Uzun bir zaman önce, neredeyse bir yıl geçti aradan, 21 Mayıs 2010’da, Cidal Haksoy’un “Sol’un Umudu Hâlâ Cehepe’de” yazısı iştirakî.blog’da yayınlandı.
Yazısının önemli bir kısmı, klasik sol söylemle “Kemalizm” eleştirisini kapsıyor; Mete Tunçay kökenli sıradanlaşan tek parti ve Kemalizm eleştirilerine yeni bir şey katmamasına karşın, meseleyi iyi özetliyor ve malum-u ilam ile, 1919-1939 arasındaki sol’un egemen Cumhuriyet iktidarları tarafından nasıl yok edildiğini, baskılandığını ve sınıf çatışmasının nasıl örtüldüğünü (Kemalistlerin Mustafa Suphi’ye ve Çerkes Ethem’e yönelik saldırılarını örnekleyerek) ve bu dönemdeki bazı sözde “sol” çıkışların (“Kadro” hareketi gibi) Kemalist iktidardan yana oluşları ile beyhudeliğini vurguluyor.
Yazının bu herkesin yalan yanlış bildiği olayları bilindik bir “Meteist sol” gözlükle eleştiren ilk bölümünü eleştirmek veya yorumlamak amacıyla değil, (Haksoy’un yazısının sadece ikinci kısmı beni ilgilendiriyor, çünkü ilk kez BirGün gazetesinde daha sonra adilmedya.com’da yayınlanan “CHP’nin Sınıfsız Kökleri ve Nafile Bugünü” başlıklı yazımı hedef alıyor;) Cidal Haksoy’un yazdıklarıma yönelik eleştirilerine gecikme ile cevap veriyorum.
Cevapları her şey yerli yerine oturunca ve hep gecikme ile veririm. Bu gecikme aslında uygun bir zamana denk geliyor. “Yeni” CHP’nin (yani M. Kemal’in eski partisinin) yeni başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun İhsan Eliaçık’tan mülhem “kenz Müslümanları” çıkışı ardında ve CHP’nin Dervişli-Boynerli M. Yılmaz’lı ve “Ergenekon”lu “yeni” ulusal ve “Atatürkçü” solumsu aşure bir açılıma gark gurk olduğu döneme ve 80 yıllık Cumhuriyet tarihinin egemen sınıflarında var olan çatlağın siyasal kırılması ile sonuçlanacak bir “seçim” dönemine rastlıyor. Yani, CHP artık sınıf olgusunu belli belirsiz gündemine almış göründüğü bir iklimde, üstelik bunu neredeyse M. Kemal döneminin tam tersine M. Kemal’in “sınıfsız-imtiyazsız bir ulus” şiarı gibi yutturulan “sınıflarüstü” bir müphemlikle yaptığı bir süreçte bu cevabı yazıyorum. CHP ile ilgili adilmedya.com’da iki yazı daha yazdım: “Kılıçdaroğlu Tehlikeli mi?” ve “Sembiotik İlişki”. Bu iki yazı ile ilişkin olarak bu cevabın okunmasında yarar görüyorum.
Cidal Haksoy, ilk olarak, benim yazımda var olduğunu ileri sürdüğü bazı mantıksal ve bilgisel tutarsızlıklara değinmiş. Ama tartışmamızın can alıcı noktası de bunlar. Sadece kelime zıplatmaları ile mantıksal tutarsızlık olarak ele alınacak konular değiller. Meselenin özü, siyasal yapının temeli ve bir devrimsel dönüşümün belirleyici noktaları: sınıf, mülkiyet ve imtiyaz-temsil-vesayet ilişkileri. Tamamı ile ilgili bir külliyatım bulunuyor, burada hepsine girmeyeceğim.
“Yakın tarihte unutulan, göz ardı edilen veya bilinmeyen ve özellikle de Marksistler tarafından anlaşılamayan bir aynılık ile işe başlayalım: Mustafa Kemal’in ‘sınıfsız, imtiyazsız bir ulus’ yaratma projesi, Marx’a göre, ‘sınıfsız’ bir toplum yaratmak görevine tarihsel olarak sahip olan proletaryanın deterministik amacı ile aynıdır.”(VB) tespitimden yola çıkarak Haksoy, ulus ile toplum’u “aynı” takdim etmişliğimle ilgili olarak, şöyle diyor: “Aynı imiş gibi takdim edilip, cümlenin içindeki farkı, ayrımı görmemek kastîdir. M. Kemal’de “ulus”tan, Marx’ta “toplum”dan dem vurulduğu ilk bakışta görülecektir. Ayrıca teorik açıdan “toplum” zaten sınıflı bir gerçekliktir. “Atlı süvari” demek gibi bir şeydir bu. Öte yandan “ulus, ümmet, sınıf, toplum” gibi olguları birey’den yola çıkarak değerlendirmek baştan bir husumetle hareket etmeyi ifade ediyor. Bu bireyi ezdiği için M. Kemal’e ya da Marx’a feveran ederek aradaki ayrımları birey lehine silmek teori dışı, ideolojik-kastî bir hamle oluyor.” (CH)
Haksoy, ulus ile toplumun ayrı varlıklar olduğunu ve “aynı imiş” gibi gösterilmeyeceğini söyleyerek, aslında M. Kemal ile K. Marx’ın farklı olduğunu vurguluyor. Evet kavram ve anlam düzeyinde bu iki kelime farklı, ancak mesele analiz düzeyine getirilince M. Kemal ile K. Marx’ın tam bir aynılıkla açıklanabilecek özelliklere sahip oldukları, hatta birbirlerine sadece bu düzeyde aynı oldukları ortaya çıkıyor.
Ulus (nation) sadece siyasal olarak tanımlanmış bir toplum (society). Etimolojik olarak nacion Latince “aynı kökten gelen, aynıdan doğan, soyu aynı olan anlamında,” ırk, paylaşılan geçmiş ve aidiyet ileten bir köke sahip. Yani, “large group of people with common ancestry” ortak ataya sahip geniş bir grup halk olarak tanımlanıyor.
Toplum (society) ise 1500’lerde kullanıma girmiş yeni bir kavrama sahip yeni bir kelime, ancak kökü eski, Latince socius, “arkadaşça, yandaşça bir araya gelen insan grubu” demek. İlkönce Fransızcada, sonra da İngilizcede yer almış. Latince socialis “birleşmiş, diğerleri ile yaşayan takipçi gibi anlamlara sahip; sect-secg, seggr gibi kökleri ile de seguel, sıralanmış anlamı var. Bu iki kelimeye karşılık olarak da, “toplum”, Türkçede toplu olan demek; “ulus” ise üleşilenler, üleşen, paylaşan anlamında Moğolca bir kök. Sevanyan Sözlüğü’nde ise bu anlam öne çıkıyor: “kökü Türkçe olma olasılığı yüksek Moğolca “ulus” kağan ailesinin her bir üyesine tahsis edilen ülke, devlet, pay.” Arapçada ise bilindiği gibi milliyet ve cemiyet olarak karşılanıyor bu iki kelime. Milliyet, İslam literatüründe aynı inanca sahip kişiler topluluğuna denirken, din dışı kullanımda, aynı soydan geleni, yani nation’u işaret ediyor. Cemiyet ise, cem, cami, camia gibi topluluk, toplanma, toplu olma halini anlamlandırıyor. Burada cemiyet ve cemaat farkına girmemiz gerekmiyor.
Kısacası, konumuz olan her iki siyasal-sosyoloji kavramı da, toplu olma, paylaşma, aynı soylu olma, yan yana olma gibi benzeşik anlamlara sahip. Ulus ve toplum kavramlarının günümüzdeki “ulusal devlet” paradigması içinde bir karşıtlıkmış gibi kullanımına bu nedenlerle direnmek gerekiyor. Ama yapacak bir şey yok, “ulus” denince kökü olan üleşmek anlaşılmıyorsa, “toplum” denince de toplu olma ve paylaşma anlaşılmıyorsa, bunu da Kemalizmin 1940 sonrası eğitimine faturalamaktan başka çaremiz, gerçekten bulunmuyor. (Ben bilgi vermek kapısında, sol ve sağcıların “Kemalizm” olarak kötüledikleri şeye “Atatürkçülük” diyorum; hatta zaman zaman “laikçi Atatürkçülük” olarak da aşağıladığım oluyor; önemsediğim ve devrimci olarak gördüğüme de “Mustafa Kemalcilik” diyorum, aslını sorarsanız, Mustafa Kemal’in bir teorik-ideolojik bütünlüğe sahip olduğunu da düşünmüyorum. Teorik-ideolojik külliyata zaten sahip değil.) Özetle, ulus ve toplum, anlam olarak her birimize ne ifade ederse etsin, birbirini içeren kavramlar halinde anlaşılıyor günümüzde, etimolojik olarak da öyle olduğunu görmüş bulunuyoruz. Ulusun toplumları var; toplumun da ulusları. K. Marx’ta da bunu göreceğiz biraz sonra.
Şimdi epistemoloji gibi “burjuva bilimini” bırakıp, daha “Marksistçe” devam edelim:
Haksoy’un, “toplumun zaten sınıflı bir gerçeklik” olması kabulünden yola çıkarak, topluma sınıfsız veya sınıflı denmesinin “atlı süvari”ye benzettiği eleştirisini bizzat K. Marx’a yöneltmesinde yarar var, çünkü K. Marx binlerce kez bu iki kelimeyi olumlu ve olumsuz olarak yan yana kullanarak, “sınıflı toplum,” “sınıfsız toplum” ayırımını yapmış bir düşünür. Haksoy, Google’de yapacağı hızlı bir taramada K. Marx’ta “sınıflı toplum” veya “sınıf toplumu” deyimine binlerce örnek görebilir. Oysa benim vurguladığım K. Marx’ın “sınıfsız toplum” terimidir; bu da bizzat K. Marx tarafından kullanılmıştır. Yani, Haksoy, Kemalizm eleştirisi ile çok meşgul olmasının verdiği hummalı uğraşısı sırasında K. Marx okumaya pek vakit bulamamış görünüyor. K. Marx’ta ulus-ülke (genel mülkiyet ve üretim birimi) ikiye ayrılır: (1) sınıflı toplumlu (2) sınıfsız toplumlu. Artık “atlı süvari” mi, “bab-ı âli kapısı” mı, neyse, K. Marx’ın yanlışıdır (!) bu terimleştirme, benim değil. Aynı yukarıda zikrettiğim ulus-toplum ayırımı gibi bir durum söz konusu burada. Sınıfsız toplum, alt mülkiyet ve inanç ilişkileri ile ayrılmamış toplum; tevhidi olan bir toplum; sınıflı toplum ise, birbirine karşıt çıkar, mülkiyet ve inanç (ideoloji) ilişkilerine sahip bir toplum. Sınıfların toplumu olduğu gibi, toplumun da sınıfları bulunuyor. Aynı ulus gibi. Toplumsuz bir ulus olduğu zaman, her şeyi üleşen, paylaşan ve ideolojik olarak benzer duyum ve duygu yüklerine sahip bir toplum. Aynı soydan gelmek de, doğrudan bir ırk ve kan bağını değil, zaten bu fiziksel olarak olanaksız, dil ile, toprak ile, ilişkiler manzumesi ile aynı geçmişi paylaşmak demek.
Haksoy, yazısında, devamla, M. Kemal ile K. Marx’ın politik konumlarında yan yana getirmemi eleştiriyor. Diyor ki, “[ Veysel Batmaz] yazı[sın]da M. Kemal ile Marx’ın politik konumları da bir çırpıda yan yana getir[..]yor. Biri muktedir, diğeri o iktidara karşı mücadele veren bir devrimci. Her iki isim de beşeriyet, daha doğrusu, insan olmanın en mutlak hâli olarak “birey” düzleminde yan yana getirilince, teoride ve pratikte, ilgili isimlerin yapıp ettikleri de aynıymış gibi görünüyor. Söz meclisten dışarı amma bireycilik insanı maalesef otistleştiriyor!” (CH)
Eee, peki o zaman M. Kemal’i, V. Lenin ile karşılaştıralım, fark eder mi? İkisi de muktedir; ikisi de muktedir olmadan önce iktidara karşı mücadele etmiş. V. Lenin hapse ve sürgüne yollanmış; M. Kemal hakkında idam kararı verilmiş. İkisi de Lenin’in ölümüne kadar birbirleriyle dost. Mete Tunçay ve tilmizlerinin gözünden değil de, biraz daha derûni olarak baktığımızda bireysel olarak benzeşiklikler bulabileceğimiz bir M. Kemal ve K. Marx var karşımızda, hatta V. Lenin ile de. Ancak, teorik ve ideolojik olarak K. Marx, M. Kemal’den nefret(!) ederdi herhalde, aynı zamanlarda yaşasalardı.
Garip ama gerçek, bildiğimiz kadarıyla hem F. Hegel, hem de K. Marx (ve hem de F. Engels) çok çeşitli yazılarında, ilkellerin ve sömürge ülkelerinin ve ulusların tarihsiz olduklarına ve burjuvazinin bu ulusları ve halkları kapitalistleştirerek, özgürleştirdiklerini ve bu sayede de onları proletarya haline getirerek, devrimci bir dinamiğe kavuşturduklarını söyler. Yani, K. Marx ve F. Engels, keza F. Hegel, hiç de öyle anti-emperyalist falan değillerdir. Yani, sınıf savaşının ve Marksizmin içine anti-emperyalizmi getiren V. Lenin’dir, İngiliz liberali John A. Hobson’nın Emperyalizm adlı kitabıyla Avusturyalı marksist Rudolf Hilferding’in “Kapitalist Gelişmenin En Son Aşaması Üzerine Bir Çalışma” başlığını taşıyan Finans Kapital adlı kitabından mülhem.
F. Hegel, “ilkellerin tarihi” yoktur der. F. Engels, “Cezayir’in işgali uygarlığın ilerlemesi için önemli ve olumlu bir gelişmedir; belki Bedevilerin özgürlüklerinin ellerinden alındığına elem duyabiliriz fakat Bedevilerin haydut bir millet olduğunu da unutmamalıyız.” der. K. Marx, Simon Bolivar’a “zalim ve diktatör” gözüyle bakarak, İspanyol sömürgeciliğine karşı direnen halktan yana değil, İspanya burjuvazisinden yana tavır koyar. Hintlilere karşı İngiliz burjuvazisini savunur. (Bu konularda Stalin’in neler dediklerine girmiyorum (Bkz: Ulusal Sorun), o Marx’tan bihaber olarak, “Rus ulusu” adına yazan ve politikalar geliştiren Leninist biri.) Ah, bir de sorulması gereken soru şu: Bugünlerde Libya işgaline hazırlanan Müslümanlarla desteklenen Haçlı Ordusu’na ne derdi Marx? Kaddaifi ile Bolivar arasında ne gibi bir ilişki var? Ya da M. Kemal arasında? Zor sorular bunlar…
Peki ne yapacağız şimdi?
İronik ama gerçek, M. Kemal ile K. Marx arasında gerçekten de pek teorik ve ideolojik bir koşutluk bulunmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz, çünkü, F. Hegel’in, F. Engels’in ve K. Marx’ın karşı çıktığı ulusal kurtuluş hareketlerinden birini ve ilk istiklâl ( bağımsızlık) savaşını başlatan bir “diktatör” ve “zalimdir” M. Kemal. Öyle mi?
İşin ironisi, hemen yukarıda yazdıklarımı bilerek, M. Kemal’i ben Haksoy’un eleştirdiği yazımda, Bolivar’a eş koşmuşluğum ile K. Marx arasında. Haksoy bunu fark edememiş durumda. Fark etseydi zaten bu kadar yüzeysel ve Meteist bir tarih yazımı ile feveran ederek, M. Kemal ile K. Marx’ı ideolojik ve teorik düzeyde aynılaştırmama karşı çıkmazdı. Demiştim ki, “Mustafa Kemalcilik bir anti-emperyalizm praxis’idir. Açıkçası, günümüzde, Fidel Castro için Jose Marti; Hugo Chavez için Simon Bolivar neyse, Türkiye’deki sosyalist sol için de Mustafa Kemal odur. Ne daha fazlası, ne daha azı. Laikçi Atatürkçülüğe dönüştürülerek kabul veya ret edilemez. Aynı Bolivar ve Marti gibi, bütünsel bir teorik metinsel külliyata dönüşmemiş eylemselliğin (parxis’in) sadece söylem olduğu bir süreçten oluşur. Ancak farkı, yirmi yıllık bir devlet uygulaması ile pekişmiş ve daha sonra da egemen sınıflar tarafından ideolojik çarpıtmaya uğratılmış olmasıdır. “Sınıfsız ve imtiyazsız bir toplum” projesi için girişilen ultra-modernist yöntem, dönemin genel havası içinde örtük bir sınıfsal analizin sonucudur (Bu, Lenin’de açık bir sınıfsal analizdi). CHP ise, paradoksal olarak ne zaman “halk” sınıflarına ve bu sınıfların çarpıtılmış ideolojisine ters düşse, popüler desteği azalmaktadır. CHP’ye bu bilinç dışarıdan verilecektir.” (VB)
Yani, K. Marx’a karşı ve V. Lenin’den yanadır M. Kemal.
Bu konuda Haksoy ile mutabıkız. Ya da değil miyiz? Her şeyi sorgulamalıyız. Haksoy, Marx’ın, Engels’in ve Hegel’in avrupamerkezci olmayan gelişme ve ilerleme hareketlerinden ne kadar rahatsız olduğunu bilmiyor muydu yoksa, bana ve Kemalizme eleştirisini yazarken? Bana yönelttiği eleştirilerden açıkçası gönendim, ama Kemalizm eleştirisi ile geçireceği vaktin bir kısmını bu işe ayıramaz mıydı, çünkü beni, kendini “Marksist” olarak konumlayarak eleştiriyor.
Bakın ne diyor, E. Che Guavera, Haksoy gibilerine cevap olarak: “Örneğin biz Latin Amerikalılar, onun (Marx’ın) Bolivar’la ilgili yorumuna, Engels ile birlikte Meksika konusunda yaptığı incelemesine katılmayabiliriz. Marks, bu yazılarında günümüzde geçerliliğini yitiren bazı ırk ve ulus teorilerini kabul ettiğini belirtiyordu.” (Che, Bütün Yazıları, İleri Yayınları, s: 207) Marksist midir Che Guavera?
Yani mesele, aynılık-farklılık değil; benzer teorik ve ideolojik açılımlara ve hedeflere sahip olmak. Ayrıca Haksoy ve onun gibi Marksistler bilmelidirler ki, M. Kemal ile K. Marx’ı, birey ve politika olarak değil, ideoloji ve teori düzleminde yan yana getiriyorum. M. Kemal’in de, K. Marx’ın da “sınıfsız toplum/ulus ütopyası” var. M. Kemal’de ve K. Marx’ta bu tarihsel bir sonuç. Böylelikle, insanlara her ikisi de idea(l) olarak bir hedef gösteriyorlar. Her ikisi de bu hedefin varılması için düşünsel yapı değişikliği ve ekonomi-politik program öneriyorlar, hatta her ikisi de aynı şeyi anlıyorlar “ulus” veya “toplum” dendiğinde: Aşağıdaki satırlar Komünist Manifesto’dan “The bourgeoisie has given, through its exploitation of the world market, a cosmopolitan character to production and consumption in every country. To the great chagrin of reactionaries, it has drawn from under the feet of industry the national ground on which it stood. All old-established national industries have been destroyed or are daily being destroyed. They are dislodged by new industries, whose introduction becomes a life and death question for all civilized nations, by industries that no longer work up indigenous raw material, but raw material drawn from the remotest zones; industries whose products are consumed, not only at home, but in every quarter of the globe. In place of the old wants, satisfied by the production of the country, we find new wants, requiring for their satisfaction the products of distant lands and climes. In place of the old local and national seclusion and self-sufficiency, we have intercourse in every direction, universal inter-dependence of nations. And as in material, so also in intellectual production. The intellectual creations of individual nations become common property. National one-sidedness and narrow-mindedness become more and more impossible, and from the numerous national and local literatures, there arises a world literature.”
Türkçesi ise şu: “Burjuvazi, dünya pazarını sömürmek yoluyla tüm ülkelerin üretim ve tüketimini kozmopolitleştirdi. Gericilerin çok üzülecekleri biçimde ulusal zemini sanayinin ayağının altından çekiverdi. En eski ulusal sanayiler yok edildi ve hâlâ her gün yok ediliyor. Her uygar ulusun bir yaşamsal sorun olarak ithal etmesi gereken ve artık yerli hammaddeyi değil en uzak bölgelerin hammaddelerini işleyip, mamulünün de yalnız kendi ülkesinde değil dünyanın her yerinde birden tüketildiği yeni sanayiler, o eski ulusal sanayileri bir kenara itiyor. Yerli imalatla karşılanan eski ihtiyaçların yerini de, en uzak ülke ve iklimlerin ürünleriyle ancak giderilebilecek ihtiyaçlar alıyor. Eski yerel ve ulusal kapalılık ve kendine yeterlik yerine de, ulusların her yönde hareketliliği ve her yönde birbirine bağımlılığı geçmekte. Üstelik yalnız maddi üretimde değil manevi üretimde de bu böyle. Ayrı ayrı ulusların manevi ürünleri ortak mülk oluyor. Ulusal tek yanlılık ve sınırlılık artık mümkün değil, pek çok ulusal ve yerel edebiyattan bir dünya edebiyatı oluşmakta.”
Sanırım, Haksoy’a ulus/toplum karşıtlığı ile ilgili cevabı K. Marx vermiş. Yukarıdaki pasaj, açıkça hem günümüzün globalizmini anlatıyor, hem de bu globalizm öncesindeki M. Kemal veya S. Bolivar’ın konumunun ne olduğunu vurguluyor. Tabii, ki “M. Tunçay” gibi gözlüğü olanlara, bu pasajı anlamak zor gelebilir; ayrıca “Che” gözlüğünü de takmak zor olabilir. İki derede bir arada bulunmak bu demek olsa gerek. [Yanlış anlaşılmasın, “iki arada bir derede” gibi söylenmiş olan versiyonu, pek açıklamıyor, Haksoy gibilerini. Yeni şeyler söylemek lazım.] Ancak şu gerçek ki, K. Marx ve F. Engels’in Komünist Manifesto’yu kaleme aldıkları sonrası geçen yüz yıl, hem toplumsal, hem sınıfsal, hem de ulusal olarak, M. Kemal ile K. Marx’ı yaklaştırmış bulunuyor. V. Lenin’i ise K. Marx’tan uzaklaştırmış durumda. Neden mi, basit bir diyalektikle anlaşılacak kadar açık: K. Marx, ulusal kurtuluş hareketlerine, geleneksel yapılara dönüleceği için karşıydı ve sömürge işgallerini eleştiriyordu. Nitekim, Latin Amerika, Afrika, Hindistan ve Çin’de bu tür gerilemeler yaşandı “ulusal kurtuluş hareketlerinden” sonra. K. Marx bu konuda hep haklı çıktı. M. Kemal ise, bence hiç de ulusal bir kurtuluş hareketi yapmadan ve işgalcilere de aynı oranda karşı çıkarak, kapitalist bir burjuva devrimi gerçekleştirdi. Bu arada, Lenin’den yardım aldı, “Doğu” toplumları ile paktlar yaptı; avrupamerkezci tarih anlayışını ve dil teorilerini sorguladı ve K. Marx’ın proletarya yaratacak kıvamda olan müdahaleleri alkışlayan bir övgüye hak kazanarak, sanayileşmeyi ve kapitalistleşerek yenileşmeyi yerine getirdi ve her ikisinin de ülküsü aynıydı: sömürünün olmadığı, tevhidî, sınıfsız, imtiyazsız bir ulus/toplum. Mesele bu kadar basit; çünkü her ikisi de mükemmel. Şimdi bu mükemmel döşenmiş yolda tevhid’i tarik’i bulmak kalıyor bize.
Anlıyoruz ki, Haksoy’un sorduğu soru artık butlan: “K. Marx ile M. Kemal arasında, sömürüye ve zulme karşı mücadele bağlamında net olan […] ayrımı görmemek nemenem bir şeydir, [Veysel Batmaz’a] sormak gerekiyor.”(CH)
Üzgünüm Sevgili Cidal ama artık gerekmiyor, değil mi?