Acaba İslam dünyası neden bu halde?
Çöküş, geri çekiliş, tarihten çıkış ne zaman başladı?
Müslümanları yıkan üç şey neydi?
Bunlar üzerine yaptığım araştırmaların sonucunda bir kanaate vardım. Bu kanaatlerimi sizlerle paylaşmak istiyorum.
3M… M harfi ile başlayan üç kelime bunu bir tarafa yazalım. Mülk, Mucize ve Mevzu… Bu üçü İslam dünyasının yıkılışının sebebidir. Müslümanların tarihte geri kalışının, tarih sahnesinden uzaklaşmasının, İslam’ın karşı devrime uğrayarak asıl amaçlarını gerçekleştiremeden tarihten çekilişinin hikayesidir.
Peki nasıl oldu?
Hicri 61 yılında yani Peygamberin Mekke’den Medine’ye hicret edişinin 61. yılında Kerbela olayı vuku buldu. Kerbela, benim İslam Tarihi analizime göre İslam’ın doğduğu topraklara gömülmesi olayıdır ve gerçek İslam hala oradadır. Ondan sonrasında yeryüzünde bir İslam’dan bahsetmek mümkün değil. Ama yeryüzünde Müslümanlar tabii ki hep oldu. Emeviler, Abbasiler, Selçuklular, Osmanlılar, Şiiler, Sünniler, Sufiler, Mutasavvıflar vs. İslam adına ortada bir çok insan ve grup hep vardı. Kelime-i Şehadet bayrakları dalgalanıyor, şehirlerde ezanlar okunuyor, camiler dolup taşıyordu. Bu, yeryüzünde İslam’ın olduğu anlamına gelmiyor. İslam Kerbela’da bitti. Bunu böyle kabul etmemiz gerekiyor. Çünkü Peygamberin vefatı ile beraber karşı devrim başladı. Tıpkı diğer devrimlerde olduğu gibi, Fransız Devrimi’nde, 1917 Ekim Devriminde, 1923 Cumhuriyet devrimlerinde olduğu gibi. Genellikle devrimin lideri veya devrimin öncü kadroları içerisinde en idealist olanlar bir şekilde ölünce veya tasfiye olunca veya etkinliğini kaybedince aynı ekibin içinden karşı devrim başlar ve devrimin bayrağını dalgalandırarak devrimi yok eder. Bu bütün devrimler için geçerlidir. İslamiyet de bir devrimdir. Toplumsal, tarihsel, dinsel bir devrim. Peygamberler tarihini devrimler tarihi olarak okuyoruz. Bunları birbirinden ayırmıyoruz. Çağımızda yapılan devrimler eskiden dini hareketler şeklinde ortaya çıkıyordu ve bütün devrimler isyanla başlamıştı.
İslam’ın Kerbela’da doğduğu topraklara gömülmesi üç şeyle oldu.
Birinci ‘M’, Mülk… Mülk demek, servet ve iktidar demektir. Yani Müslümanlar dünyaya adalet getirme, mazlumları savunma, ezilenlerin sesi soluğu olma davasını bırakıp mülk peşine düştüler. Servet, iktidar, ganimet peşine düştüler. İslam’ın ilk yıllarından itibaren fetih adı altında işgal hareketleri başladı. Bunların hepsi servet, iktidar ve ganimet elde etmek için yapıldı. İran neden fethedildi? Mısır, Suriye, Irak neden ele geçirildi? O anda dünyanın ezilenleri Arap çöllerinde yaşıyordu. Arap Çöllerinde dünyanın ezilenleri İslamiyetle sesini duyurdu ve bu hareketin içinden gelenler dünya devrimine yöneldi. Onlar şöyle düşünüyorlardı; Sadece Arap çöllerinde kalmamalı bu iş, tüm dünyaya yayılmalı. Bugünkü tabirlerle devrim ihracı olmalı. İslamiyet tüm dünyaya egemen olmalı, zenginler, saltanat sahipleri, servet sahiplerinin mallarına mülklerine el konularak yoksullara ve ezilenlere dağıtılmalı. O nedenle İran’a gittiler, o nedenle Suriye’yi, Irak’ı fethettiler. Fakat iş düşünüldüğü gibi olmadı. Bunların hepsi birer işgale, yağmaya dönüştü.
Bu sebeple Peygamber böyle işlere girişmemişti. Bunu meşru da görmüyordu. Halk isterse yardım etme amacıyla gidilip dönülebilir diye bir fikir vardı. Mülk, mülkten kaybetti. İslam önce buradan yıkıldı. Peygamberin yetiştirdiği sahabeler mülk peşine düştü. Ali-Muaviye savaşlarında yüz bin kişi öldü. O günkü dünya kamuoyunda şöyle bir izlenim oluştu: Çölün İçinden bir Peygamber, yeni bir din çıkmış kölelere özgürlük diyormuş, efendilik kölelik kalkacak diyormuş, erkekler kadınlar eşit olacak diyormuş, tarlalar, bağlar, bahçeler insanlar arasında bölüşülecek diyormuş, bunu bir Peygamber söylüyormuş. Allah’ın kendisine bu tür vahiyler getirdiğini iddia ediyormuş… İşte o günkü dünyada İslamiyet’in duyuluşu böyle oldu. Fakat iç savaşlarla, ganimet ve fetih hareketleriyle beraber on binlerce kişi birbirini öldürünce o günkü dünya kamuoyu dedi ki; Bunlar da servet ve iktidar peşine düştü. Yok bu da değil, insanlığı kurtaracak olan bu da değil. Bak birbirlerini kesip doğruyorlar… Ve İslamiyetin rüzgarı kesildi, Kerbela’dan sonra da bitti.
İslam’ın asli amaçlarını gerçekleştirilemedi. Eğer İslam’ın asli amaçları doğrultusunda yürünseydi, Peygamberin vefatından Kerbela’ya kadar geçen 60 yıl içinde mülk peşine düşmeselerdi; İslam’ın, Kur’an’ın öngördüğü sosyal dönüşümlerin gerçekleşmesi gerekiyordu. Mesela zengin ve yoksul arasındaki uçurumun kapatılması gerekiyordu. En azından farkın çok azaldığı bir noktaya gelinmesi gerekiyordu. Köleliğin tamamen kaldırılması gerekiyordu. Kadınların toplumsal hayata katılması, feodaliteden çıkılması, toprak ağalığının sona ermesi ve erkeklerle eşit hale gelmesi gerekiyordu. Meşverete, rızaya dayalı bir toplum kurulması gerekiyordu. Babadan oğula geçme bir Arap patriarşisi sona erip eşitlikçi dayanışmacı ve meşverete, rızaya dayalı özgür bir toplumun yaratılması gerekiyordu. Kur’an-ı Kerim’in bütün amacı buydu. Ama bunların hiç birisi olmadı.
Peki neden olmadı? Kur’an’ın içinde böyle bir muhteva olmadığından değil; o günkü toplum bunu kaldıramadı veya Kur’an bin sene öncesinden konuştu da diyebiliriz. Kaldıramadılar ve yürümedi. Çünkü ilk olarak mülk yani servet ve iktidar peşine düştüler.
İkinci ‘M’, Mucize… İslam tarihine baktığımız zaman Müslümanların bir mucize anlayışına kendilerini kaptırdığını görüyoruz. Bu anlayış Müslüman zihinde iki şeye sebebiyet verdi. Birincisi gerçeklikten, realiteden kopuş, ikincisi otoriterizm ve totalitarizm. Bunun mucize anlayışı ile ne alakası var diyeceksiniz. Şöyle ki; Müslüman zihin şöyle düşünüyor/düşünür oldu: Madem ki Allah İsa’ya ölüleri dirilttirmiş, Musa’ya denizleri yardırmış, İbrahim’i ateşte yakmamış, Ashab-ı Keyfe üç yüz yıl bir mağarada uyutmuş, Salih kayasından deve çıkarmış, madem ki bütün bu mucizeler olmuş, o halde aynı mucizelerin bizim için de olması mümkündür. Çok namaz kılarsak, oruç tutarsak, Allah’ı çokça zikredersek ibadetlerimizi aksatmazsak, Allah bize de mucize verir… diye düşünmeye başladılar ve eşyanın tabiatındaki rasyonaliteyi, işleyişi koy verdiler. Hiç onlara aldırış etmemeye başladılar. Dua edip yukarıdan mucize beklemeye başladılar. İşte bu Müslüman zihni epistemolojik olarak yani bilgi kaynakları bakımından dünyanın gerçekliğinden kopardı. Bilgi kaynağı olarak dünyada işleyen düzeni öğrenmeye gerek yok, ne gerek var ki, çok çok dua et, Allah’a sığın, o senin önünden denizleri yarsın… böyle düşünmeye başladılar. İşte Müslüman zihin burada çöktü. Bu zihnin ilerlemesi ve gelişmesi mümkün değil. Çünkü hakikat ile bağı kopuyor, yaşanan gerçekle alakası kalmıyor. İkinci olarak bu zihniyet totalitarizme yol açıyor. Yani Müslüman bir zihinde, her an her şeyi yapan Allah, hikmetinden sual olunmaz Allah, bir şey yapıyorsa niye öyle yaptığının açıklamasını bize açıklamak zorunda değil. Ogün öyle, bugün böyle hareket eden Allah, kendisine sipariş verildiği zaman önünde denizleri yaran Allah, önünde çok eğilindiği takdirde, çok hoşnut edildiği takdirde ölüleri dirilten, ateşte yakmayan Allah inancı anlayışı oluştu.
Bu anlayış siyasete aktarıldığında da Müslüman zihin, Allah yerine, sultanı koydu. Sultanı da öyle düşünmeye başladı. Yeryüzünde Allah’ın gölgesi olan sultan, hikmetinden sual olunmaz, o gün öyle, bugün de böyle hareket edebilir, en iyisini o bilir, sorgulamaya gerek yoktur, kendi koyduğu kanunu kendi değiştirebilir, mucizeler yaratabilir, aslolan onun iradesidir, evrene koyduğu kurallar değil, o kuralları gerektiğinde kendisi değiştirir. Nasıl ki Allah iradesiyle, tabiata koyduğu kuralları değiştiriyor, O’nun mutlak kudretinden sorgu sual olunmuyor, aynı şekilde bir Sultan da memleketin hukukuna uymak zorunda değildir aslolan Sultan’ın kudretidir gücüdür. Gerektiğinde onları değiştirir. Sultan hukuka uymaz, hukuk Sultan’a uyar. Sultan’ın yaptığı bizatihi hukukun kendisidir. Bütün her şey ve herkes kendini Sultan’a göre ayarlamak zorundadır ve mülk Allah’ın değil, Sultan’ındır.
Bütün Osmanlı padişahları memleketi şahsi mülkleri olarak görüyorlardı. Her türlü tasarrufu yapma yetkisi olarak, onlara bunun verildiğine inanıyorlardı. Dolayısıyla bu da her şeye baskın, her şeye egemen, her an her şey yapılabilir ve hikmetinden sual olunmaz bir krallık, sultanlık anlayışına yol açıyordu.
Üçüncü ‘M’, Mevzu… Vaaz olunmuş demek kelime anlamı. Yani uydurulmuş demektir. Peygamberin vefatından sonra hadisler adı altında korkunç bir uydurma furyası başladı. Müslümanlar bir şey yapıyorlardı ve bunu meşrulaştırmak için Peygamber adına hadis uyduruyorlardı. Mesela adam karısını dövüyor, sonra da Peygamberin de karısını dövdüğünü hatta Kur’an’da da kadınlarınızı dövün diye yazdığını iddia ediyordu. Önce bir şey yapılıyor, yapıldıktan sonra Müslüman bir toplum olduğu için ve bunu dine dayandırarak meşrulaştırılması gerektiği için onun adına hadis uyduruluyordu. Yezid İstanbul seferine çıkıyor, ‘’İstanbul elbet bir gün fetholunacaktır, onu fetheden komutan ne güzel komutandır’ diye hadis uyduruluyor ve burada işaret edilen kişinin Yezid olduğu ifade ediliyordu. Böyle böyle İslam dünyasında bir milyon hadis uyduruldu. Bunların 7 bin tanesi şu anda Sahih-i Buhari’de mevcuttur. 15 bin kadarı da Şiilerin elindeki el-Kâfi adlı kitapta mevcuttur. Bunların çoğu da tekrardır. Kur’an’ın dışında hadislerden oluşan, çoğu mezhep içtihatlarından oluşan, Arap adetlerini, örflerini, geleneklerini yansıtan uydurmalar. Aslında dinde olmayan fakat dindenmiş gibi zannedilen uydurmalar. Karşı devrimin ideolojik boyutunu da bunlar oluşturmuştur.
Dolayısıyla mülk ile ilişki bozularak servet ve iktidar peşine düşüldü, servetin ve iktidarın paylaşımı ve bölüşümü dumura uğradı, ne servet paylaşıldı, ne iktidar. Yani mülk Allah’ın olmadı. Mülk Allah’ındır demek servetin ve iktidarın tüm toplum tarafından paylaşılması demekti. Sözün, kararın ve yetkinin toplumda olması demekti, mülkiyetin tüm tabana yayılması demekti. Bunların hiçbiri gerçekleşmedi, mülk Allah’ın olmadı. Sonra mucize ile dünyayı algılama, gerçeklik algılayışı koptu. Yeryüzünde bir varlık gösteremez hale geldi. Oysa bir dönem İbn Rüşdleri, İbn Haldunları, Farabileri çıkarmıştı ve Yunan felsefesi Müslümanlar tarafından dünyaya ve hatta batı dünyasına kazandırılmıştı. İslam dünyasında bu çizgi değil sultanların desteklediği gelenekçi öbür çizgi ön plana çıktı. Ve mevzu yani uydurma rivayetlerle Müslüman insanın sosyal hayatı altüst oldu. Neyin dini olduğu, neyin gelenek olduğu, neyin kültür olduğu birbirine karıştı.
Dolayısıyla birinci M mülk ilişkilerinde sapma ile siyasi ve iktisadi, ikinci M mucize ziyniyeti ile felsefe ve bilgi kaynakların (epistemoloji) üçüncü M mevzu uydurma rivayetler sosyal hayat önce dumura uğradı sonra altüst oldu. Kerbela’da doğduğu topraklara gömüldü ve sonra bir daha belini doğrultamadı.
Modern çağa geldiğimizde ise şu anda İslam dünyası tümden yerlere serilmiş durumdadır. Mülkle ilişkisini düzelterek yani serveti ve iktidarı paylaşarak, mucize zihniyetini terkederek yani evreni algılama ve kavramada tarihe, toplum ve gerçekliğe dönerek ve mevzu yani uydurma rivayetlerden dini dünyasını arındırarak, Kur’an’ın arı duru evrensel değerlerine dönerek yıkıldığı yerden kalkabilir.