mazlum iken zalim olur.
Bu Kur’an’ın tabiri ile şeytana kulluktur. Ve Şeytana kulluğun en beteri de Allâh’a yöneldiğini, iyiyi ve güzeli aradığını sana sana canavarlaşmaktır.
Bütün bu tuzaklara düşülmemesi için yazdığım bir düşünceyi Birlik adlı kitabımdan aynen alıntılıyorum:
İnsanla Rahman’ın arasına kişilerin, organizasyonların girmesi bir çözüm değil tersine bir belâdır. Duygusal boşluk ve karmaşaların yarattığı belâlardan kurtulmak için bir başka belâya sarılmayı seçemeyiz.
En doğru seçenek; insanı inancı ve Rabbi ile baş başa bırakmak ve başkalarının hataları ile değil önce kendi hatalarımızla uğraşmaktır. (Müddessir 11, Bakara 44)
(Özden, Birlik; Büyük Başarı, Sayfa 52, 53)
Ey yobazlar ve radikaller! Hakîkati sınırlandırmak için mücadele ettikçe küçüleceksiniz. Gaddarlaştıkça kendinize cehennem yaratacaksınız.