İSLAM HUKUK, SİYASET VE SAVAŞ FELSEFESİNİ TEMELLENDİREN KUR’AN ETÜTLERİ[1]
“Tanrı sizi barış yurdu kurmaya çalışıyor, halk sizden savaşın olmadığı bir memleket bekliyor.[2] İçinden gelerek barış isteyenlerin barış yoluna ulaşmasında toplum bir engel değildir, toplum böylesi talebi olan kimselere kapısını açar.[3]”[4] ayetinde geçen selâm, günlük yaşamda yaygın kullanılan ancak anlam derinliğine dikkat edilmeyen bir sözcüktür. Selâm; barış, selâmet, kurtuluş, güven içinde olma anlamlarını içerir. Selâm yurdu olması için yeryüzünde egemen olan kapitalizm, faşizm, din elbisesi giydirilerek yumuşatılmış milliyetçilikler, ulus devlet dayatmaları, sınıfsal ilişkiler düzeni, yoksulluğu sevimli ve meşru gösteren dinsel ideolojiler, saltanat düzenleri, sultanlık ve hanedanlığı dinin yönetim biçimi gibi yutturan mezhep uydurmaları, tek tipçi dayatmanın her türlüsü, fetih adlı toprak işgalciliği, köle ve cariye tutkunluğu, sınır kutsamaları, devlet sembollerini yüceltmeler, siyasal düzenleri insandan daha değerli görme anlayışları yeryüzünden silinmelidir. Bunun yerine de fikir, sağduyu, insan sevgisi, tabiatı koruma güdüsü, eleştirel akıl, analitik sorgulama ve vicdan değerleri egemen yapılmalıdır.
İslam’ın kızıl elması dâru’s-selâm’dır. Gerçek idealist de dâru’s-selâm’ı amaç edinmiş Müslümandır. Yoksa Türkçülük peşine düşen, devlet denilen kurumlar bütünlüğünü kutsallaştıran ancak devletin nimet ve imkânları paylaşma anlamında olduğunu hiç düşünmemiş olan, mezhep ve tarikat bataklığını içselleştiren, mafyalaşarak hukuk devletini zayıflatan, militarist düzene sempati duyan, polis devleti olmayı hukuk ve özgürlükten daha değerli kabul eden, tüm soyların eşit koşullarda ana dilleriyle eğitim almalarına karşı çıkan, yarı muvahhit[5] panteist[6] babalara evliya ünvanı takan, resmi ideolojiye taparcasına bağlanan, tüm farklılıkların asimile edilerek kendinin kopyası olmasını isteyen, en iyi ötekinin ölü öteki olduğunu düşünen; İslam milleti ve ümmet kavramlarının anlam derinliğini hiç kavramayıp kendi kavmini millet diye tanımlayan, Medine vesikasını devlet modeli olarak benimsemeyen, kapitalist-faşist dünya sistemine öz yurdunda şubelik yapan, Amerika’nın sözde antikomünist gizli ordusu olan, derin devlet tetikçiliğine gönüllü yazılan, Kur’an İslam’ıyla hiç tanışmamış olan; özgürlük, eşitlik ve barış kelimeleriyle hiçbir zaman sulh yapmamış bulunan kimselerin barış yurdu kuracağına ihtimal verilemez. Daha facia biçimde bunlara vatan bekçisi, yurt sevdalısı, memleket düşkünü denilemez. Bunların idealizmi sahte bir dindarlık, mezhepçi bir dincilik, tarikatçı bir duygusallık, tek tipçi bir faşizm ve gizli bir ırkçılıktır. Bunların İslam fedaisi olduğu iddiası ve İslam davası güttükleri söylemi sanal gerçekliği hakikat zannettirme ve uzun süreli bir yalanı gerçek gibi sürdürmedir. Pek çok kavramı olduğu gibi vatan, millet, ideal ve idealizm kavramlarını da aslına döndürmemiz ve egemenlerin emir eri olan toplum mühendislerinin kontrolünden çıkarmamız gerekir. Dâru’s-selâm’ın kuruluş felsefesini ancak böyle inşa edebiliriz.
Dâru’s-selâm, yeryüzünde kurulması Müslümanlardan istenen barışa dayalı siyasal sistem ve hukuk düzenidir. Asla diktatörlük, polis devleti, ordu-millet[7] safsatasına dayalı emperyalizm ve sömürü düzeni değildir. Dâru’s-selâm düzeni kurulmadan cennet düzeni gelmeyecektir. Zira sonraki ayetlerle bağlam ilişkisi kurduğumuzda[8] cennet ve cehennemin alt yapısının barış yurdu olduğunu anlamaktayız. Çünkü barış yurdunda adalet, eşitlik, özgürlük, sevgi, acıma ve kardeşlik duyguları egemen olacağı için cennet bunun sonucunda gerçekleşen yaşam düzeni olur. Cehennem de bu düzene karşı gelenlerin cezaya çarptırılmaları olur. Dâru’s-selâm’ın biçimsel anlamda nasıl bir yer olması gerektiği konusunda Edip Yüksel’in “Bir devlet kuralım. Adı Barış Cumhuriyeti, bayrağı gökkuşağı, marşı su ve kuş sesi olsun.” cümlelerini dikkate alarak başlamalıyız.
Mekke’nin ikinci yılında kaleme alınan “Onlara ‘Ey nankörler, ey gerçekleri saptıranlar! Uğrunda değer üretip eylem sergilediğiniz[9] şeyler için benim de değer üretip eylem ortaya koymamı beklemeyin. Çünkü ne siz benim ürettiğim değer ve eylemlere katılırsınız ne de ben sizin sergilediğiniz değer ve eylemlere katılırım. Bu nedenle ben de sizden benim değer ve eylemlerime katılmanızı beklemem. Özetle herkesin inanç, töre, ritüel, yaşam biçimi, ahlak anlayışı ve değer yargısı[10] kendinedir; herkesin tercihi özüne aittir, herkes kendi layığını bulur.’[11] de.”[12] ayetleri Muhammedi çizginin temelini din, vicdan ve yaşam özgürlüğü olarak belirlemiştir. Elçi Muhammed vicdan, akıl ve sağduyusunun sesini Mekke’nin tepesinde bir sistem itirazı olarak yükseltmeden önce bile hılfu’l-fudûl örgütlenmesine katılarak vicdanı körelmiş, acıması kaybolmuş, aklı öfke ve çıkarlarına esir olmuş kimselere karşı mücadeleye girişmiştir. Muhammedilik değer-fiyat, vicdan-cüzdan ikilemi arasında kalmayanların vicdan ve değer yolunda zorlu bir yolculuğa çıkışının adı olmuştur. Kur’an Mekkelilere meydan okumasını özgürlük temelinde bir barış inşasıyla geliştirmeye başlamıştır. Muhammedi manifestoyu[13] içeren Kur’an, toplumu birliktelik bilincine[14] ulaştırmak için adil bir toplum inşa etme koşulunu özgür bir toplum yaratmaya bağlamaktadır. Bu nedenle siyasal İslam denilen sistem özgür ve adil bir toplum düzeni inşa etmenin adıdır. Yoksa muhafazakar kapitalistlerin ağzına yakışmayan bu tamlama asla kapitalist sömürünün din versiyonu[15] değildir.
“Haydi durmadan hatırlat.[16] Çünkü sen sadece bir hatırlatıcısın.[17] Bundan öte bir görevin yoktur. Sen eline satırı alıp etrafa sallayan bir zorba ve dayatmacı olamazsın.[18] Vicdan, akıl ve sağduyu mesajlarından yüz çeviren ve gerçeğe nankörlük eden birileri illa bulunur.”[19] ayetleri kılıç ayeti diye meşhur olmuştur. İlgili ayetlerde en dikkat çekici sözcük musaytır’dır. Bu kelime satır kelimesinden türemiştir; satır sallayan, bıçak çeken gibi anlamlara gelir. Mecazen de korku yayan, ürküten, dayatma yapan, baskı düzeni kuran anlamlarını karşılar. Bu ayet tevhit düzeninde eğitim ve tebliğin[20] asla despotik olamayacağını, bilgilendirmenin iknaya dayanması gerektiğini; akıl, vicdan ve sağduyuya seslenerek muhataplar üzerinde etki oluşturulması lüzumunu vurgulamaktadır.
Mekkeli Gâşiye suresini savı[21] Medineli Bakara suresinin bir ayetiyle de desteklenmiştir. Çünkü Kur’an “Bir inancın gereği olarak ortaya konan yaşam biçiminin başka inanç ve düşüncede olan birine dayatılması kabul edilemez.[22] Doğru ile yanlış, sapma ile istikamet, doğruyu seçebilme ile azgınlığı tercih etme birbirinden tamamen ayrılmıştır.[23] Bundan sonra kim sözde tanrısal değerler uydurmayıp toplumla güven ilişkisi kurar; öfke, şiddet ve nefret ateşi yakan odaklardan[24] uzak durursa kendisi ile toplum arasında kopmaz bir bağ[25] inşa eder. Unutulmasın ki ortaya koyduklarınıza toplum kulak kabartır ve olanları gözünden kaçırmaz.”[26] diyerek Gâşiye suresini daha da sağlama almıştır. Bu ayetler arasında bir şey karıştırılmasın. Hukuk çiğneyen, zulmeden, hak yiyen, baskı yapan, işgal eden ve sömürene de mi ikna yolunu kullanacağız denilebilir. Tabi ki hayır. Burada fiili bir saldırı değil; ahlaki, bilişsel,[27] bilgisel ve diyaloğa[28] dayalı bir ortam ilişkisi ele alınmaktadır. Normal koşullar altında insani ilişki düzeyi ikna, hoşgörü, tahammül ve ortak akılda buluşmadır. Muhammedi barışçılar, Medine’de iktidar gücüne sahipken bile yaşam biçimi ve ideoloji dayatamamayı Kur’an’ın emri gereği uygulamışlardır. Bu bağlamda Müslümanca yönetim tam özgürlük, koşulsuz barış mutlak eşitlik ve insana saygı temelleri üzerinde yükselir. Yoksa İslami yönetim Sünni Arabistan selefiliği ve Şii İran imameti değildir. Bu iki mezhep tarihen üzerine İslam şalı örtünmüş Kur’an dışı siyasal ekollerdir. Çünkü iktidara gelince adam kayıran; kendine muhalif olan sendika, vakıf, dernek, meslek odası, televizyon kanalı, internet sitesi ve basın kuruluşlarını yok eden; devletin kabul ettiği mezhepsel ve ırksal kimlik dışında bir aidiyetin özgürce temsilinden söz eden kimseleri idam ve hapis yoluyla etkisizleştirmeye çalışan bir devlet erkinin İslamcılık iddiası sadece “-cılık”tır ve koskocaman bir yalandır. Bu tip eylemler mezhepsel faşizme, tek adam egemenliğine ve dikta heveslerine İslam’ı alet etmektir. Suudi Arabistan ve benzer heveskârların bu konudaki zayıf karnesi maalesef Kur’an’a yüklenerek elçi Muhammed’in kemikleri sızlatılmaktadır.
”Sana çift boynuzlu taç takan kralı soruyorlar.[29] Onlara ‘Size ondan bir anı[30] aktaracağım.’ de. Çift boynuzlu kral yeryüzünde uygun bir ortam buldu ve doğanın yasalarını çözecek bilgilere ulaşınca[31] bunun gereğini yerine getirmek için harekete geçti. Batıya doğru o kadar ilerledi ki ulaştığı son noktada güneş bulanık bir suya dalıyormuş gibi görünüyordu. Orada yerleşik halde yaşayan bir halkla karşılaştı. Onlara iyi davranma veya onları cezalandırma konusunda tereddüte düştü. Vicdanının sesi ‘İster iyi davran, ister ceza kes.’ dedi. Bunun üzerine çift boynuzlu kral o yerleşik halka ‘Kim ki baskı, dayatma ve gerçekleri gizleme eylemleri sergilemişse onu cezalandıracağız.[32] Bunun dışındaki yanlışları, besleyip büyüten ve donanım kazanmanıza neden olan topluma[33] havale edeceğiz. Toplum da onları doymazlık ve uyku özlemi, ağız tadını kaybetme, ruhunda kırbaç acısı hissetme ve bunalıma girme cezalarıyla cezalandırır. Ama kim güvenilen kişi olur ve barışçıl eylemler sergilerse en güzel biçimde karşılanır ve tarafımızdan her türlü kolaylığı görür.’ dedi. Ardından amacı için yeni bir sebep buldu, doğuya yöneldi. Doğuya vardığında Güneşin ısı ve ışığından kendini koruyamayan ve doğal hayatı tüm normalliğiyle yaşayan bir halk gördü. O bölge ve halkının gerçekliği de işte böyleydi.[34] Halk çift boynuzlu kralın kendilerine iyi davranacağı konusunda tam bir güven içindeydi. Sonra başka bir amacını gerçekleştirmek için kral farklı bir tarafa yöneldi. İki seddin arasında kalan bir yere ulaştı. Orada laftan anlamayan bir kavimle karşılaştı. Onlar, çift boynuzlu krala ‘Ortalığı kasıp kavuran, talan eden ve hırsızlık yapan bir topluluk[35] var. Onlardan korunmak için onlarla bizim aramıza bir set yapsan, biz de bu iyiliğin karşılığında sana vergi versek.’ dediler. Çift boynuzlu kral onlara ‘Beni eğiten, donatan ve besleyip büyüten toplumumun bana verdikleri sizin vereceklerinizden daha üstündür. Bana bedensel olarak yardım ederseniz onlarla aranıza bir set yaparım. Bunun için bana demir plâka[36] ve külçeler[37] getirin.’ dedi. İki dağın arasındaki boşluk doldurulup düzleştirilince ‘Körükleyin!’[38] dedi. Demir akkor halini alınca da ‘Üzerine dökmek için bana erimiş bakır getirin.’ dedi. Seddin yapılmasından sonra talan, karmaşa ve hırsızlık yapmak için saldıran topluluklar seddi ne delebilecek ne de aşabilecekti. Çift boynuzlu kral ‘Bu set; besleyen, büyüten ve donanım kazanmama neden olan halkımın sevgi ve acımasının yansımasıdır. Zamanı geldiğinde besleyen, büyüten ve donanım kazandıran halkım sözünü söylediğinde bu seddin yerlerinde yel esecektir. Çünkü eğiten ve donatan toplumum sözünü mutlaka gerçekleştirir.[39] Kargaşa çıkaran, gerçekleri yalanlayan ve tekelci hegemonya üreten toplumlara karşı gerekli dersi verir.’ dedi.”[40] ayetlerinde yönetime dair kendi çağından günümüze mesajlar gönderilmektedir. Siyaset, hukuk ve iktidar gücünün nasıl kullanılması gerektiğine dair örneklik çift boynuzlu kral anlatısı üzerinden verilmiştir. Yönetimde katılımcılık, eşitlikçilik ve rıza ilkeleri öne çıkarılmaktadır. İktidar gücünün toplum üzerindeki sınırı zulüm kelimesiyle sınırlandırılır. Yani eşitlik, adalet, özgürlük ve barış değerlerini sınıflaşma, savaş, dayatma ve tek tipçi baskıdan korumak devlet olmanın asıl işlevi olarak sunulur. Böylece Tanrı-devlet, kutsal devlet, devlet-i ebed müddet[41] propagandalarıyla[42] yürütülen devlet için her şey ve herkesin feda edileceği biçimindeki faşizan yaklaşımlar reddedilir. Ayetlere göre kendi kültürüyle iç içe yaşayan halkların dışarıdan zorlamayla kültürel değişime zorlanmaması ve her beldenin kendi öz değerleriyle kendi haline bırakılması, yönetimde kültürel dayatmanın yasaklanması öne çıkarılıyor. Yani hiçbir klan, aşiret, kabile, halk, toplum sosyal, siyasal, ekonomik ve hukuksal anlamda kendi değer yargıları ve uygulamalarından zorla ayrıştırılamaz. Değişimler gönüllülük ve tercih doğrultusunda gerçekleştirilir. Mısır, Roma, Emevi, Abbasi ve Osmanlının yaptığı gibi hiç kimse köleleştirilemez, yerinden sürülemez, toprağı işgal edilemez, kültürü yok edilemez, kültürel mirası silinemez, dili unutturulamaz ve aşağılanamaz, mezhebi ötekileştirilemez ve aidiyeti görmezden gelinemez.
Zü’l-karneyn’in set yapması iktidar gücünün halkın yaşama ve korunması için imar çalışması içinde olması gerektiğini vurgulamaktadır. Ferhat aşkı için dağları delip yârinin yurduna su getirdiği gibi halkın yönetimini üstlenenler de toplum için dağları delip halkının huzur ve mutluluğu için koruyucu tedbirler almalıdır. Böylece Ye’cûc-Me’cûc tiplemesiyle dillendirilen her türlü terörize[43] eylem, her çeşit kargaşa ve güvencesiz toplum yaratan ne kadar sebep varsa bir bir yok edilerek halkın rızasını alan ve mutluluğunu sağlayan eylemler ortaya konulmalıdır. Tanrı’nın muktedirden[44] beklediği budur. Kapitalizme abdest aldıran muhafazakâr muktedirlerin iktidar gücüyle servetlerine servet katmaları, adam kayırmaları, hukuk ve siyaseti mezhebist politikalarla belirlemeleri, her alanda dayatmacı bir tek tipçiliği uygulamaları, ecdâd[45] sevdasıyla hareket etmeleri, yalaka kalem erbabını ve saltanatlarını alkışlayan ikiyüzlü tipleri yakınlarında tutmaları; park, bahçe ve alanları rantiyecilere peşkeş çekmeleri; uzun zaman ortak iş yaptıkları ve kendileri gibi muhafazakâr kapitalist olan hareketten kazık yeyince “Aşkımızın bitmeyeceğini sandık!” diye bas bas bağırmaları; ancak eski ortaklarının kazıklarını kendi hukuksuzluk, antidemokratiklik, dayatma ve baskılarına meşruiyet aracı yapmaları bu kimselerin dünyasına Zü’l-karneyn kıssasının nüzul etmediğini ispatlamaktadır. Hâlbuki İslâm siyaset felsefesinin temeli “İnsan doğasıyla çatışmaya girme,[46] ortak iyiyi uygula[47] ve cahiliye kültürünü[48] yaşayanlarla arana mesafe koy.[49]”[50] ayetine dayanmaktadır. İlgili ayet insan gerçekliğiyle çatışan, insani taleplere cevap vermeyen; herkesin aradığı, istediği ve beklediği doğal tercihleri ıskalayan; paylaşım, bölüşüm, yardımlaşma, destekleşme, barış ve kardeşlik ilişkilerine cephe alan; milliyet, din, ideoloji, ırk, mezhep, bölge ve kültür dayatmaları yapan; tek adam, tek sendika, tek parti ve tek dil zorbalığı ortaya koyan devlet düzenlerini reddetmekte, Muhammedi sistemin karşısına koymakta ve İslam siyasetinin karşıtı ilan etmektedir. Kim ki özgürlük, eşitlik, adalet ve barışa özünde ve eylemlerinde savaş açmışsa Tanrı’ya, Tanrısal kitaplara, Tanrı elçilerine, insanlık ailesine, yeryüzü halklarına ihanet içindedir. Böylesi tiplerin namaz, oruç, hac, kurban ve zekât eylemleri Ebû Cehil ile Ebû Lehep ritüellerinden ayrışmaz. Yani biçimsel ritüelcilik ideolojik yamukluğu düzeltmez, şirkten tevhide ulaştırmaz. Böylesi tiplere Kur’an “Gerçeği öğrendikten sonra bilmiyormuş ve duymamış gibi davranan,[51] tek derdi kalitesi düşük ve süresi kısa olan yaşamın zevklerine kavuşmak olan kimselere karşı yüzünü öte tarafa çevir.”[52] diyerek nasıl tavır takınmamız konusunda uyarıcılık yapıyor.
“Siz ‘Ey Rabbimiz! Bize baskı ve dayatmalarda bulunan, gerçeklerimizi görmezden gelerek üstümüzde zorbalık yapan şu memleketin halkından bizi kurtaracak, bize sahip çıkacak ve desteğini üzerimizden esirgemeyecek bir savaşçı gönder.’ diye yakarıp duran ezilen erkek, kadın ve yavrular için ne oluyor da savaşmıyorsunuz? Tanrısal değerlere güven duyanlar halk savaşı yürütür. Gerçekleri bildikleri halde görmezden ve duymazdan gelerek nankörlük edenler[53] de tanrısal değerler yerine konulan ve üzerine manevi karizmalar yüklenen uydurulmuş ideolojileri için[54] savaşırlar. Öfke, kin, yalan ve talan ateşini yakarak ideolojilerine tanrısal karizma katanlarla[55] savaşmaktan geri durmayın. Unutmayın ki öfke, kin ve nefret ateşini yakanın tuzağı[56] zayıftır. Çünkü keskin sirke öncelikle küpüne zarar verir. Mekke’deyken ‘Savaşı söz konusu etmeyin, yardımlaşma ve dayanışmayı diri tutun, ihtiyaç fazlalarını muhtaçlara dağıtın.’ denilen kimselerin şimdiki haline bakmaz mısınız?! Bu kez Medine’de savaş izni çıkınca insanlara karşı duyduğu korkusu Tanrı’dan korkar gibi hatta Tanrı’dan bile daha fazla korkuya[57] dönüşerek ‘Rabbimiz! Savaşı niçin emrettin,[58] keşke bu emri biraz daha erteleseydin’[59] dediler. Onlara ‘Yeryüzündeki kalitesi düşük yaşamın rahat ve zevki kısadır,[60] kalitesiz yaşamın ardından gelecek kaliteli yaşam toplum bilinciyle donananlar için baştan ayağa daha iyidir.[61] Çünkü o yaşamda haklar hiç yenilmez ve gerektiği gibi dağıtılır.’[62] de. Unutmayın ki savaştan kaçsanız da ölüm peşinizi hiç bırakmaz, ondan kaçıp kurtulma imkânı yoktur. Sapasağlam burçlarla çevrili yerlerde de yaşasanız, burjuva düzeni içinde de olsanız sahip olduklarınızı kaybedeceksiniz. Ölümden kaçılamayacağını haber verdiklerimiz iyilik görünce ‘Bu toplumsal bir akışın sonucudur.’ diyorlar, ama kötülük görünce ‘Sebebi sensin; sen olmasaydın savaş başımıza gelmezdi!’ diyorlar. Ancak iyilik ve kötülüğün kaynağı bizzat toplumun içinde potansiyel olarak vardır.[63] Fakat onlar bunu görmek istemiyorlar. Unutmayın ki başınıza gelen iyilikler toplumsal kaynaklıdır,[64] ama kötülükler benliklerinizin eseridir.[65] Senin insanlar arasında vicdan, akıl ve sağduyu elçisi olduğuna[66] toplum tanıktır.[67]”[68] ayetlerinin kaleme alınmasının gerekçesi olarak Abdurrahman bin Avf ve Sa’d bin Ebi Vakkas başta olmak üzere pek çok Mekkelinin Peygamberden savaşma izni istemesi, ancak Medine’ye varıp da Bedir Savaşı kararı alınınca savaş izni isteyenlerin savaştan kaçınması gösterilmektedir. Hâlbuki Mekke’deyken savaş isteyenlere elçi Muhammed’in “Dayanışma ve destekleşmeyi diri tutun, malınızın fazlalığını ihtiyaç sahiplerine verin ve şimdilik bu ortamda savaşı dillendirmeyin.” mealinde sözler söylediği ayet tarafından aktarılmaktadır.
Kur’an, Muhammedi Müslümanları Mekke özelinde tüm mazlum, mağdur ve mahkûm insanlara yardımla görevlendiriyor. Ezilen halkların soy, din, mezhep, bölge ve sağ-sol gibi ideolojik aidiyetlerine bakmadan tüm imdat çığlıklarına koşturmak; özgürlük, eşitlik ve adalet için kılıç kuşanmak, parti kurmak; sendika, vakıf, dernek ve kültür evi açmak; sömürgeci, baskıcı ve gerçekleri zorbalıkla karartıcı politika izleyenleri cezalandırmak; yeryüzü halklarını sömüren dünya kapitalizmine abdest aldırarak mevkisini korumaya çalışan sözde Müslüman yönetimlere[69] başkaldırmak Müslüman kimliğinin temel davranışlarındandır. Mazluma el uzatmayanın iman davası yalancı bir iman iddiasıdır. Yani ahlak ve hukuka uygun savaş, zulüm kavramı etrafında biçimlenen tüm eylemlere karşı yürütülen silahlı ve silahsız çatışmadır. İlgili ayetlerde korku psikolojisi de öne çıkarılıyor. Çünkü savaşmak demek mülkünü kaybetme, eşini dul ve çocuklarını babasız bırakma, sakat kalma, hayallerini terk etme, gözü açık gitme ve yaşamı noktalama tehlikelerini içerir. Bu endişeler insanidir, doğaldır. Bu tür korkuya havf denir. İnsan olarak yüreğimizde ne kadar korku taşısak da yeryüzünde yardım bekleyen, özgürlüğe susamış, açlıkla başbaşa kalmış, güvenliği ortadan kalkmış, gıdasızlıktan gelişememiş, yoksulluktan beden fonksiyonları çalışamaz hale gelmiş, dikta rejimlerin altında ezilen insan oğulları ve kızları varken “Bunlardan bize ne, onlar başka ülkelerin halkları, bazıları tarihsel düşmanımız, kimisi Müslüman bile değil, ne mezhebimiz ne meşrebimiz de ne dilimiz aynı…” biçimindeki söylemlerle yardımdan kaçınmak imansızlığın alametidir. Böyle diyen kimseler güven vermeyen ve Tanrı kullarını eşit görmeyen tiplerdir. Zira mü’min, basit bir tanımlamayla Tanrı’nın varlık ve tekliğini kabul eden değildir; vicdan, akıl ve sağduyu değerlerine güvenen, bu konuda kendisine güvenilen ve bulunduğu yeri güvenli bölge haline getiren kimsedir. Kendisine güvenilmeyen kimseye mü’min denilmez. Tam aksine gerçeği görmezden geldiği için kâfir; her ortam, devir ve iktidarın adamı olduğu için münâfık, inandığını iddia ettiği değerleri uygulamada kediyi gören farenin deliğinden fırladığı gibi eylemlerden kaçtığı için fâsık, kendini ve kendi aidiyetini Tanrı gibi görüp başkalarıyla eşitlenme ve adil olmaktan rahatsızlık duyduğu için müşrik adını alır. Bu tiplemeler aynı zamanda Tanrı’ya inanan kimselerdir. Onları mü’min olmaktan çıkaran nitelemeler eylem ve ideolojileridir. Halkların yardımına koşmak, tüm insanlığı kardeşi görmek, kendi toplumu için istediğini başka toplumlar için de istemek, kendi halkı için istemediğini başka halklar için de istememek ayete göre mü’min olma koşuludur. Yoksa iman edebiyatı, dindarlık tiyatrosu ve hakikat masalı sahnelenmiş olur. Çağımızda kimi şehirlerin yok edilerek üstüne faşizm sembolüne dönüştürülen flamalar asılması, hasım kabile kızlarının vücudunun çırılçıplak soyularak medyada teşhir edilmesi; kişilerin doğum yeri, adı ve rengi nedeniyle aşağılanması; yedi ve on bir yaşındaki çocuklarının öldürülmesi, köylerin yakılıp insanların yurdundan sürülmesi, kinden kudurup ormanların bile yakılması, uzun yıllar dayatılan faşist ideolojiye başkaldıranların kötü adam ilan edilmesi, dağ ve bayırlara tek tipçi kavmiyet övgüleri dizilmesi, bir halkın anadilinin resmi dairelerde yasaklanması, hapishanelerde işkence yapılması, tecavüz edilen kadın ve kızların yasalarla tecavüzcüsüne peşkeş çekilmesi, hırsızların halkın temsil mekanlarında aklanması, yolsuzların rantiye devine dönüşmesi, reddedilen paraların faizleriyle halkın gözü önünde teslim alınması, kapitalizm çarkında ezilen halkların cennet vaadiyle kandırılması, maden işçilerinin ölümü karşısında Emevi kaderciliği yapılarak Tanrı’ya iftira atılması, halkın güvenliğini sağlamaktan sorumlu olanların çağın Ebu Süfyan’ına dönüşmüş kimselere köpeklik etmekten zevk duyması karşısında vicdanında sızı hissetmeyen mü’min değildir; zâlimdir. Çünkü insan fıtratına ait gerçekliği baskı, dipçik, jop, tazyikli su, kurşun, biber gazı, mahkeme, politik ayak oyunları, psikolojik harp ve işkence yöntemleriyle görmezden gelenler Kur’an dilinde zâlim tiplerdir. Tanrı’ya inanan firavunlar, Tanrı adına yeryüzünde iş yaptıklarını düşünen nemrutlar zâlim tiplemesinin evrensel prototipleridir.[70] Kur’an bunlar üzerinden hukuk devleti-zulüm devleti yaklaşımlarını anlatır. İlgili ayetlerde etrafı hukuk, siyaset ve taraftar zırhıyla korunanların eninde sonunda ezilenlerin darbeleriyle makamlarından indirileceği belirtilmektedir. Tüm çağların Müslüman ezilenleri şayet Kur’an’ın bu mesajlarını okusaydı yeryüzünün tarihi kesinlikle başka yazılırdı. Çağlar boyu atalarına zulmetmiş ve kendi döneminde de aynı zihniyet tarafından zulüm görmüş ve görmekte olanların zalimleri desteklemesi tecavüzcüsüne aşık olan aptal kız psikolojisidir. Çünkü Emevi saltanatıyla başlayan sözde hilafetin tek adamcı, tek mezhepçi, tek tipçi, çoğulculuk düşmanı, şûrânın hasmı, mutlak merkeziyetçi yapılanma; güç ve mevkinin akraba, damat ve oğullar arasında paylaşılması; halkın koyun yerine konulup egemenlerin çoban kabul edilmesi, eleştiri düşmanlıkları, itaatin kutsanması ve Tanrı’nın yeryüzündeki gölgesi olma pâyesi gibi saçmalıklarla yüz yıllardır egemenliklerini sürdürenlere hayranlık dinmiyor. Kimileri bu uygulamayı apaçık monarşik[71] düzen ile yaparken kimileri de özgürlük ve demokrasi görüntüsüyle sürdürüyor. Ama uyutulan halklar, tatlı uykusunda horlamaya devam ediyor. İşte bu nedenle çağımızda İslam’ın antikapitalist, antifaşist, antiemperyalist ve devrimci dili halklara ulaştırılmalı; halklar ritüellerle uyuşturulduğunu fark ederek İslam’ın Muhammedi ve Hüseyni devrim ruhunu kuşanmalı, kinini din diye satan kindâr ve çıkarcı ağaların koltukları sallanmalı ve yürekleri titretilmeli, saltanatının sürmesi için İslam’ ı meze yapan kimselere karşı başkaldırı bayrakları dalgalandırılmalıdır. Çünkü Kur’an’ın anlattığı tüm Tanrı elçilerinin siyasal sünnetleri böyledir.
“Baskı ve zorbalığa uğrayanların savaşma izni vardır. Zulme karşı savaşanlar hiç şüphe etmesinler ki toplumdan gerekli yardımı göreceklerdir. Tepelerinde boza pişirenlere ‘Besleyen, büyüten ve donatan Tanrı rolü yapmayın.’ dedikleri için yurtlarından kovuldular. İnsanların bir kısmı başka kısmı tarafından desteklenmemiş[72] olsaydı toplumun şerefini yükselten manastır, kilise, havra ve mescitler kalmazdı. Yardım eden yardıma kavuşur, iyilik eden iyilik görür. Kim ki toplumun derdiyle dertlenirse toplumdan yardım görecektir. Toplum bireyden çok üstün ve çok güçlüdür. Tanrısal değerler için yardımcı olanlar olanaklara ulaşırlarsa dayanışmayı ayağa kaldırır,[73] ihtiyaç fazlasını vererek fazlalıklardan arınır,[74] toplum için gerekli olan ortak iyiyi uygular ve toplum için zararlı olanla mücadele eder. Yaptığınız tüm iş ve işlemlerin takdir edicisi en nihayetinde kamu vicdanıdır.”[75] ayetlerinin ilk iki cümlesi Medine’de kayda geçen ilk ayetlerdir. Böylece Medineli yerli ve Mekkeli göçmenlerin Mekkeli düşmanlarla savaşmasına olanak doğduğu ortaya çıkmıştır.[76] Yukarıdaki ayetler savaşın sebep-sonuç ilişkisini dillendirmektedir. Bir Müslümanın niçin savaşması gerektiğini belirtmektedir. Yani yöneticilerin Tanrılığa soyunması, insanların yurtlarından sürgün edilmeye çalışılması, tanrısal değerlerin hatırlatıldığı yerlerin işlevsizleştirilmesi veya kapatılması savaş gerekçesi olarak gösterilmektedir. Dikkat edilirse asla bir işgal ve saldırı yoktur; tamamen hak mahrumiyeti ve savunma merkezli bir savaş mantığı vardır. Bu nedenle toprak ele geçiren, sürgün eden, vergi yükleyip haraca bağlayan, mabedleri yakıp yok eden, Ayasofya’nın cami yapılması gibi başka dinin mabedini kendi dinine ait mabede dönüştüren davranışlar hukuk ve ahlak yönlerinden itibarsız savaşlardır. Sömürü ve zulümdür. Bir halk Müslümanlardan yardım istediğinde onların yardımına koşulur ve onlar için savaşılır. Yardım etmedeki amaç da toplumda imece, dayanışma ve yardımlaşma kültürünü oturtma; toplumu ihtiyaç fazlasını vermeye alıştırma, halk arasında ortak iyiyi egemen kılma ve ortak kötüyü engelleme amacıyla yapılır. Bunlar savaşmanın gerekçeleridir. Bunun aksi her davranış işgaldir. Bir ülke ve halkın özgürlüğünü kontrol etmeye çalışan, yardım ettim diyerek halkın yer altı ve yer üstü imkânlarına çöken, devlet mafyası kuran bir egemenlik Kur’an açısından asla kabul edilmez. Bu ayetlerden hareket ettiğimizde savaşın hukuki ve ahlaki olmasının nedeni yoruma gerek duyulmayacak biçimde ortaya çıkıyor. Hele hele “Şu yerler daha önce dedelerimizindi; şu kavim bu bölgede egemen olamaz. O adamlar yakınımıza gelemez.” diyerek başkalarının yurdunu işgal etmek, ora halkının perişanlığına neden olmak, insanların fuhuş mafyalarının ellerine düşmesine sebep olmak, çocukların denizlerde boğulmasının vebalini taşımak İslam savaş ahlakıyla açıklanamaz. Bu sonuçlara ayakçılık yapanların namaz kılıp oruç tutması, hacca gidip kurban kesmesi, eşinin başını örtüp cami yaptırması, takke takıp Kur’an’ın Arapça lafzını okuması Tanrılık oyunu oynadığını gizleyemez, şirk batağındaki bir Firavun olduğunu örtemez. Böylesi müşrik, fâsık, kâfir ve münâfık tipler ve kurulu düzenleriyle savaşmak yukarıdaki ayetlerin Müslümana yüklediği misyondur. Bu ayetlerde mutlaka dikkat edilmesi gerek bir nüans da izin-emir ilişkisidir. Tanrı savaş emri vermemektedir, savaşma izni vermektedir. İzin sürekli olan değil, istisna olan; genel değil, özel olandır. Cihat ise mal ve can ile ortaya konan her türlü çabadır, Kur’an’ın emirleri arasındadır,[77] savaş gibi özel izinlerinden değildir.[78] Kıtal, yani savaş ve savaşarak öldürme ya kasten ya da cehalet eseri olarak sürekli karıştırılmaktadır. Cihat, kişiye üzüntü ve sıkıntı veren şey anlamındaki cehd kökünden türemiştir;[79] tüm kuvvet ve dayanma gücünü sonuna kadar kullanıp zorluk ve zahmete katlanma kök anlamındadır.[80]
“Ey tanrısal değerlere güven duyan ve bu konuda kendisine güven duyulanlar! Topluma hizmet ve değer üretiminde[81] bel bükün ve alçak gönüllü olun.[82] Böylesi hayırlı işler ortaya koyarsanız rahat nefes alırsınız. Toplum için öncelik ne ise onun gereğine uygun biçimde çaba ortaya koyun.[83] Mesajların size ulaşmasıyla siz bunlardan haberi olmayan toplumlardan ayrıştınız. Bu ayrışma dini anlamda size verilmiş olan bir yük değildir. Çünkü sizden istenen ekstra bir yük altına girmek değil, manevi babanız İbrahim’in milletine katılım sağlamanızdır.[84] Toplumda çağlar boyu İbrahim gibi davrananlar barışçılar diye adlandırıldılar.[85] Barış konusunda vicdan değerlerine elçilik yapan Muhammed sizin için nasıl rol model olduysa[86] siz de toplumda tanrısal değerlerin tanıkları olun.[87] Bunun için dayanışma ve destek olma nerede düşmüşse oradan kaldırın, ihtiyaç fazlalıklarınızı da muhtaçlara verin ki toplumsal kucaklaşma sağlansın.[88] Sizin efendiniz toplumdur, topluma hizmet üretmekten sorumlusunuz.[89] Sadece toplumun efendi kabul edilmesi, hiçbir bireyin kimseye efendilik yapmaması, herbir kişinin bir başkasının işini görmesi güzel olduğu gibi toplumdan bireye gelen yardım da güzeldir.”[90] ayetlerinde cihadın hakkı nasıl verilecek sorusuna yanıtlar verilir. Bir değeri temsil etme, bir anlayışa rol model olma anlamındaki şehitliğin cihat eylemi içine dahil edilmesi dikkatimizden kaçmaz. Çünkü çağlar boyunca şehitliği ölmenin sonunda gerçekleşen bir değer olarak yansıtıp egemenlerin işgal savaşlarında gerçekleşen ölümleri meşrulaştırmanın adı adı hep şehâdet ve şehitlik olmuştur. Şehitlikle ilgili bolca hadis uydurularak ölüm kutsanmış ve kan deryası meşrulaştırılmıştır. Hâlbuki toplum için savaş dışında her türlü değer ve eylem çabası ortaya koymak demek olan cihat, nasıl ki kıtal değilse şehit de ölen değildir; yaşamıyla model olandır.[91] “Gerçeğe nankörlük eden, gerçeği karartan kimselere karşı fiili, askeri, silahlı güç yanında eğitim, kitap, basın, internet, gazete, dergi, konuşma ile karşıt çaba ortaya koyun.[92]”[93] hadisi cihadın fiili müdahaleleri de kapsadığını ancak özel anlamda bir savaş olmadığını anlatır. Yani cihat devrim veya karşı devrim hareketi de olsa daima zahmet ve çile içinde çaba ortaya koymanın adıdır. Cihadın kimi zaman savaş biçimini alması istisna bir durumdur ve vicdanın çığlığına tabidir. Cihat rivayetleri her nedense savaş merkezli tanımlamaya yöneliktir. Fakat ayetler savaş eksenli değil emek ve değer üretimi sırasında çekilen zahmeti öne çıkarır.[94] Bu nedenle ortaya çıkmış değer ve üretime ibâdet, değer ve üretim için sergilenen çabaya cihat denir. Mâbet,[95] değer üretimi yapılan ve bu amaçla yeteneklerin son noktasına kadar kullanıldığı yerdir; ritüel kutsanan mekân değildir.
“Size savaş ilan edenlere siz de halkınızın vicdani değerleri için[96] savaşın. Savaş sırasında hukuk ve ahlak sınırları aşmayın. Çünkü toplum vicdanı[97] durması gerektiği yerde durmayanları sevmez.[98] Sizi bulduğu yerde öldürmeye kalkanları siz de öldürün. Sizi yerinizden yurdunuzdan sürdükleri gibi siz de onları kendi yer ve yurtlarından sürün. Unutmayın ki sıkıntı, bela, dert ve kaosa boğulmak ölümden beterdir.[99] Kan dökmenin yasak olduğu mescidin[100] çevresinde size kılıç çekilmedikçe siz de silah çekmeyin. Size savaş açanlara siz de karşılık verin. Çünkü baskı ve dayatma peşinde olanlara verilecek yanıt budur. Sizinle savaşanlar barış yapmak istediğinde sevgi ve acıma kaynağı olan toplum vicdanı onlara bağış ve af kapısını açsın. Skandal, çarpıklık, işkence, saptırma ve kargaşa ateşi yok edilinceye;[101] kişilerin yaşam biçimi ve bakış açısı kamu vicdanıyla[102] uyumlu hale gelinceye[103] kadar özgürlük düşmanı zorbalarla savaşın. Saldırılar durursa siz de savaşı durdurun. Size doğrudan ve dolaylı biçimde baskı ve zorbalık yapan amir[104] ve memurların[105] dışındaki kimselere düşman olmayın. Kan dökmenin yasaklandığı aylarda saldırıya uğrarsanız karşılık verin. Çünkü dokunulmazlık karşılıklı saygıyı gerektirir.[106] Saldıranın saldırısına sınırı aşacak bir abartıdan uzak biçimde karşılık verin. Düşman saldırısına karşılık verirken topluma karşı duyduğunuz sorumluluk bilincini terk etmeden karşı harekete geçin. Çünkü kamu vicdanı toplum bilinci taşıyanlarla birliktedir.[107] İnfakınızı toplum için yapın ve sahip olduğunuz güçle kendinizi zehirlemeyin, güç zehirlenmesine uğramayın.[108] Cömert olun, çünkü toplum eli açıkları sever.[109]”[110] ayetleri savaş ahlakını yeniden inşa ediyor. Saldırana karşı savunma savaşı yaparken bile vicdan değerlerinden ayrılmamayı öğütlüyor. Ayetler arasında fitne kavramı dillendiriliyor ve fitnenin adam öldürmekten beter olduğu vurgulanıyor.[111] Fitnenin olumsuz kutbu her türlü skandal, çarpıklık, işkence, saptırma ve kargaşadır.[112] Savaşın temel gerekçesi fitnenin yeryüzünde sona erdirilmesidir. Bir beldede resmi veya kültürel, şahsi veya sosyal her türlü çarpıtma, işkence, gerçekleri saptırma ve toplum barışını bozacak kargaşa eylemleri varsa, bunlara karşı savaşmak Muhammedi barışçının varoluş nedenidir. Çünkü kamu vicdanını yaralamayan, huzur ve barış getiren her sonuç evvela kaynatılan kazanın altına atılan odunun durdurulmasıyla başlar ve sonra suyun soğutulma süreci başlar. Mekke ve civarındaki Müslüman hasımları, haram aylarda kendi saldırılarına bakmaksızın Medineli Müslümanların karşılık vermesini eleştiriyordu. Kur’an, savaşta da eşitlik ilkesini getirerek saygıda eşitlik ilkesini hatırlattı. Böylece her koşulda herkesin eşit olduğu bir dünya kurulmasına yönelik eğitim sürdürüldü. İlk cümledeki “Allah yolunda savaşın.”[113] ibaresini Allah’ın bizim savaşmamıza ihtiyacı mı var diye bir soruyla açmalıyız. Mademki Allah’ın kendi dert ve davasını yürütmek için bizim yardımımıza ihtiyacı yoktur. O halde Allah ile kastedilen toplum ve halktır. Yani Allah yolunda, Tanrı uğrunda savaşmak Tanrı ile amaçlanan tüm iyilik değerleri için savaşmaktır. Peki iyilik değerleri kimin iyiliğinedir? Bunlar Tanrı için olmadığına göre halk içindir. Kur’an’da geçen Allah kelimeleri daima yaratıcı Tanrı’yı kastetmez. Tüm kamuyu içeren ve hiç kimseyi ötekinden ayırmayan evrensel insan tekliği Kur’an’da Allah kelimesiyle anlatılır.[114]
“İyi dinleyin! Tanrı sizden adalet, cömertlik ve yakınınızdan[115] başlayarak vermeyi emrediyor.[116] Çirkinliğin her çeşidini, utandıran tüm yüzsüzlükleri,[117] sağduyu sınırını aşan azgınlık ve taşkınlıkları,[118] tecavüz ve zorbalığı[119] yasaklıyor. Bu öğütler sorumlu olduğunuz şeyleri hatırlamanız içindir.”[120] ayetleri her cuma namazında hutbenin ardından cemaate okunur. Ayette geçen yakınlarınız anlamındaki kelime hemen soy akrabacılığına tahsis edilerek anlam daraltılmasına gidilmiştir. Hâlbuki yakınlık soyca yakınımız yanında tüm yakınlarımızı içerir. Çünkü akrabamız olmadığı halde yakınımızda bulunan, yaşam biçimine ve yoksulluğuna tanıklık ettiğimiz herkes yakınımızdır. Öyle ki günümüzde yeryüzünün her tarafında bulunan insanlar mesafelerin kısalması nedeniyle yakınımızdır. Ancak illa halka mantığıyla hareket ederim denilirse anne-baba, eş ve çocuklar, büyükanne-büyükbaba, amca, dayı, hala, teyze, yenge, komşu, sokaklı, mahalleli, şehirli, vatandaş, komşu ülkeli ve dünya halkları biçiminde de düşünülebilir. Asıl olan muhtaç kimse bırakmamaktır. Soy yakınlarım muhtaç değilken ve şehrin başka bir sokağında yaşayan kişi mağdurken illa akrabaya yardım ederek sevap kazanacağım diye davranılmaz. Ayete dikkat edilirse toplumun öncelikli beklentisinin adalet ve cömertlik olduğu belirtiliyor. Zira adaletin egemen olduğu ve cömertliğin yaygın bulunduğu bir yerde yoksulluk ve gelecek endişesinden söz edilemez. Yoksulluğu yok etmiş bir toplum yakınındaki tüm insan, hayvan, bitki ve doğaya saygı göstererek onların alması gereken şeyleri onlara vererek evrensel düzenin işleyişine katkı sağlar. Bir beldede çirkinlik, azgınlık, yüzsüzlük, taşkınlık, tecavüz ve zorbalık varsa o beldenin bu arızalardan kurtarılması için savaş ortaya konur. Çünkü zarar def edilmeden fayda sağlanamaz, hastalıklı bölge ameliyat edilmeden şifa beklenemez. Savaş illa silahlı mücadele biçimi olmayabilir.
Birey ve topluma ait bir tehlike ve tehdidi savmaya, savuşturmaya savaş denir. Savaşın temel felsefesi savmak ve kovmaktır, yoksa işgal, ele geçirme, gasp değildir. İnsan benliğindeki gerçekliğe saldırılmasında eğitim, bilim, psikoloji, sosyoloji, ahlak yöntemiyle savaşılması gerektiği gibi insan bedeni ve yaşam alanına saldırıldığında da hukuk, silah, siyaset yöntemleriyle savaşılmalıdır. Savaşın mutlak bir tekliği yoktur. Zaman ve ortam hem savaş aletlerini hem de savaş yöntemini belirler. Tanrı tarafından içimize yerleştirilmiş olan sorumluluk duygusunu hatırlatan Kur’an, asıl misyonunun unuttuklarımızı hatırlama olduğunu beyan etmektedir.[121] Demek ki Kur’an ve önceki tanrısal mesajlar insanda karşılığı olmayan şeyler söylemiyorlar. Tüm vahiy mesajlarının amacı benliğimizdeki yazılımın farkına vardırma, işletim sistemimizin nasıl işlediğini hatırlatma, ana belleğimizde kayıtlı olan duygu ve yeteneklerin nasıl kullanılması gerektiğini öğretmedir. Yani vahiy denile şey insanın özünü kullanma kılavuzudur. İnsan teki adalet, eşitlik, barış, sevgi, kardeşlik, mutluluk, paylaşım, dostluk, bilgilenme, merak gibi temel fonksiyonlarla yaratılmıştır. Bu donanım arızalanınca zulüm, inkâr, iki yüzlülük, görmezden gelme, dayatma, baskı, tekçilik, eşitsizlik, işgal, tecavüz ve sapkınlık yayılıyor. Vahiy denilen vicdan, sağduyu ve akıl mesajları ise hastalanmış ruhsal ve duygusal yönlerimizi zihinsel pekiştirmelerle doğrultmaya çalışıyor. Bunu yaparken de donanımımıza önceden yerleştirilmiş olan alt yapı değerlerini hatırlatarak öze dönüşü gerçekleştirme çabasına giriyor. Tanrı niçin düzeltmeden böylesi dolambaçlı yol kullanıyor denilmemelidir. Çünkü Tanrı’nın insana verdiği yazılım ve donanım o kadar üst nitelikli ki insan yaratıcılık ve üretim konusunda tanrısal niteliklere sahiptir; Tanrı’nın koyduğu zorunluluklar[122] dışında da tam özgürdür. İnsan Tanrı’nın koyduğu zorunlulukları özgürlüğüyle birlikte yaşarken Tanrı yokmuş gibi davranamayacağını bilmesi gerekir. İşte insan bunu unuttuğunda içindeki acil durum zili derhal harekete geçmektedir. Buna vicdanın sesi demekteyiz. Vicdanın sesi kapsamını insanlığa yönelttiğinde de vahiy ortaya çıkmaktadır. Bu nedenle vahyin öncelikle bireysel doğuşu olan ilham kişide bir patlama oluşturur, kişi bu patlamasını topluma yansıtınca vahiy gerçekleşir. Toplumun ahlak, hukuk ve insanlık açısından vicdanen kabul edilebilir düzeye çıkarılmasını isteyen her ses vahiy, her ses sahibi haberci,[123] her ses temsilcisi elçi, her ses koleksiyonu vahiy kitabıdır. Bu sebeple insanlığın vicdan ve hafızasında yer etmiş barış, kardeşlik, yardımlaşma, hukuk, güven, dayanışma, adalet, aile, eşitlik, özgürlük, saygı gibi değerleri anlatan tüm birikimler vahiydir, bunları tebliğ edenler resuldür. Çünkü insani değerlerin kendisi tanrısaldır. Tanrı’nın içimize yerleştirdiği ve adına vicdan denilen yerde depoladığı değerlerin dillendirilmesi Tanrı mesajının seslendirilmesidir. Bu bağlamda din, mezhep ve ekol çatışması üretenler Tanrı yolundan sapmış kimselerdir. Çünkü Tanrı yolu ayrıştıran değil, birleştirendir. Tanrı adına ortaya çıkıp topluma zihniyet, yöntem ve kültür dayatanlar gerçekte şeytanın yoldaşlarıdır. Tanrısal değerlere karşın öfke, kin, ayrımcılık ve tekelci egemenlik ateşi[124] yakanlara karşı savaşmak kamu vicdanının gereğidir.
“Tanrısal değerlere güven duyanlar ‘Savaş izni veren bir sure neden söylenmedi?’ diyorlar. Niyeti bozuk olanlarsa içinde yalın ve yorumsuz biçimde savaş kararı geçen bir sure geldiğinde sana ölümle burun buruna kalan kimsenin baktıkları gibi bakarlar. Çünkü bu durumda ölüm onlara yakınlaşır.[125] Hâlbuki savaş işareti geldiğinde yapmaları gereken şey ayetin istediğini yapmak ve sözlerinin gereğini yerine getirmekti. Eğer böyle olsalardı kendileri için daha hayırlı olurdu. Fakat kalplerindeki hastalık onların güvenilir olmadığını göstermiştir. Savaştan rahatsızlık duymakla tanrısal değerlerden uzaklaştığınızı; yağma, talan ve boğazlamayla geçmiş olan eski günlere dönmek istediğinizi mi ima ediyorsunuz? Unutulmasın ki eski günlerin özlemi içinde olanlar barış toplumunun sevgi ve acımasından uzak kalır,[126] kamu vicdanının hissettiklerinden uzaklaşarak gerçekleri görmez ve duymaz olur. Şu halde ayetlerin oluşumdaki arka plân ve amacı hiç mi düşünmezler?[127] Onların gönül dünyaları üst üste kilitli[128] kapılarla mı kapalıdır?!”[129] ayetlerinde savaş izni çıkınca daha önce savaştan bahsedip yaygara çıkaranların savaştan kaçınması eleştirilir. Ayetler irdelendiğinde görülecektir ki düşmanı savuşturma anlamındaki savaş her barış taraftarının kaçınamayacağı bir olgudur.[130] Çünkü toplumları savrulmaktan koruma ve tehlikeleri savuşturma için savaş gerekmektedir. Müslümanlar, başka toplumların toprak, mülkiyet, aidiyet ve imkânlarına göz dikmediği için asla saldırıda bulunmaz. Bu nedenle silahlı çatışmanın hiçbir zaman başlatanı olmaz. Müslüman, kendi kültür ve toplumu için istediğini başka halklar için de isteyendir.[131] Muhammedi barışçılar daima eli[132] ve diline[133] güven duyulan kimselerdir. Çünkü elçi Muhammed, barışçı kimdir sorusuna “Barışçı, eli ve diline güven duyulan kimsedir.”[134] demiştir. Ayrıca elçi Muhammed’e dayandırılan bu aktarım barışın güven ortamı koşuluna bağlı gelişen bir sonuç olduğunu göstermektedir. İlgili ayette Kur’an’ın tedebbür edilmesinden bahsedilir. Tedebbür, görünenin ötesindeki görünmeyeni zahmet çekerek fark etme ve gerekli tedbirleri almadır. Müdebbir, işin arka planını kavrayıp gerekli tedbiri alarak hareket edendir. Tefe’ul babıyla gelen sözcüklerde zorlama söz konudur. Örneğin tezekkür, geçmişe yönelen düşünce; tedebbür, geleceğe yönelen ve bu amaçla önlem alıcı davranışı içeren düşünce; taakkul, geçmiş ve gelecek arasında sağlıklı bağ kuran düşüncedir. Zira akıl, bilgi öğrenme, kavrama gücüdür.[135] Tefakkuh, geçmiş, şimdi ve gelecek bütünlüğünü dikkate alarak içinde bulunulan zamanı dikkatle değerlendiren düşüncedir. Kur’an’da düşünmenin olumsuz kullanıldığı tek yer fekkera[136] kelimesidir. Fikir, bir şeyin iç kısmına ulaşabilmek için kabuğunu soymaya denir;[137] bir şeyin gerçekliğini anlayabilmek için derinliğine doğru yapılan zihinsel çabayı kasteder. Tefekkür de fikrin eylemsel boyutudur. Bu nedenle mütefekkir, suyun dibine dalmış, kuyunun kaynağına inmiş, bilginin kökenine ulaşmış kimsedir. Kur’an’ın istediği insan tipi akıl, zikir, tedbir, fıkıh eylemleri içinde bulunan kimsedir. Kur’an bu ayetleriyle savaşmaktan bir şekilde kaçmaya çalışanları da uyarıyor. Talan, yağma ve boğazlanmaktan korunmak istiyorsanız savaşmak zorundasınız diyen Kur’an savunma savaşını gerekli görmektedir. Çünkü aynı dili konuşmak, aynı kabileden olmak ve aynı kaderi paylaşmak nasıl ki talancı kesimi barışçılara saldırıda durdurmuyorsa siz de savunmaya geçin, zarar verme düşünce ve eylemlerine karşı tedbir alın, gerekirse kılıcı çekip savaşın deniyor.[138]
“Hoşunuza gitse de gitmese de savaş kaçamayacağınız bir gerçekliktir.[139] Savaşı hemen kötülemeyin, çünkü hayatınızda iyi bildiğiniz kötü, çirkin saydığınız güzel, gerçek dediğiniz yalan, yalan dediğiniz gerçek çıkabilir. Bilemediklerinizi kamu vicdanında test edin.[140] Sana dokunulmazlık aylarında ve kan dökmenin yasaklandığı mescitte[141] savaşmanın hükmünü soruyorlar. Onlara ‘Haram aylarda ve Kâbe’de savaşmak kötü bir şeydir. Fakat insanları vicdan, akıl ve sağduyu yolundan çevirmek; tanrısal değerler ile Kâbe’nin dokunulmazlığına karşı nankörlük etmek, Mekke’de yaşayanları yurdundan sürgün etmek toplum vicdanında daha büyük bir yanlıştır. Çünkü toplumda karmaşa, kışkırtma, işkence, saptırma, skandal üretme, terör ve baskı ateşleri yakma[142] adam öldürmekten daha kötüdür.[143] Baskıcı ve dayatmacı tipler size güçlerinin yeteceğini kestirirlerse sizi yolunuzdan döndürmek için sizinle savaşmaktan geri durmazlar. İçinizden her kim baskı ve dayatmalara dayanamayıp yolundan döner ve nankörlere katılırsa geçmişte yaptığı tüm iyi eylemler hem içinde ömür geçirilen kalitesi düşük yaşamda hem de yaşamın ilerleyen sürecinde değer ve anlamını kaybeder. Böylesi tipler ateş çemberi tarafından kuşatılır ve orayı bir daha terk edemez.” de.”[144] ayetleri bir olay ve durum hakkında önyargıda bulunmayı yasaklar. Ayetler, toplumda kabul görmüş ve barışa aracılık eden adetlere uyulması gereği üzerinde durmakta, bu adetlere saygı duymayıp başkalarının saygı göstermesini bekleyenlere karşı da alınması gereken tavırları gündem yapmaktadır. Öncelikle barış ve sevince dair gün ve aylar toplumsal huzur, kaynaşma, barış ve birlikteliği sağlıyorsa böylesi adetlere gönüllü katılmak gerekir. Ancak kim de bu barışçıl zamanlarda huzuru kaçıran saygısızlıklar yaparsa, haddini bilmezlere karşı “Aman bugün susayım, karşılık vermeyeyim.” denilerek pasif kalınamaz. Ayetler saygının birbirini saymaya bağlı olduğunu belirtir. Siyaset, hukuk ve savaş ilişkilerinde karşılıklı saygıya dayalı sözleşme esas olmalıdır. Bundan gayrısı boş sözlerdir.
“İsrail oğullarına kitapta ‘Kim ki birini yeryüzünde kaos çıkardığı için veya kısasın gereği olan öldürme dışında katlederse tüm insanları öldürmüş gibidir. Kim de birinin hayatını kurtarırsa tüm insanları kurtarmış gibidir.’ demiştik. Elçilerimiz onlara apaçık delillerle geldiler, ama onların birçoğu yeryüzünde aşırı biçimde sınır tanımazlık yapmaya devam ediyorlar. Allah ve onun habercisine savaş açanlar, yeryüzünde kaos ortamı oluşturanlar öldürülme, asılma, elinin ayağının kesilmesi, sürgün edilmeyle karşılaşır. Bu durumlar onların yeryüzündeki alçaltılmalarıdır. Onların daha sonrası ise çok büyük bir doymazlık ve uyku özlemi, ağız tadını kaybetme, ruhunda kırbaç acısı hissetme ve bunalıma girme gibi bir sondur.”[145] ayetlerinde insanın değeri öne çıkarılır. Bir bireye yapılan haksızlık tüm bireylere yapılmış bir hukuksuzluk olarak görülür. Bu anlayışın tüm kadim kitaplarda anlam olarak tekrar ediliyor olması insanlık hafızasının esasında aynı gerçekliği tekrar ettiğini gösterir. Tıpkı su testisinin su yolunda kırılması, iyilik edenin iyilik bulması ve kimsenin âhının yerde kalmaması gibi. El ve ayakların çaprazlama kesilmesi ve asarak infaz etme -Kur’an’da- Firavunun Musa’ya güven beyan eden sihirbazları cezalandırma biçimi olarak anlatır.[146] Kur’an Firavunun bu ceza uygulamasını firavun zihniyetinin özgürlük düşmanı bir eylemi olarak belirtir. Firavun inanma biçim ve zamanını kendi belirlemek istediğinden kendi rıza ve onayı dışındaki inanç ve eylem tarzlarını şiddet yöntemiyle cezalandırır. Günümüzün firavunları da benzer uygulamaları hayata geçirmektedir. Çünkü Kur’an’ın hiçbir tiplemesi tarihin karanlık dehlizlerinde saklı tutulan anlamsız anılar değildir. Kur’an’ın nemrut ve firavun tiplerini sürekli anlatması her çağda örneği görülebilecek karakterlerin kendi çağımızdaki benzerlerini fark ettirme maksadı taşır. Böylece firavunizmi tanıyan bir birey ve toplum Musa gibi mücadele motivasyonu[147] kazanır. Topluma; vicdan, akıl ve sağduyu değerlerine; barış, kardeşlik ve özgürlüğe; saygı ve sevgiye savaş açarak mafya, talan, yalan, işgal, hukuksuzluk, ihanet, gerçekleri karartma, gerçeklerin ortaya çıkmasını engelleme amaçlı entrika çevirme, kaos ateşi yakma, haksız biçimde öldürme, taciz ve tecavüzde bulunma içinde olanların sonu benzer bir biçimde aynı sonla karşılaşmaktır. Çünkü mazlumun âhı aheste aheste çıkar,[148] sevmediğin ot kapında biter, başkasına zulmeden evladından bulur, kapıyı çalanın kapısını çalarlar, acele giden ecele gider, eceli gelen köpek cami duvarına işer. İlgili ayetlerin çaprazlama kesme örneğinden anlaşılması gereken nokta böyle olmalıdır. Yoksa Tanrı bir fenalık olarak gösterdiği eylemi ceza yöntemi olarak emretmiyor, öğütlemiyor. Bir itirazcı “Tanrı ateşte yakma cezası veriyor, bu da fena değil mi?” diye sorarsa cehennem ile ilgili makalemizi okusun derim.[149] Muhammed peygamberin yaşam serüveninde çaprazlama kesme ve idam etme hiç görülmemiştir. Eğer böylesi bir cezalandırma biçimi toplumsal vicdanda olumlu karşılık görseydi elçi Muhammed bunu uygulardı. Ancak elçi Muhammed kimseye farklı düşünüyor veya değişik bir yaşam düşlüyor diye böylesi bir ceza vermemiştir. Yukarıdaki ayetlerin belki de en etkili mesajı firavunların en güçlü göründükleri zamanın aslında en zayıf dönemleri olduğudur. Çünkü isyan ateşinin yakılması, ideolojik başkaldırının en yakınında bile görülmesi, uzun yıllar birlikte ele ele verip halkı kandırdıkları ortaklarının kendisine karşı çıkması, eski yoldaşlarının farklı zihniyeti benimsemesi bir zalimin en korktuğu şeydir. Geçmişin inançlı firavun ve nemrutları gibi çağımızın ağzı Kur’anlı, alnı secdeli, başı takkeli, karısı tesettürlü firavun ve nemrutları da baskı ve dayatmalarının zirvede olduğu bir zamanda en zayıf anlarına ulaşacaklardır. Çünkü halkı egemen lehinde yönlendirenler ya çıkar çatışması ya da ideolojik farklılaşma sonucu egemenin ekmeğine yağ sürme işinden vazgeçecekler. Böylece dinini kin ve dindarlığını kindarlıkla tanımlayan intikamcı diktatör ve yamakları[150] da eski ortaklarını en şiddetli biçimde cezalandıracaktır. Bu ortamda ya haberci Musa’nın yoldaşları gibi hicret edilecek ya da elçi Muhammed’in yoldaşları gibi Medine’yi inşa edene kadar çağdaş Mekke efendilerine karşı stratejik karşı çıkışlar yapılacaktır. Çünkü tarihselci okuma bunu gerektirir.
“Hukuku çiğneyen ve gerçekleri gizleyenler ile çatışma ortamında karşılaştığınızda öncelikle onların kontrol noktalarını ve komuta merkezlerini etkisizleştirin. Onların güçlerini kırıp da onlara karşı üstünlük sağladığınızda onları kontrol altında sımsıkı tutun.[151] Çatışma/çarpışma bitince[152] ya hiçbir karşılık beklemeden[153] ya da fidye alarak[154] özgürlüklerini verin. Tanrı, onları cezalandırmak isteseydi bu işi size bırakmazdı. Fakat siz birbiriniz aracılığıyla kalite kontrolünden geçiyorsunuz. Hicret, infak ve cihat yolunda[155] güzel, faydalı ve iyi işler ortaya koyarken öldürülenlerin hiçbir eylemi boşa çekilmiş kürek olmayacaktır.[156]”[157] ayetine göre bir kişinin bilgi ve eylem kalitesini ne oranda yansıttığı, ne nispette başarılı biçimde gösterdiği o kimsenin imtihan olması, sınava çekilmesidir. Örneğin yazılı sınav kişiye verilen bilginin ne miktarda ilgili kişinin hafızasında kaldığını kontrol etmedir. Yani sınava çekilmek kontrol etme ve sonucu görmenin adıdır. Sınav, imtihan edenin değil sınav yapılanın kendi düzeyini görmesidir. Puanlama ise görülen sonucun oranıdır. Barış değerlerinin puanlamasına da cennet ve cehennem denir. Bu ayetler gücün ahlâkını egemen kılma yerine ahlâkın gücünü etkinleştiriyor. Çünkü Arap örfü ile o günkü dünya gerçeğinde esirler alınıp satılabilir veya köleleştirilebilirdi. Buna rağmen esirlerden hiçbir karşılık beklemeden veya koşullara göre niteliklerinden yararlanmak kaydıyla esirlerin özgür bırakılmaları büyük bir devrimdir. Emevi’den Osmanlıya kadar tüm monarşik düzenlerdeki köleci uygulamalar Kur’an’ın bu ayetlerinden asla onay alamaz. Bu emperyalist askeri-tarım devletlerine İslam devleti yakıştırmasında bulunmak tevhit, adalet, eşitlik ve kardeşliği tanımamak, Kur’ansız bir İslam geleneğini dinleştirmektir.
“Ey Tanrısal değerlere güven duyan ve bu konuda kendisine güven duyulanlar! Hem tanrısal değerlere hem de size düşmanlık yapanları dost bellemeyin,[158] hiçbir sorumluluğunuzu onların eline teslim etmeyin. Onlar sizin değer yargılarınızı görmezden gelirken kiminiz onlara sevgi gösteriyor. Hâlbuki onları besleyip büyüten ve donatan bir Tanrı yerine koymadığınız ve bir de üstüne üstlük tanrısal değerlere güven duyduğunuz için vicdan elçisi Muhammed ile sizi yurdunuzdan sürmüşlerdi. İşte bu ortamda tanrısal değerler için çaba ortaya koyduğunuzu[159] ve toplumunuzun rızasına uygun davrandığınızı iddia ediyorsanız onlara ne şirinlik yapın ne de sırrınızı verin; ancak kiminiz akrabalık sevgisini bahane ederek kendi toplumunuzun sırlarını hasımlarınıza veriyorsunuz. Bunu yapanlar şunu unutmasın ki sadece açıktan yaptıklarınız değil gizli gizli yaptıklarınız da toplumunuz tarafından mutlaka tespit edilir. Bu saatten sonra kim akrabacılık damarıyla hareket edip barış toplumunun düşmanlarına Medine’nin sırlarını verirse barış yolundan sapmış olur.[160] Dostum veya akrabam diye sarıldıklarınız var ya sizi bir eline geçirirse o zaman görürsünüz Hanya’yı Konya’yı; sizi kör bıçakla kesmeye kalkarlar. Üstünüzde tüm güçlerini denemek şöyle dursun onurunuza dil uzatır ve hepinizin tıpkı kendileri gibi barış değerlerinden dönmenizi isterler.[161] Devrimin ayak sesleri etrafı sardığında barış karşıtlığı yapmış olmasına rağmen değer verdiğiniz çoluk çocuğunuz ile akraba ve yakınlarınız sizi kurtarmaya gelmeyecek. Çünkü aranızda ideolojik bir bağ olmadığından akrabalık bağları da işe yaramayacak. Bu olacaklar toplumun gözünde şimdiden görülmektedir.[162] Akraba ve dostluk ile değerleri arasında kalanlar için İbrahim ve taraftarları güzel bir örnektir.[163] Onlar kendi halkına ‘Hem tanrısal değerler dışında yücelttiğiniz ideolojilerinizden hem de bizzat sizden uzak duruyoruz. Toplumun yararı için iş ve değer üretene kadar, halkın yanında durana kadar aramızdaki düşmanlık sürüp gidecektir.’ demişlerdi. Bunun tek istisnası olarak İbrahim’in kendi babasına ‘Toplum vicdanının seni affetmesini isteyeceğim. Ancak şunu da bil ki halkın vicdan ve sağduyusundan gelen hiçbir kararı değiştirmeye gücüm yetmez.’ demesiydi. İbrahim ve taraftarları ‘Ey besleyen, büyüten ve donatan halkımız! Size güveniyoruz, yüzümüzü sizden çevirmiyoruz. Çünkü tüm yollar halkımızın vicdanında son bulur. Ey besleyip büyüten ve donatan halkımız! Gerçekleri karanlığa boğanlara karşı bizi onların oyuncağı olmaktan sakındırın ve kusurlarımızı hoşgörün. Biliyoruz ki toplum vicdanından daha üstün bir bilgelik yoktur.” diye halklarına çağrıda bulundular. Böyle bir davranış ortaya koymuş olan İbrahim ve taraftarlarında Medineliler, tanrısal değerlere gönül verenler ve adalet divanının kurulacağı günün geleceği konusunda güven içinde olanlar için güzel örnekler vardır.[164] Ancak kim ki gerçekleri görmezden gelenleri dost edinmeyi sürdürürse barış toplumunun böylesi bireylere ihtiyacı olmadığını bilsin. Gerçek zenginliğin barış toplumunda olduğu ve bu nedenle övülmesi gerekenin barış toplumu dışındakiler olmadığı da iyi bilinsin. Bugün size düşmanlık edenler yarın dostlarınız olabilir. Her iki tarafın toplumsal vicdanında bu potansiyel vardır. Çünkü toplum vicdanı bunu yapabilecek güçtedir.[165] Kamu vicdanı bağış, sevgi ve acımayı daima barındırır.[166] Sizin inanç ve yaşam biçiminizi engellemeyen, sizi yurdunuzdan sürgün etmeyen kimselerle eşitlik içinde yaşayın.[167] Çünkü kamu vicdanı eşitlikçileri koşulsuz sever.[168] Kamu vicdanı sizin inanç ve yaşam biçiminizden dolayı size savaş açan, sizi yeriniz ve yurdunuzdan sürmek isteyen veya başınıza gelecek kötü işlere aracılık eden kimselerle dost olmanızdan rahatsızlık duyar. Kim halkın vicdanını kanatacak bu tür ilişkiler kurarsa kendine yazık etmiş, kendi aydınlığını karartmış kimselere dönüşür. Ey tanrısal değerlere güvenen ve bu konuda kendisine güven duyulan Medineliler! Tanrısal değerlere güven duyduğunu söyleyerek Medine’ye göç eden kimi kadınların niyetlerini sadece Tanrı bildiği için onları sınayın. Çünkü onların içlerindeki tanrısal değerlere güveni sadece Tanrı bilir. Onların kocalarına duydukları kızgınlık, hayatlarında değişim istemesi, olası bir gelecek çıkarı beklentisi, hoşlarına giden bir erkeği tavlama gibi amaçlarla mı yoksa tanrısal değerlere gerçekten bağlı kimseler oldukları için mi göç ettikleri konusunda sınayın. Samimiyetlerine inanırsanız onları Mekkeli nankör ve karanlık ruhlulara teslim etmeyin. Çünkü tanrısal değerlere güven duyan kadınların nankör erkeklerle evlenmesine izin verilmez,[169] tanrısal değerleri karartan erkeklerin de tanrısal değerlere güven beyan eden kadınlarla evlenmelerine izin verilemez.[170] Ancak Medine’ye gelmiş mü’min kadınların nankör olan eski kocalarına ödedikleri mehri[171] gönderin. Mehrini ödeyerek nankör kocadan boşattığınız barış yolcusu kadınlarla evlenmenizde herhangi bir sakınca yoktur. Barış, adalet, eşitlik, kardeşlik, paylaşım ve özgürlük değerlerinin yanında yer almayarak evrensel ve doğal insani gerçeklere gözünü kapayan nankör kadınlarınızla boşanın. Boşanırken her biriniz verdiklerini isteyebilir. Bu söylenenler kamu vicdanının sesleridir.[172] Çünkü kararlarınızı etkileyen; bilgi, derinlik ve bilgeliği içinde barındıran kapsamlı gerçek toplum vicdanıdır.[173] Medine’ye göç ettikten sonra kadınlarınızdan bazıları Mekkeli nankörlere kaçarak kiminizi üzmüştür. Bu ortamda yaptığınız bir savaşta elde ettiğiniz ganimetten gönlü kırık mağdur erkeklere pozitif ayrımcılık gereği -kendilerini terk etmiş kadınlarına verdikleri mehir oranında- pay verin. Bunu yaparken sorumluluk bilinciyle donandığınız tanrısal değerleri hatırınızdan çıkarmayın.[174] Ey akıl, vicdan ve sağduyu ailesinin habercisi olan Muhammed! Tanrısal değerlere güvenen ve bu konuda kendisine güvenilen kadınlar kimseye Tanrı karizması vermemek, kimseyi Tanrı gibi bir konuma oturtmamak,[175] hırsızlık yapmamak,[176] bir erkekle nikah sözleşmesi olmadan cinsel ilişkiye girmemek,[177] kürtaj yoluyla çocuklarını öldürmemek,[178] gayr-ı meşru çocuklarını ‘Bu çocuklar kocalarımızdandır.’ diye kocalarına iftira atmamak[179] ve toplumun kabul ettiği ortak iyilerde Peygambere karşı çıkmamak[180] koşuluyla onların bağlılık sözünü kabul et.[181] Ey Tanrısal değerlere güveni olan ve başkaları tarafından da kendisine güven duyulanlar! Barış ve güven toplumunun vicdanında mahkûm edilmiş kimselerle dost olmayın. Çünkü barış, eşitlik, adalet, özgürlük, kardeşlik ve paylaşım değerlerine kıymet vermeyen kimseler, ölmüşlerinden umut kesmiş nankörler gibi devrim sonrası gelecek yaşamdan ümidini kesenlerdir.”[182] ayetlerinde Hudeybiye Anlaşması sonrasında çıkan sorunlara çözümler vardır. Çünkü Hudeybiye anlaşması henüz yapılmış ve mühürler vurulmuşken Ebû Cendel Mekke’den kaçarak gelmiş ve Muhammed’e sığınmıştı. Muhammed de anlaşma gereği onu Mekkeliler’e teslim etti. Fakat bunun yanında Mekkeli kocalarını terk ederek Medine’ye gelen kadınlar sorunu doğdu. Ayetin ortaya çıkmasına neden olan olay Ukbe bin Ebû Muayt’ın kızı Ümmü Gülsüm’ün kocası Amr bin Âs’tan kaçarak Medine’ye sığınmasıdır. Bu kadın elçi Muhammed tarafından Zeyd bin Hârise ile evlendirilmiştir. Bu olaydan daha önce de Hudeybiye anlaşması sırasında Sübey’atü’l-Eslemiye adlı kadın kocasının takibine rağmen Mekke’den kaçıp Muhammed’e sığınmış, elçi Muhammed de kadının kocasına mehrini vererek iade etmemiş ve Hz. Ömerle evlendirmiştir. Elçi Muhammed’in kızı Zeynep de Mekke’de kocasından ayrılarak Medine’ye gelmiştir. Kadınların iade edilmemesinde Hudeybiye Anlaşmasında bir bağlayıcılık olmaması işleri kolaylaştırmıştır. Çünkü bu anlaşma imzalanırken kadınların böyle bir eylem gerçekleştireceği bilinememiştir ve erkek merkezli düşünülmüştür. Muhammed de bu yeni durumda ortaya çıkan hukuki boşluğu kadınlar lehine değerlendirmiştir. Mekke’den kaçıp gelen kadınlar olduğu gibi Medine’den kaçanlar da vardı. Bunların en ünlüsü Abbas bin Temim’in karısı ve Ebû Süfyan’ın kızı olan Ümmü Hakim’in Mekke’ye kaçmasıdır. Karısı Mekke’ye kaçan Medineli barışçılar, eşlerine mehir vererek ekonomik yönden zayıfladıkları için ayetlerde pozitif ayrımcılık yapılarak zararın tazmini yolunda adımlar atıldı. Böylece ekonomik denge sağlanması için dayanışma örnekliği ortaya kondu.
Yukarıdaki ayetlerde önemli bir olaya da temas edilmektedir. Medine’ye göçün dördüncü yılında Ebû Lehep’in Sâriye[183] adlı cariyesi Medine’ye gelip yardım isteyince Medineli barışçılar yardımda bulundular. Sâriye, Hudeybiye barışının ardından Mekke’ye dönerken Hâtıp bin Ebi Beltea[184] adlı göçmen sahabe ona bir mektup verdi. Çünkü Hâtıp’ın anne, kardeş ve çocukları Mekke’de kalmış, gelememişlerdi. Hâtıp, Mekkelileri uyarıyor ve Muhammed’in saldırı hazırlığında olduğunu bildiriyordu. Sâriye, Ravza-yı Hâh adlı mevkide Hz. Ali komutasındaki özel tim tarafından yakalandı ve saçından mesaj çıkarıldı. Hâtıp kendini savunurken Kureyş kabilesinin yanaşması[185] olduğu, Mekke’deki ailesini koruyacak kimsesi olmadığını, bu nedenle onlara iyilik yaparsam ailemi korurlar diye düşündüğünü belirtti. Ömer, ihanetinin bedeli ölümdür diye ısrar ettiyse de elçi Muhammed onun samimiyet ve mağduriyetini dikkate alarak affetti.[186]
Medine’de kaleme alınan ve sınava çekilen kadın anlamına gelen Mümtehine suresi, Medineli barış toplumu ile eşitlik karşıtı ve kölelik yanlısı toplumlar arasındaki ilişkileri konu edinir. Surede İbrahim örneğinden hareketle akrabalığın ideolojik yakınlıktan daha değerli olmadığı ifade edilir. Halklar arası ilişkileri iman-inkâr kelimelerine hapsolmuş kavram savaşının belirlemediği, ilişkilerde asıl belirleyici olanın barış-saldırı kelimelerinin olduğu vurgulanır. Çünkü ayetler farklı olmayı değil saldırmayı savaş nedeni olarak görür; farklı olanların eşitlik içinde özgür yaşamlarını ortak iyi olarak dikkatimize sunar. İbrahim Nemrut değerlerini tanrısal değerlere karşı inatla savunan babasını görünce toplumdan onun adına isteyeceği bağışlanma sözünden vazgeçti.[187] Böylece İbrahim babasının tarafı da olsa karanlık, eşitsizlik, adaletsizlik, hukuksuzluk, dayatma ve baskı yolunu terk edip özgürlük, eşitlik, adalet, barış ve kardeşlik yoldaşlarıyla birlikteliği seçti; yol evladı olmayı bel evladı olmaya tercih etti. Nuh’un baba hassasiyetiyle oğlunun kurtarılması için oğluna yalvarışı karşısında kamu vicdanının dile gelerek soy yakınlığının değil ideal, değer ve amaç birlikteliğinin asıl olduğunun vurgulanması da kadim insanlık vicdanının torpili[188] asla kaldıramadığını göstermektedir.[189] Böylece Kur’an tanrısal değerlere[190] güven ile öfke, bencillik, tekelcilik, seçkincilik ve kin ateşleri[191] arasında kalın çizgiler olduğunu vurgulamış oluyor.[192] Bu nedenle soy yücelten, baba-dede kutsayan, ataları baş tacı eden milliyetçi fikirlere Kur’an savaş açmıştır.
Medine, Muhammed’in barış toplumu inşa etme süreci yaşadığı şehirdir. Bu sırada merkez ve çevrede değişimlere karşı duran kimselerle sağlıklı ilişki kurmak güvenlik meselesiydi. Çünkü Muhammedi barışın varoluşu buna bağlıydı. Hedeflenen iç barış hem halklar arasında hem de çevre kabileler arasında sağlanmalıydı. Bu nedenle hasımlarla hısım olma yoluna bile gidildi[193] ve Arap geleneğinden faydalanılarak güven toplumunun temelleri atılmaya çalışıldı. Hz. Ömer, bu ayetlerin Muhammed tarafından bildirilmesi sonrasında eşlerinden Muhammedi değerlere güvenmemiş iki eşini kendisiyle evli kalmaları konusunda serbest bıraktı. Onlar Ömer’den ayrılmayı seçti ve Mekke’ye döndüler. Biri Ebû Süfyan ile diğeri de Safvan bin Ümeyye ile evlendi.[194] Bu ayetler gelene kadar kimse İslam değerlerini kabul etmeyen eşleriyle boşanmayı düşünmedi. Ayrıca Ayetlerde biat alma denilen Arap örfüne ait bağlılık yemini ettirildiği görülmektedir. Haberci Muhammed, hem kendisi hem de kendi yerine vekil ettiği kimseler aracılığıyla biat alırdı. Bir hareket başlatıldığında harekete katılanlardan bağlılık yemini alınması Arapların önemli bir örfüydü. Elçi de barış toplumuna giden yolda bu geleneği uyguladı. Yani barış yoldaşları ilkeler üzerinde yaşamlarını süreceklerine yemin ederek yollarına devam etmeli, birbirini motive etmeli ve hedefine koşmalıdır.
“İnsanlara Tanrı ile eşdeğer karizma veren kadınlar tanrısal değerleri kabul edene kadar onlarla evlenmeyiniz.[195] Çünkü tanrısal değerlere bağlanmış güvenilir köle bir kadın[196] Tanrı ile eşit karizmada varlıklar kabul eden özgür bir kadından hoşunuza gitmese bile[197] daha hayırlıdır. Yine tanrılık yapan erkekler ile onlar tanrısal değerlere güven duyana kadar evlenmeyiniz. Çünkü tanrısal değerler adına iş ve eylem üreten köle bir erkek[198] kendinde tanrısal karizma gören özgür bir erkekten hoşunuza gitmese de[199] daha hayırlıdır. Kendinde tanrılık görerek toplumda egemenlik kuranlar sizi yanıp kül olmaya çağırıyor. Hâlbuki akıl, vicdan ve sağduyu sizi kendi rızasıyla bahçelere girmeye ve bağışlamaya çağırıyor. İşte insanların ders çıkarması için böyle mesajlar veriliyor.”[200] ayetleri yetimlere sahip çıkma konusunu işlerken zayıf ve muhtaç bir yetimle evlenme yerine güçlü ve varlıklı bir müşrikle evlenme düşüncesinde olanları uyarıyor. Böylece inşa edilmekte olan barış toplumunun evlilik konusunda da dayanışma ve destekleşme içinde olması amaçlanıyor. Bu yasaklamada asıl olan sosyolojik gerçekliktir. Düşmanlık ve casusluğun çok yaygın olduğu bir ortamda güzellik ve varlıklı olmasına kapılarak evlenilen bir kadın hayatının baharında olan Muhammedi barış toplumunu dinamitlemekti. Ayrıca erkek egemen bir toplumda tanrısal değerlere aldırış etmeyen bir erkekle evlenen kadın kendi değerlerinden vazgeçmiş duruma düşerdi. Çünkü özgür tercihi olmayan, mülk olarak görülen bir kadın algısı varken tanrısal değerlere bağlı bir kadının tanrısal değer ölçülerini hayatından çıkarmış bir erkekle evlenmesi açık bir intihardır. Kur’an bu sosyolojik gerçeklikten hareketle evlilikleri kendi sosyal koşullarında düzenlemektedir. Yoksa barış ve eşitliğin yaşandığı bir ortamda yukarıda bahsi geçen handikaplar[201] olmadığından evlilikler yapılabilir.
“Temiz ve güzel olan her şeyi tercih etme konusunda izinli olduğunuz[202] size bugün bildirilmiştir.[203] Sizden önceki Töre[204] ve Müjde[205] kitaplarını okuyanların yemeklerini yiyin,[206] onlar da sizin yemeklerinizi yesin;[207] birbirinizi ağırlayın ve misafir edin. Muhammedi olup saygınlığını koruyan güvenilir kadınlarla veya saygınlığını koruyan Töre ve Müjde okuru kadınlarla saygıdeğer kalmaları ve aldatmamaları koşuluyla ücretlerini vererek[208] evlenmenizde bir sakınca yoktur. Kim bu söylenenleri görmezden gelerek keyfi ve sorumsuz kadın-erkek ilişkisi kurarsa bu tür eylemleriyle mutlu sonu yakalayamaz, sonrasında hiçbir hak iddia edemez ve gelecekte zarar edenlerden olur.[209]”[210] ayeti evlilik konusundaki düzenlemelere devam etmektedir. Ayet, Hudeybiye Anlaşmasının ardından kayda geçmiş beyanlardır. Ancak çeşitli aktarımlara göre Maide suresinin ayetleri Mekke fethi ile Veda Haccı arası dönemi içermektedir. Maide suresi, Muhammedi barış toplumunun hangi ilke ve esaslar çerçevesinde inşa edileceğini ayrıntılayan bir suredir. Bu nedenle toplumsal sorunlara parmak basmıştır. Medine’de Halife Osman ve Huzeyfe gibi sahabeler Yahudi ve Hıristiyan kadınlarla evliydi. Kur’an evliliği muhsana[211] şartına bağlamaktadır. Bu koşul olduktan sonra kişinin Yahudi ve Hıristiyan olması önemli değildir. Muhammedi kadının Yahudi ve Hıristiyan bir erkekle evlenmesi konusunda bir şey söylenmemiş olması erkek egemen dünyada kadın ve çocuğun erkeğin kültürüne bağlı olması nedeniyledir. Çünkü kadın kocasının din ve kültürünü yaşama konusunda zorunluluk içindeydi. Barış toplumu inşa edilirken kadınların kaybedilmesi veya düşmanlık yapan gruplara teslim edilmesi bu sebeple kabul edilemezdi.
Ayette geçen ücret vererek evlenmek, başlık parası vererek evlenmek değildir. Çünkü başlık parası kadını mülkiyet olarak gören zihniyetin kadın üzerinden zenginleşme tavrıdır. Başlık parasında kadın pasif, kadının sahipleri aktiftir. Ayrıca buradaki ücret parayı basıp geçici nikah kıyarak bir süreliğine evlenme parası da değildir. Ücretle kastedilen şey bizzat kadına erkek tarafından bir güvence olması için verilen mal ve para gibi şeylerdir. Çünkü boşandığında veya eşinin başına bir şey geldiğinde iş ve meslekten mahrum bırakılmış olan kadının yaşamasını sağlayacak mal ve para koca tarafından evliliğin başında kadına verilmelidir. Bu mal ve paraya koca, anne, baba, kaynana, kayınbaba, kayın ve evlat asla karışamaz; kimse kadının elinden almaya kalkamaz. Günümüzde işyeri ortaklığı, şirket ortaklığı, hisse ortaklığı, hesabına para yatırma, arsa tapusu verme ve ev tapusu verme gibi iş ve işlemler kadına verilen ücret kalemleridir. İşin özünde kadını toplumda mağdur etmeyecek bir konumda tutma yatar. Atâ, “Yahudi ve Hıristiyan kadınlarla evlilik izni mü’min kadınların azlığı nedeniyleydi; ancak Muhammedi kadınlar çoğalınca bu hüküm düşmüştür.”[212] derken ayetin tarihselliğini vurgulamıştır; ancak tüm muamelat hükümlerinin tarihsel olması bir yana buradaki evlilik siyasal, sosyal ve psikolojik gerekçeleri barındırmaktadır. Kadının Yahudi, Hıristiyan, Mecusi, Budist, ateist olması kadının dindeki tercihidir; fakat cinselliğini kocası dışındakilerle paylaşmayan, gizli dost tutmayan, eşi ve eşinin çevresine karşı ihanet içinde olmayan bir kadın ile evlenilebilir. Gayr-ı Müslim bir kadınla evlenmenin sakıncalı görülmesi tamamen zayıf Muhammedi toplumu koruma amaçlı bir tedbirdi. Günümüzde Muhammedi bir kadın Yahudi, Hıristiyan, ateist bir erkekle evlenebilir. Yeter ki barış, kardeşlik, özgürlük, adalet, eşitlik ve sevgi değerlerini kaybetmesin. Ateist koca ile Muhammedi kadın evliliğin saygınlık ve sadakatini taşıdıkları sürece evli olmalarında bir sakınca yoktur.
“Ne var ki tanrısal bir büyüklenme saplantısına girerek toplumu dikey bir hiyerarşi biçiminde kurgulayanlardan[213] barış anlaşmasına sadık kalan ve sizin düşmanlarınızla işbirliğine girişmeyen kimseler doymazlık ve uyku özlemi, ağız tadını kaybetme, ruhunda kırbaç acısı hissetme ve bunalıma girme gibi rahatsızlıklardan uzak yaşarlar.[214] Bu kimselerle yaptığınız anlaşmalara sonuna kadar bağlı kalın. Çünkü kamu vicdanı topluma karşı sorumluluk bilinci[215] taşıyanları sever.[216] Barış ve dokunulmazlık aylarının[217] bittiği andan itibaren tanrısal bir karizma saplantısına girerek toplumu dikey bir hiyerarşi biçiminde dizayn edenlerden barış anlaşmasını tek tek taraflı bozan kimselerin sizi öldürmesine karşılık siz de öldürün, onları yakalayıp etkilerini kırın.[218] Sizin karşı tepkiniz üzerine ateşkes ve barış anlaşmasına geri döner,[219] toplumdaki dayanışma ve destekleşmeyi yeniden ayağa kaldırır[220] ve malının fazlalığını ihtiyaç sahiplerine dağıtırlarsa[221] özgürlüklerini verin, güvende kalacaklarına kefil olun.[222] Unutmayın ki toplum vicdanı sevgi, acıma ve bağışlamayı daima içselleştirmiştir.[223]”[224] ayetlerinde hatırlatılan sözleşme Hudeybiye Sözleşmesidir. Ayetlere göre savaş İslam’ın karakteri değildir. İslam’ın karakteri barıştır. Bu nedenle Tanrı habercileri barış elçileridir. Ancak savunma savaşında kartala dönüşen bir Müslüman savunma dışında daima barış güvercinidir. Öyle ki kendisini öldürmeye gelmiş kimselere bile savaş sonunda merhamet göstererek düşmanının onurunu ayaklar altında ezmez. Yani onu köleleştirmez, ancak niteliklerinden toplum adına yararlanarak özgürlüğünü bağışlar. Kur’an’ın savaş hukukunun hiçbir yerinde “Müslüman olmazsanız ölümü seçeceksiniz.” biçiminde bir tehdit yer almaz; “İslam’ı yaymak için savaşın.” denilmez. Çünkü Kur’an savaşın karşıt kutbudur. Kur’an’da savaş istisna, barış egemen ilkedir. Bu ayetlerden namaza başlar, oruç tutar, hac eder, kurban keser ve kırkta bir zekât verirlerse bağışlayın tarzında bir anlam çıkarmak tam bir semantik[225] sapmadır. Bir defa İslam’a girmemiş, Muhammed’i peygamber kabul etmemiş birinden namaz ve diğer ritüelleri beklemek saçmalıktır. O halde ayetleri Emevi ritüel dayatmasından sıyırıp doğru anlamlarıyla tercüme etmeliyiz. Bu nedenle destekleşme[226] ve ihtiyaç fazlasını verme[227] anlamlarını verdim. Kur’an’ın indiği çağlarda sosyal yaşam, politika, ekonomik düzen, insani ilişkiler dinsel retorikle[228] danlatılırdı. Yani jeopolitik[229] dil teolojik[230] dil üzerinden anlatılmaktaydı. Bu nedenle Tanrı denilince Kur’an hiçbir ayetinde din savaşı yapın, dini yaymak için savaşa girişin demez. “Yaşam biçimi, hayat algısı ve inanç tercihinde hiç kimseye zorlama yapılamaz.[231]”[232] ayeti din, inanç, ideoloji, mezhep, meşrep, tarikat, cemaat ve örgüt anlayışına dayalı tek tipçi dayatma yapılamayacağını ilkeleştirir. Bu nedenle dinler savaşı, mezhepler muharebesi, kavimler harbi, milletler çatışması asla ve asla Kur’an’ın savaş mantalitesiyle örtüşmez. Kur’an sadece mazlumlara yardım ve saldırıya karşı koyma koşulunda savaşı ahlâki bulur. Ayetleri dikkatle ele aldığımızda sözleşmeye saygı gösterilmesi salık veriliyor. Savaş ortamında bile sözleşmeye itaat gerekir. Ancak barış sözleşmesini görmezden gelerek saldırıda bulunan kimselere karşı koymak, başımızı kesmeye gelenlerin boynunu vurmak öz savunmanın gereğidir; ancak bundan önce düşmanın komuta merkezleri, iletişim araçları ve güç kaynaklarını etkisizleştirmek gerekir. Yani savaş, strateji[233] oyunudur. İslamî savaşın önceliği öldürme değil, etkisiz bırakma, teslim alma, barışa giden yolları açma ve kan dökmeyi engellemedir.
“Elinizdeki her şey kalitesi düşük yaşamın[234] geçici ve mükemmellikten uzak mutluluğudur.[235] Ancak tanrısal değerlere güvenen[236] ve güveninin gereğini yaptıktan sonraki süreç için endişeye kapılmayanların[237] yaptıkları kamu vicdanında hem daha değerli hem de süresiz karşılığı olan bir davranıştır. Çünkü onlar büyük yanlışlar[238] ile herkesin gözü önünde sergilenen çirkinliklerden[239] sakınır, öfkelendiklerinde öfkelerini yatıştırarak bağışlamayı seçer, tanrısal değerlerin çağrısına koşar, dayanışmayı ayağa kaldırır, toplumsal meselelerini aralarında birbirine danışarak yürütür[240] ve ellerine geçen kazançlarından ihtiyaç sahiplerine infakta bulunurlar. Ayrıca baskı, dayatma ve gerçeği karartma ile karşılaştıklarında yardımlaşırlar.[241] Bir kötülüğün cezası o kötülüğün aynı miktarıdır. Ancak kötülüğe benzeriyle karşılık vermek yerine bağışlama yolu seçilirse toplumda bunun olumlu bir karşılığı olur. Çünkü toplum vicdanı dayatma, baskı ve bilgi karartmasını sevmez.[242] Fakat yine de baskı ve dayatmaya maruz kalan veya hakkındaki gerçekler karartılan kimse zalimlerin kendine yaptıklarının aynısıyla cevap verirse bunda bir sakınca yoktur. Yeryüzünde taşkınlık yaparak[243] toplumda gerçekleri karanlığa boğan, baskı düzeni kuran ve dayatmacı politika izleyenlere geçit vermeyin.[244] Bu özgürlük, adalet, eşitlik ve barış düşmanlarını doymazlık ve uyku özlemi, ağız tadını kaybetme, ruhunda kırbaç acısı hissetme ve bunalıma girme gibi rahatsızlıklar bekliyor.[245] Kim ki dik durur, direniş ortaya koyar[246] ve güç elindeyken bağışlarsa[247] işlerini sağlam kazığa bağlamış olur.”[248] ayetlerinde ilk dikkat çeken kavram olan metâ, belli bir zaman dilimiyle kısıtlı olan haz anlamına gelir ve mutlaka sonu olan bir zevki kasteder.[249] Bu yönüyle de kalıcı bir durumu değil aldatıcı ve avutucu bir keyiflenmeyi anlatır. Zaten Kur’an metâyı kendini aldatma, başka şeylerle avunma anlamındaki gurur ile birlikte kullanır.[250] Bu ayetlerin kayda girmesine neden olan olay Ebû Bekir’in tüm mal varlığını barış toplumun kurulması için harcamasıdır. Çünkü mülkiyetini barış, eşitlik, adalet, kardeşlik ve özgürlük için verip keyif ve zevkleri asgari oranda yaşamak enayi gibi görülmekteydi. Ancak onun bu tavrının kalıcı değer ifade ettiği, geçici hazlar yerine kalıcı değerler adına mücadele verdiği belirtilerek kınayanların kınamasına cevap verildi. Böylece Ebû Bekir üzerinden iman-amel, teori-pratik ilişkisi örneklendirilmiştir. Yukarıdaki ayetler içinde sözde Müslüman toplumun hiç yanaşmadığı bir kavram vardır: Şûrâ.[251]
Şûrâ; bal süzme, fikir danışma, deveyi pazara götürüp satmak için pazarda gösterme anlamlarına gelir.[252] Devenin fiyat ve kalitesini pazar ekonomisi içinde belirlemeyi, toplanmış çiçeklerden hâsıl olan balı süzmeyi kasteder. Yani farklı akıllardan yararlanarak bir fikir üretme, ortak akla dayalı bir sonuca ulaşma ve kolektif çaba sonucunda bir hedefe varmaya şûrâ denir. Şûrâ; ben yaptım oldu, canım böyle istedi, kimse keyfimin kâhyası değildir, severim de döverim de, bir şeyi sadece ben bilirim, benden izinsiz kuş uçamaz, halk da kimmiş, herkes beni dinleyecek, karşımda kimse konuşmadan oturacak ve beni alkışlayacak, tek yetkili ben olacağım, benim sözüm üstüne söz olmayacak, kanun da nizam da benim, ağanın şeyi üzerine kimse şey yapmayacak biçimindeki tüm tavırları reddeden Kur’an eylemidir. Peygamber dahil tüm yetki sahipleri şûrâ ile yönetmek zorundadır. Şûrâyı terk eden tüm tek tipçi egemenlere karşı mücadele ortaya koymak, başkaldırmak, isyan ateşini yakmak ve savaş baltasını çıkarmak Muhammedi barışçıların temel davranış biçimlerindendir. Musa, İsa, Muhammed Firavun, Nemrut ve Mekke çetesine karşı başkaldırı ateşini yakmıştır. Çıkan yangında isyan eden de edilen de yanmıştır. Ancak kutlu bir mücadele için yanan kimse bahçelerin sakini olmuş, isyana neden olarak yanan kimse ateş çemberinin içinde mahkum olmuştur. Her devrimci mücadele yakıcı ve hırpalayıcı da olsa devrilen firavun ve düzenleri, devrime direnen firavunun koruma köpekleri tanrısal bir değer olan şûrâcılar tarafından yakıcı bir ateşle karşı karşıya bırakılırlar. Her Muhammedi devrimci her tekçi firavun ve statükosuna karşı devrimin ateşini yakarak nemrut düzenlerini yerle bir etmekle görevlidir. Her tevhit ve adalet devrimcisi bu misyonu için işareti vicdanı ile Kur’an’dan alacaktır. Kur’an, devrim mücadelesinde şûrâ yöntemi ile hareket etmemizi önermektedir. Zira Muhammedi Medine devrimi ve Muhammedi Mekke başkaldırısı sürekli şûrâya dayalı koordinasyonla gerçekleştirilmiştir. Bir ülkede tek lider, tek sendika, tek ideoloji, tek mezhep, tek din, tek dil egemenliği varsa orada şûrâya ihanet, Tanrı’ya hakaret vardır. Başkalarını yutarak beslenen, öteleyerek dışlayan, etiketleyerek etkisizleştiren ve her alanda bilgi karartması yaparak yalanı gerçek gibi yutturan düzenlere İslami düzen diyenlerin iman,[253] vicdan,[254] basîret,[255] ferâset,[256] ahlâk[257] ve Kur’an yaklaşımından şüphe ederim.
Cami yaptıran Firavuna, mescit açan Nemruta, Kur’an kursu açan Ebû Cehil’e güvenir misiniz diye sorsak, hâyır seslerini duyarız. Peki her alanda tek tipçiliğin daniskasını uygulayarak ürettiği korku imparatorluğuyla egemenlik kuran, kendiyle ilgili küçük bir eleştiriyi ötekileştirdiği etiketleri kullanarak mahkum eden, güç sofrasında yalakaları ağırlayan; kariyer ve konfor kuleleriyle taraftar üreten, dindarlık elbisesi üzerinden faşizmin tüm biçimlerini sergileyen birilerine Allah’ın askeri, dinin koruyucusu, İslam’ın onuru ve ülkenin kurtarıcısı diye bakmak insaniyetten fırlayıp çıkmak, adalete veda etmek, Kur’an’a silah çekmek, vicdanı arkadan bıçaklamak, Tanrı’ya fiilen küfretmek ve Tanrı elçilerini alaya almaktır.
Kör topal bir demokrasi; güçlü bir teokrasi, kuvvetli bir monarşi ve havalı bir oligarşiden daima üstündür. Çünkü demokrasi insan iradesini yansıtma, sorgulama, eleştirme ve yargılama olanağı sunar. Ancak diğerleri insan türünün başında boza pişirmeyi marifet gibi anlatır, sorgulama ve yargılanmaktan kendini soyutlar, hasımlarını devlet düşmanı ve vatan haini ilan ederek tekçi hâkimiyetlerini devam ettirir; yalanlarını kontrol ettikleri iletişim araçlarıyla gerçekmiş gibi kurgular. Böylece koyunlaştırdığı halk sürüsünü keyfince yönetir. İşte Tanrı elçileri tam da bu düzenleri devirmeye gelmiş kimselerdir. Bu nedenle devlet yönetimleriyle çatışmışlar, egemenlerle kanlı bıçaklı olmuşlar ve kılıç kuşanıp at binmişler; ancak bu eylemlerini ikna gücü ve alternatif projeleriyle sağlama almışlardır. Peygamber yolundan gitmek, İslam davası gütmek, hakka hizmet etmek budur; gerisi gevezeliktir. Bundan ötesi Kur’an’ın siyasal projeksiyonu olmayıp imamet tapıcısı Şiilik ile hilafet ve saltanat putçusu Sünniliğin operasyonlarıdır. Kur’an’ın açık şûrâ beyanlarına ve elçi Muhammed’in Medine uygulamalarına rağmen sözde hadis ve mezhep fetvalarıyla[258] şûrâyı sultanın emir kullarıyla toplantısı biçiminde kabul etmek abdestli kapitalizm, namazlı faşizm ve takkeli emperyalizm üretilmesine ortam hazırlamıştır.
Bu vakitten sonra geçmişin mezhep, tarikat, cemaat ve devlet dini enkazlarıyla değil Kur’an’ın diriltici nefesiyle canlanıp devrimin dinamizmini kuşanmalıyız. Fransız devrimi nasıl ki liberte,[259] egalite[260] ve fraternite[261] feryatlarıyla doğduysa Muhammedi barış devrimi de kölelere özgürlük[262] çığlığıyla ayağa kalkacak; İslam’ın pâk yüzüne kara çalan abdestli kapitalizmden tanrısal değerleri aklayacaktır. Çağdaş Muhammedi devrimciler, Kur’an bahçesini sarmış ayrık otlarını temizleyecektir.
[1] Etüt: Ön çalışma, bir konuyu özel olarak inceleyen yazı/eser
[2] Vallâhu yed’û ilâ dâri’s-selâm
[3] Yehdî men-yeşâ
[4] Yunus, 25
[5] Muvahhit: Tevhitçi, vahdetçi; Tanrı’nın birliğini ve toplumun birlikteliğini savunan
[6] Pan-teist: Pan-teizm’i kabul eden. Evrendeki varlıkların tümünün Tanrı’nın görüntüsü olduğunu kabul eden, evreni Tanrı’nın değişik biçimde yansıyan görünüşü sayan anlayış. Buna göre evren ve içindekiler gerçekte Tanrı’nın kendisidir ve insanlığın ana çabası da bu özünü fark etme(!) mücadelesidir. İlginçtir ki Tanrı parçacıkları kendinin Tanrı olduğunu fark edememektedir(!). “Ete kemiğe büründüm./Yunus diye göründüm.” mısralarında Yunus biçiminde görünen Tanrı’dır.
[7] Ordu-millet: Toprak kazanmayı, sınır çizip kutsamayı, ölüm ve öldürmeyi kutsayan bir millet yaratma ideolojisidir. Milleti özgür iradeli bir konumdan çıkararak hiyerarşik düzen ve emir-komuta ilişkisine dayalı bir sistemde yaşatma iddiasıdır. Faşizmin yumuşatılmış tercümesidir.
[8] Yunus, 26-29
[9] Mâ-ta’budûne
[10] Din
[11] Le-kum diynu-kum veliyediny(e)
[12] Kâfirûn, 1-6
[13] Manifesto: İlke, anlayış ve davranış biçimlerini ilan eden bildiri
[14] Tevhit
[15] Versiyon: Bir olay ve durumun farklı biçimlerde aktarılması
[16] Fe-zekkir
[17] İnne-mâ ente-müzekkir
[18] Leste ‘aleyhim bi-musaytir
[19] Gâşiye, 21-23
[20] Tebliğ: Bildiri, mesajı ulaştırma
[21] Sav: İspatlanması gereken söz, savunulan görüş
[22] Lâ-ikrâhe fi’d-diyn(i)
[23] Gad tebeyyene’r-rüşdü mine’l-ğayy(i)
[24] Tağût
[25] Urvetü’l-vüsgâ/ Kopmaz bağ
[26] Bakara,256
[27] Biliş-sel: Dikkat, hafızaya kaydetme, konuşma, anlama, çözümleme ve karar verme gibi zihinsel eylemler (ile ilgili)
[28] Diya-log: İki kişinin konuşması
[29] Zü’l-karn-eyn: Çift boynuzlu
[30] Min-hu zikran
[31] Min külli şey’in sebebe(n)
[32] Men zaleme fe-sevfe nu’azzibu-hu
[33] Rab(b)
[34] Kezâlike
[35] Ye’cûc ve Me’cûc
[36] Plâka: Metal levha, madensel levha
[37] Külçe: Eritilerek bir kalıba dökülmüş ve o kalıbın şeklini almış cisim
[38] Körüklemek: Ateş vermek, yangın çıkarmak, demir gibi sert madenleri eritmek veya madene şekil vermek için ateşi yükselten hava üflemek
[39] Ve kâne va’du rabbîy haggan
[40] Kehf,83-98
[41] Süresi ebedi olan devlet
[42] Propaganda: Bir düşünce ve iddiayı tanıtma, benimsetme ve yayma amacıyla ortaya konan her türlü çalışma
[43] Terör: Siyasal bir amacı gerçekleştirmek için toplumda korku ve yılgınlık uyandıran her türlü eylemi gerçekleştirmektir. Devlet terörü, milliyetçi terör, eğitim terörü, sağlık terörü, trafik terörü, korsanlık, siber terör gibi türleri vardır.
[44] Muktedir: İktidar sahibi, yönetim gücünü elinde tutan, hukuksal ve politik gücü elinde tutan, emir verme ve vergi toplama yetkisi olan, insanların kaderi üzerinde söz sahibi olan
[45] Ecdâd: Cedler, atalar
[46] Huzi’l-‘afve
[47] Ve’mur bi’l-‘urfi
[48] Soyculuk, sınıfçılık, kadını aşağılama ve cinsel obje görerek alım satımını yapma, erkek çocuğu ve erkekliği yüceltme, yönetimi belli sınıflara ait kabul etme, yönetimde mafyatik yöntemler uygulama, baskı ve dayatmayı yöntem olarak uygulama, hukuk torpili yapma, ticaret ve siyaset oligarşisi kurma, din üzerinden kandırma, din adamlığı kurumları üreterek Tanrı adına halkı soyma ve gütme, dindarlığı ritüelciliğe hapsetme; özgürlük, adalet, eşitlik ve halkların kardeşliğini yönetim biçimleri için tehdit olarak algılama, ataları yüceltme, gelenek ve kültüre sapasağlam bağlanma gibi
[49] Ve-e’riz ‘ani’l-câhiliyn(e)
[50] A’raf, 199
[51] Men tevellâ
[52] Necm, 29
[53] Kâfirler
[54] Fî-sebili’t-tâğûti
[55] Evliyâ eş-şeyâtiyn(i)
[56] Keyde’ş-şeytâni
[57] Yehşevne’n-nâse ke-haşyeti’l-lâhi ev eşedde haşyeten
[58] Lime ketep-te ‘aleyne’l-gitâle?
[59] Lev-lâ ehherte-nâ ilâ ecelin gariyb(in)
[60] Metâu’d-dünyâ galiyl(in)
[61] Ve’l-âhiretü hayrun limeni’t-tegâ
[62] Ve-lâ tuzlemûne fetiylen
[63] Kullun min ‘indi’l-lâh(i)
[64] Mâ esâbe-ke min hasenetin fe-mine’l-lâhi
[65] Mâ esâbe-ke min seyyietin fe-min nefsi-ke
[66] Ersel-nâ-ke li’n-nâsi rasûlen
[67] Kefâ bi’l-lâhi şehiyden
[68] Nisâ, 75-79
[69] Selefi Suudi Arabistan ve Sünni Körfez ülkeleri gibi
[70] Proto-tip: İlk örnek, ilk model, bir tiplemenin görülen ilk tipi, önder
[71] Monarşi(k): Bir kral ve onun soyu tarafından yürütülen yönetim biçim. Padişahlık, krallık, şeflik
[72] Salavatün
[73] Egâmu’s-salâte
[74] Âtu’z-zekâte
[75] Hac,39-41
[76] İbn-i Kesir’in ilgili bahsine bakılabilir.
[77] Enfal, 72
[78] Hucurât, 15
[79] Râğıp el-İsfehâni, Müfredât, c-h-d maddesi, çeviren ve notlandıran: Yusuf Türker, Pınar Yayınları, İstanbul, 2007
[80] Nur, 53
[81] İbadet
[82] Yâ eyyühe’l-leziyne âmenû’r-ke’û ve’s-cudû ve’budû rabbe-kum
[83] Ve câhidû fi’l-lâhi hagga cihâdih(i)
[84] Millete ebiy-kum İbrahiyme
[85] Semmâ-kumu’l-muslimiyne
[86] Li-yekûne’r-rasûle şehiyden ‘aleykum
[87] Tekûnû şühedâe ‘ale’n-nâsi
[88] Ve’tesimû bi’l-lâhi
[89] Huve mevlâ-kum
[90] Hac, 77-78
[91] Şehit ve şehadet kavramları başka bir makalede geniş biçimde ele alınacaktır.
[92] Câhedu’l-küffâra bieydiy-kum ve elsineti-kum
[93] Ahmed b. Hanbel, 3/124; Ebû Dâvud, Cihad, 2504, İbn-i Hibban, 1618
[94] Tövbe, 41
[95] Mâbed: İbadethane, ibadet evi
[96] Fî-sebili’l-lâhi
[97] Allâh
[98] İnne’l-lâhe lâ-yuhibbu’l-mu’tediyn(e)
[99] El-fitnetü eşeddü mine’l-gatli
[100] Mescid-i Haram (Kâbe)
[101] Hattâ lâ-tekûne fitnetün
[102] Allâh
[103] Yekûne’d-diynu li’l-lâhi
[104] Âmir: Emreden, emir veren
[105] Memur: Emri uygulayan, emre uyan, emre kul olan, emir kulluğu yapan
[106] El-hurumâtü gısâsun: Yasaklar karşılıklıdır, dokunulmazlıkta eşitlik esastır.
[107] İnne’l-lâhe me’âl-muttagiyn/ Tanrı takva sahipleriyle beraberdir.
[108] Velâ tulgû bi-eydiy-kum/ Kendinizi elinizle tehlikeye atmayın.
[109] İnne’l-lâhe yuhibbu’l-muhsiniyn(e)
[110] Bakara,190-195
[111] Râğıp el-İsfehâni, Müfredât, f-t-n maddesi, çeviren ve notlandıran: Yusuf Türker, Pınar Yayınları, İstanbul, 2007
[112] “Fitneye Fit Olmak” başlıklı makale okunabilir.
[113] Ve gâtilû fî-sebiyli’l-lâhi
[114] Namık Kaya, İslam Şeriatının Tarihselliği, Tanrı’nın Nefsinden Allah’ın Nefesine, Ulak Yayıncılık, İstanbul, 2016
[115] Zi’l-gurbâ
[116] İnne’l-lâhe ye’muru bi’l-‘adli ve’l-ihsâni
[117] Fahşâ
[118] Münker
[119] Bağy
[120] Nahl, 90
[121] Fâtır, 23
[122] Nefes alıp verme, tuvalete gitme, uyuma, yeme içme gibi
[123] Nebi, haberci; resul, elçi demektir.
[124] Şeytan
[125] Fe-evlâ lehum
[126] Lanetlenme
[127] Efelâ yetedebberûne’l-gur’âne
[128] ‘Alâ gulûbin egfâlihê
[129] Muhammed, 20-24
[130] Olgu: deneme-yanılma veya tecrübeyle kesinleşmiş durum
[131] Buhari, İman, 7
[132] Askeri, polisiye, ekonomik, sosyolojik, psikolojik, siyasal ve hukuksal güç gibi
[133] Konuşma, internet, kitap, gazete, dergi, eğitim gibi
[134] Tirmizi, İman, 12
[135] Râğıp el-İsfehâni, Müfredât, a-k-l maddesi, çeviren ve notlandıran: Yusuf Türker, Pınar Yayınları, İstanbul, 2007
[136] İnne-hû fekkera ve gadder(a)/ ölçü ve değerler üzerinde yüzeysel ve yalan yanlış düşündü.
[137] Râğıp el-İsfehâni, Müfredât, f-k-r maddesi, çeviren ve notlandıran: Yusuf Türker, Pınar Yayınları, İstanbul, 2007
[138] İbn-i Kesir’in ilgili bölümüne bakılabilir.
[139] Kutibe aleykumu’l-gitâlu
[140] Vallâhu ya’lemu ve entum lâ te’lemûn(e)
[141] Kâbe
[142] Fitne
[143] Ve’l-fitnetü ekberü mine’l-gatli
[144] Bakara, 216-217
[145] Maide, 32-33
[146] Tâhâ, 71; Şuarâ, 49
[147] Motivasyon: Güdülenme, odaklanma, konsantrasyon sağlama, tüm varlığınla bir şeye kilitlenme, bir şeyden gözünü ayıramama
[148] Âheste: Yavaş, acelesiz
[149] Namık Kaya, Mezhep ve Tarikat Faşizmine Karşı İslam Şeriatının Tarihselliği, Cehennem Devrim Ateşi, Ulak Yayınları, İstanbul, 2016
[150] Yamak: Çırak, yardımcı erkek, birinin sözünden asla çıkamayan, iradesini kullanma izin olmayan
[151] Fe-şuddu’l-vesâga
[152] El-harbu evzârehê
[153] Fe-immâ mennen
[154] İmmâ fidâen
[155] Fîsebili’l-lâhi
[156] Fe-len yuzillu e’mâle-hum
[157] Muhammed, 4
[158] Lâ-tettehizû ‘aduvvîy ve ‘aduvve-kum evliyâ(e)
[159] İn küntüm haractüm cihâden fi-sebiyli(y)
[160] Fe-gad dalle sevâe’s-sebiyl(i)
[161] Veddû lev tekfurûn(e)
[162] Vallâhu bimâ te’melûne basiyr(un)
[163] Üsvetün hasenetün fi(y) İbrahiym(e) velleziyne me’ahû
[164] Üsvetün hasenetün
[165] Vallâhu gadiyr(un)
[166] Vallahu gafûrun rahiym(un)
[167] Yuhricû-kum min diyâri-kum en teberrû-hum ve tugsidû ileyhim
[168] İnne’l-lâhe yuhibbu’l-mugsidiyn(e)
[169] Helal olmaz.
[170] Helal olmaz.
[171] Mehir: Evlilik gerçekleşmeden önce erkeğin kadına verdiği veya vermeyi beyan ettiği mal, para gibi şeyler
[172] Zâlikum hukmu’l-lâh
[173] Vallâhu ‘aliymun hakiym(un)
[174] Vettegu’l-lâhe’l-lezîy entüm bihi(y) mü’minûn(e)
[175] Lâ-yüşrikne bi’l-lâhi şey’en
[176] Lâ-yesrigne
[177] Lâ-yezniyne
[178] Lâ-yegtulne evlâdehunne
[179] Lâ-ye’tiyne bi-buhtânin yefteriynehû beyne eydiyhinne ve erculihinne
[180] Lâ-ya’sîyne-ke fi(y) ma’rûfin
[181] Fe-bâyi’hunne
[182] Mümtehine, 1-13
[183] Mekke fethinde öldürülen iki kadından biridir.
[184] Hâtıp, mektup işinde yaptığı hatanın bir benzerini Uhud Savaşı’nda okçular tepesini terk etmesinde de göstermiştir.
[185] Yanaşma: Bir efendinin hizmetinde çalışan ve efendi tarafından yatacak yer gösterilip yemeği verilen kimsesiz kişi
[186] Buhari, Megâzî, 46; İbn-i Kesir’in ilgili ayet tahlili
[187] Tövbe, 114
[188] Şefaat kültürü
[189] Hud, 46
[190] Eşitlik, adalet, barış, özgürlük, kardeşlik, paylaşma, yardımlaşma, sevgi, acıma, aklı çalıştırma, derinliğine kavrama, iyilik için çabalama, ortak iyiyi isteme, ortak kötüye karşı birlikte kalkışma gibi
[191] Şeytanlar (şeyâtiyn)
[192] Maide, 5
[193] Elçi Muhammed’in evliliklerindeki arka plân
[194] Buhari, Şurût, 15
[195] Ve lâ-tenkihû’l-müşrikâti hattâ yü’minne
[196] Vele emetün mü’minetün
[197] Velev e’cebet-kum
[198] Vele ‘abdun mu’minun
[199] Velev e’cebe-kum
[200] Bakara, 221
[201] Handikap: Binici ile eyerin ağırlıklarının dengelenmesi, engel, çıkmaz sokak, mâni
[202] Helâl
[203] El-yevme uhille le-kumu’t-tayyibât
[204] Tevrat
[205] İncil
[206] Ûti’l-kitâbe hillun le-kum
[207] Da’âmu-kum hillun le-hum
[208] İzâ âteytumû-hunne ucûra-hunne
[209] Fi’l-âhireti mine’l-hâsiriyn(e)
[210] Mâide, 5
[211] Toplumsal saygınlık kriterlerini taşıyan
[212] Mustafa İslamoğlu, Hayat Kitabı Kur’an, Maide Suresi, 14. Dipnot, Düşün Yayıncılık, 5. Baskı, İstanbul, 2011
[213] Müşrikler, şirk sahipleri, Tanrı şirketi kuranlar, Tanrı ortaklığı icat edenler
[214] Azap (3. ayetin azap tehdidiyle bağlam ilişkisi gereği bu anlam verilmiştir.)
[215] Takvâ
[216] İnne’l-lâhe yuhibbu’l-muttagiyn (Allah’ın takva sahiplerine yüzde yüz muhabbeti vardır.)
[217] Eşhuru’l-hurum (Haram aylar, kan dökmenin yasaklandığı aylar, barış ayları, ateşkes ayları)
[218] Veg’udû le-hum kulle mersadin/ Tüm geçitlerini kapatın
[219] Fe-in tâbû/Tövbe ederlerse
[220] Egâmu’s-salâte
[221] Âtu’z-zekâte
[222] Fe-hallû sebiyle-hum/Yol verin, yol açın, engellerini kaldırın, takoz olmayın
[223] İnne’l-lâhe ğafûrun rahiymun
[224] Tövbe, 4-5
[225] Semantik: Anlambilim, bir kelimenin anlamındaki değişimleri inceleyen bilim dalı
[226] Salât/namaz
[227] Zekât
[228] Retorik: Açık, akıcı, duru ve yalın biçimde etkileyici ve ikna edici söz söyleme sanatı; belağat
[229] Jeo-politik: Coğrafi konumun siyasal karar ve tercihleri etkilemesi (ile ilgili)
[230] Teoloji(k): İlahiyat, Tanrı bilim, Tanrısal konuları ele alan bilim dalı (na ait)
[231] Lâ-ikrâhe fi’d-diyn(i)
[232] Bakara, 256
[233] Strateji: Generalin savaş sanatı demektir. Olası durumları dikkate alarak planlamalar yapmak
[234] Dünya
[235] Fe-metâu’l-hayâtü’d-dünyâ
[236] Li’l-leziyne âmenû/İman eden o kimseler için
[237] Yetevekkelûne
[238] Kebâire’l-İsm(i)
[239] Fevâhiş
[240] Ve emru-hum şûrâ beyne-hum
[241] İzâ esâbe-humu’l-bağyu-hum yentesirûn(e)
[242] İnne-hû lâ yuhibbu’z-zâlimiyn(e)
[243] Yebğûne fi’l-arzi
[244] İnneme’s-sebiylü ‘ale’l-leziyne yezlimûne’n-nâse
[245] Ulâike-lehum ‘azâbun eliym(un)
[246] Sabera
[247] Gafera
[248] Şûrâ, 36-43
[249] Râğıp el-İsfehâni, Müfredât, m-t-a maddesi, çeviren ve notlandıran: Yusuf Türker, Pınar Yayınları, İstanbul, 2007; Mekâyisu’l-Luğa, Lisânu’l-Arab, Esâsu’l-Belâğa, Kâmusu’l-Muhît ve Tâcu’l-Ârûs’un m-t-‘a maddesine bakılabilir.
[250] Âl-i İmran, 185/ Metâ’ul-gurûr (Sahte, aldatıcı, avunduran ve süresi de kısıtlı olan zevklenme)
[251] Bakara, 233; Âl-i İmran, 159; Şûrâ, 38
[252] Râğıp el-İsfehâni, Müfredât, ş-v-r maddesi, çeviren ve notlandıran: Yusuf Türker, Pınar Yayınları, İstanbul, 2007; Tezhîbu’l-Luğa, Mecmû’ul-Emsâl ve Muhtâru’s-Sıhah’ın ilgili maddelerine de bakılabilir.
[253] İman: Güven, Tanrı’ya güvenme; vicdan, akıl ve sağduyuya güvenme; adalet, eşitlik, özgürlük, kardeşlik, sevgi ve paylaşımın etkilerine güven duyma
[254] Vicdan: Sevgi, acıma ve adalet bileşenlerinin bileşkesi
[255] Basîret: İşlerin arka plân ve ötesini görebilme
[256] Ferâset: İşin derinliğini fark edecek bir bakışa sahip olma
[257] Ahlâk: Yaratılıştan gelen doğal davranış, tepki ve refleksle uyumlu olma
[258] Özellikle Fiten (fitneler) başlıklı aktarımlarla
[259] Özgürlük
[260] Eşitlik
[261] Kardeşlik
[262] Beled, 13