Murat Belge’nin yazısında ‘Fred Halliday’ başlığını görünce, ilk tepkim ‘Yazık, demek Türkiye’ye geldi; ama haberimiz olmadı’ oldu.
Halbuki yazının ilk cümlesi, kaybın daha büyük olduğunu söylüyordu. Bir süredir kanser tedavisi gören İrlandalı cesur insan dünyaya veda etmişti.
London School of Economics’in değerli hocalarından biri olan ve katıksız Marksist olduğunu gizlemeyen Fred Halliday ile aramızda nasıl bir ortak nokta olabilirdi? Evet, hem de önemli bir bağ vardı. Çünkü o, Batı’da Samuel Huntington’ın izinde İslam düşmanlığına odun taşıyanlara meydan okumuş bir sosyal bilimci ve bir aydındı.
Tanışmamız, ‘İslam ve Çatışma Miti’ adıyla Türkçeye çevrilen kitabı sayesinde oldu. Küresel ölçekteki medeniyetler çatışması senaryosunun, ülkemizde 28 Şubat süreci şeklinde sahnelendiği bir dönemde, kitabını çok etkilenerek okuduğumu hatırlıyorum.Fred Halliday, Filistin, Mısır ve İran’ı yakından izleyen bir Ortadoğu uzmanı idi. Ortadoğu denince akla gelen iki isimle özel ilişkisi vardı. Bernard Lewis, hocasıydı. Oryantalizm kitabının yazarı Edward Said ise arkadaşı. Ama o, ikisinin yöntemlerinde de açıklar görüyordu. Dini fazla öne çıkaran bakışın, Ortadoğu’nun da dünyanın parçası olduğu gerçeğini örttüğü kanaatindeydi. Kendi çizgisini, Farsçadan aldığı bir sözle anlatıyordu: “Ne garbzadegi, ne şarkzadegi”, yani ne Batı zehirlenmesi, ne Doğu zehirlenmesi. Ona göre, Mao, Humeyni gibi isimler Doğu zehirlenmesine; ‘Bin yıldır insanoğlunun kaderi için yürütülen mücadele Hıristiyanlıkla İslam arasındaydı’ sözünün sahibi Buchanan ve Huntington gibiler de Batı zehirlenmesine maruzdu. Aralarında anlaşma olmasa da iki kampın birbirine güç verdiği de onun görüşüydü.
Halliday, ‘Medeniyetler Çatışması’na ilk darbeyi, ona bir efsane ve mit diyerek vuruyor; tezin üzerindeki bilimsellik maskesini yırtıyordu. Sonra tek tek iddiaların temelsizliğini anlatıyordu. Mesela, İslam’ın terörü desteklediği yargısına karşı şöyle diyordu: “Terörizm 19’uncu yüzyılda ilk kez ortaya atıldığında bu alanda öncülük edenler Müslümanlar değildi. Bir İslam ülkesi olmamasına rağmen K.İrlanda, Sri Lanka’da bolca terör yaşandı. Endişe duyulan toplum içindeki farklı etnik/dinî gruplara yönelik hoşgörüsüzlük ve baskı ise İslam dünyası bu alanda da hiç yalnız değildir. Geçmişte İslam toplumlarının bu tür farklı gruplara davranışı, sabıka yönüyle rakiplerinden çok temizdi. Holokost’u gerçekleştirenler, Musevilerini İspanya’dan sürenler Müslümanlar değildi. Aksine, onlara kucak açan Müslümanlardı. Burma, Keşmir, Filistin, Bosna ve Kosova gibi dünyanın pek çok yerinde baskı ve terörün asıl kurbanları Müslüman halklar.”
Halliday, Batı’nın varlığını sürdürebilmek için bir düşmana ihtiyaç duyduğu tezini de reddediyor ve abartılı buluyordu. Müslümanların hepsi toplu hareket etse bile Batı’ya meydan okumaları zordu. Hep tartışılan İslam ile demokrasinin uyuşmayacağı iddiasına da karşıydı. Bu önyargının, Ortadoğu’daki çoğu ülkelerin monarşilerle yönetilmesinden kaynaklandığını ve bunun İslam’dan çok o toplumların başka özelliklerinden ileri geldiğini düşünüyordu.
Kitabını, Müslümanların aşina olduğu bir cümleyle bitiriyordu: “Gereksiz kutuplaşmalardan ve fakirleşmiş tartışmalardan uzaklaşıp Kur’an’dan önerimi doğrulayacak şekilde yorumlanabilecek bir alıntı: Ve tanışıp kaynaşasınız diye sizi milletlere, boylara ayırdık. (Hucurat, 13)” Marksist Halliday’in Muslumanlarla ilgili bu tutumu, ulkemizde Islam karsiti olmayi solcu olmanin şartı sananlara ne diyor acaba?
Devrim ve Dış Politika, İran: Diktatörlük ve Gelişme, Sultansız Arabistan gibi kitaplara da imza atan Halliday’in bu görüşlerini okuduktan sonra o zaman çalıştığım Aksiyon Dergisi’nin haftalık toplantısında, kitabın kapak yapılmasını önermiştim. 5 Eylül 1998 tarihinde yayımlanan 196’ncı sayıya bakarsanız, “İslam tehdidi masalı” başlığıyla konunun kapak olduğunu göreceksiniz. İlginç bir nokta ise aynı kitaba Cumhuriyet Kitap ekinde iyi bir yer verilmiş olmasıydı.