“İnsan dediğimiz şey, yakın tarihin bir icadıdır. Ve muhtemelen sonu yakındır.” diyor Michel Foucault. Fransız düşünürün bu sözü, aheng yaratsın diye boşluğa söylenmiş bir söz değil. Popüler bir tabir ile söylersek çok “acı gerçek”lere haiz. Geldiğimiz nokta itibariyle, bugünün insanı tarihin hiçbir aşamasında olmadığı kadar bilim ve teknikte ileri ama kendi varoluşunu anlamlandırma noktasında diğer çağların insanlarıyla kıyas edilemeyecek ölçüde geri. Yani, kafamız ile kalbimiz arasında bir eşitsiz gelişim ilişkisi söz konusu. Aslına bakılırsa, sahip olduğumuz bilimsel-teknik kudrete ve insan oluşumuza dair diğer bütün “seçkinci” kibrimize rağmen, yeryüzü için o kadar da hayati öneme sahip bir tür olduğumuz söylenemez. Örneğin böcekler, ekosistemde ifa ettikleri dönüştürücü vazife dolayısıyla kritik bir canlı türüdür. Onların yok olması durumunda yeryüzünün müthiş bir kaos eşliğinde çöküşe doğru gideceği tartışma götürmeyen bir bilimsel gerçek. Öte yandan biz insanların tür olarak yokoluşumuz durumunda, bırakın tabiatın dengesinde arızi bir duruma yol açmayı, tabiatın hilafına, onu karşımıza alarak sürdürdüğümüz yaşam biçimimizin ortadan kalkışı büyük ihtimalle onarıcı bir etki yapacak. Yaşadığımız şehirler 40-50 yıl gibi bir süre zarfında canlılıkla dolup taşan yeşil bölgeler haline gelecek, mütemadiyen kendi konforumuz ve ekonomik ihtiyaçlarımız için canına okuduğumuz türler yeniden eski ihtişamlarıyla okyanuslarda, geniş çayırlarda, ormanlarda ve savanlarda yerlerini alacaklardır. Böylesi bir kâr-zarar hesabının yapılması halinde, yaratıcının böcekler yerine insanları helak etmesi daha doğru bir tercih olarak görünüyor… Bu vesileyle, dileyen okuyucularla birlikte insanlık durumumuz üzerinde biraz düşünelim isterim. Hemen söylemem gerekir ki, burada biraz standart dışı düşünebilmemizi arzuluyorum. Şimdi ne kast ettiğimi biraz açmaya çalışayım.
Bir film bir anlam: Sadece yavaşla ve bak
Sinema, hayatı estetik biçimde okumanın mecralarından biridir, eğer o niyetle yapılıyorsa… Çünkü her şeyin kötüsü olduğu gibi, filmlerin de kötüsü vardır; dertsiz ve tasasız yapılan. Paul Auster’in senaryosunu yazdığı Smoke(Duman) isimli film bu zaviyeden bakıldığında iyi bir film olarak anılmayı hak eder. Filmin esas mekanını Brooklyn’deki bir tütün dükkanı oluşturuyor. Karakterlerin kendi içlerindeki hikayelerinin yanısıra, esas itibariyle tütün dükkanı bu hikayelerin bir şekilde buluştuğu bir mekan. Dükkanın sahibi olan Auggie karakterinin ise çoğunluk algısı itibariyle son derece garip ve monoton gözüken bir “hobi”si vardır: Auggie yıllardır her gün, aynı saatte, aynı açıyla, aynı sokağın fotoğraflarını çekip bunları albüm halinde toplamaktadır. Auggie’ye göre bu hayatının projesidir. Dükkanın müşterisi olan karakterlerden Paul Benjamin karakteri ise yıllar önce çok sevdiği karısını bir patlama sonucu kaybetmiş, yazdığı hikayeler ile geçinen bir kalem erbabıdır. Bir akşam, Auggie dükkanı kapatmak üzereyken ona yetişip alışverişini yaptıktan sonra, ikili kendilerini Auggie’nin evinde sigara dumanı ile neşvelenen bir sohbetin içinde bulurlar. Auggie, Paul’e hayatının projesini gösterir. Paul ise albüm yapraklarını çevirdikçe durumu garipsemeye başlar: Burada orijinal olan ne vardır ki ? Auggie’nin hayatının projesi dediği şey bu mudur ? Zira elindeki albüm hepsi aynı saatte, aynı açıyla, aynı sokakta çekilmiş fotoğraflardan oluşmaktadır. Auggie emin bir eda ile sormaktadır: Ne görüyorsun ? Paul ise fotoğrafların hepsinin aynı olduğunu söyleyerek zaten hızlı çevirdiği albüm yapraklarını daha hızlı çevirmeye başlamıştır. Auggie ısrar eder: Hayır, aynı değiller. “Just slow down, and look” (sadece yavaşla ve bak ) diye ikaz eder arkadaşını. Bunun üzerine Paul, albüm yapraklarını yavaş yavaş çevirmeye başlar. Auggie eşlik etmektedir: Hiçbiri diğerinin aynısı değil. Hepsi birbirinden farklı. İnsanlar farklı. İnsanların yüzleri farklı, yüzlerindeki duygular farklı, hava farklı. Gülen insanlar, ciddi ve somurtkan çehreli insanlar, bir yere yetişme telaşındaki insanlar, okuldan gelenler, okula gidenler, alışveriş yapanlar, bisiklete binenler. Kimisinde hava güneşli, kimisinde bulutlu ve kasvet yüklü, kimisinde ise yağmur yağmakta… Sayfaları yavaşça çevirmekte olan Paul, hızla geçerken dikkatini çekmeyen bir ayrıntı ile karşılaşarak duygulanır: Fotoğraflardan birinde yıllar önce kaybettiği karısı kadraja girmiştir. Paul sarsılır, karısını hatırlaması, ona duyduğu özlemin su yüzüne çıkışı, ikilinin diyaloğunu daha çarpıcı, daha da içten bir atmosfere sokmuştur. Evet, Brooklyn’deki tütün dükkanı’nın önü ve bulunduğu sokak o büyük kainatta adı anılmaya bile değmeyecek küçük bir noktadır. Böyle dahi olsa, önünden her gün sayısız farklı hikaye, farklı hayatlar akıp gitmektedir. Ömrümüzü muhayyel hedeflere kilitlenmiş biçimde hızla tüketirken önünden geçip gittiğimiz, farkında olmadığımız hikayeler ve hayatlar, avuçlarımızdan kayıp giden anlamlar. Ve bunlara kendi hikayemiz, kendi hayatımız da dahildir.
Yapmamız gereken, biraz yavaşlamak. Bu, sihirli bir formül değil elbet. Ama yavaşlayıp an’ın nabzını tutmaya başladığımızda, daha önce dikkatimizi çekmeyen ayrıntıları görmeye, yeni ufuklara kavuşmaya başlarız. Eğer biraz şanslıysak ilk olarak şuurumuzu zapt etmiş olan benlikperestlikten kurtuluruz. Kurtulursak, “hayat ne zaman başlar ?” sorusuna verdiğimiz yanlış cevapları düzeltebiliriz; oradan hareketle de bütün hayatımızı. Zira ego’nun ancak burnunun ucunu görebilen miyopluğunu aradan kaldırınca gördüğümüz hakikat, hayatın zaten var olduğudur. Hayat, bizden önce vardı, bizden sonra da olmaya devam edecek. Biz ise bizden öncekiler gibi gelip ona katılmış bulunmaktayız, emr-i hak vaki olunca da ayrılacağız; bizden öncekilerin ayrıldığı gibi. Tabiat da sözümüzü geçirdiğimiz dizginlenemez kuvvetler bütünü değil, ait olduğumuz yuvadır, yurdumuz ve anamızdır. İnsan olarak, türlerden bir türüz– ki antropolojik olarak sabittir ki, bizler homo sapiens olarak aynı çağlarda yaşadığımız diğer düşünen ve eyleyen insan türlerini ortadan kaldırmış olan insan türüyüz- ve diğer canlı türleriyle aynı yapıtaşlarını paylaşmaktayız. Doğaya, kendisine ve diğer insanlara bu duygu ile bakan, “insancıl” ve “türcü” kibrini kırabilen bir insanın kuracağı uygarlık şüphesiz bugün olduğundan çok farklı olacaktı. Şimdi ise küresel bir tımarhanenin zorunlu müdavimleriyiz.
Bu tımarhanenin duvarları yıkılır mı dersiniz ?
Bize kalan
Smoke’un tütün dükkanındaki ilk sahnelerinde Auggie bir hikaye anlatır. Hikayeye göre Sir Walter Raleigh, dumanın ağırlığının olup olmadığını görmek için, önce bir sigarayı alıp ağırlığını ölçmüş, daha sonra sigarayı yakıp her defasında küllerini terazinin kefesine silkmiş, sonra da küllerin ve izmaritin ağırlığını, yanmamış sigaranın ağırlığından çıkarmıştır. Arada fark vardır… Görünüşe göre, sigara dumanı dahi bir ağırlık sahibidir. Şimdi, hızla peşinden gittiğimiz o kocaman hayat gailelerimizi bir kenara koyalım. Hızla bir yerlere yetişmekten, geride kalmama çabasından, kazanmaktan, elde etmekten, velhasıl hız ile benliğimizi kaptırarak yaptığımız her şeyden bir anlık vazgeçelim.Tüm kaprislerimizin, küçük hesaplarımızın ve ihtiraslarımızın canı cehenneme: Sadece yavaşlayın ve bakın… Ne görüyorsunuz ? Kainatta küçük bir noktayız ama sigara dumanının bile ağırlığı varken, bizim ömrümüzün nasıl olmaz ? Var… İş ki biraz yavaşlayıp bakalım ve onu keşfedelim. Belki o zaman ıstıraplarımızı bir nebze dindirebilir, özgürler kervanına katılabiliriz. Yunanlı yazar Nikos Kazancakis özgürlüğü fetheden o ruhlardan biridir. Ve çağlar boyunca yankılanacak biçimde, mezar taşının üzerinde şu görkemli mesajı bırakmıştır:
Hiçbir şey ummuyorum; hiçbir şeyden korkmuyorum. Özgürüm…