İnsanlığın Dramı: Temsiliyet Krizi
Bir insanın, kendi kendisini temsil edebilme hakkı varken, bu hakkı bir başkasına vermesi ve kendisini onun aracılığıyla ifade etmesi, toplumsal ilişkilerde kalıcı izler bırakan bir kriz ve muazzam bir tatminsizlik doğurur. Zora dayalı hiyerarşiyle başlayan ve sahte demokrasi ile devam eden bu sürecin, insanlara kabul ettirilmesi kolay olmamıştır.
Dolaylı temsiliyet politikalarıyla başlayan kriz, birileri adına birilerinin konuşmasından kaynaklanan bir krizdir. Kendi görüş ve duygularını bir başka kişinin, bir yaratının, yasacı bir metnin, bir filmdeki tarihsel bir karakterin, sembol ve simgelerin temsil ettiğini kabul etmek, kendi ruhunun ve hayatının bunlarla ifade edildiğine inanmak demektir. Bu durum, insanın kendine yabancılaşması, hayatının çalınmasına izin vermesidir. Bu inandırılma ve inanma süreci, daha önce kendisini dışlanan ve ötelenen olarak görenleri kapsayan sahte bir arınma ve bütünleşme süreci olduğu kadar, aynı zamanda daha da derin bir kutuplaşma ve ayrışma sürecinin de başlangıcıdır. Esasında insanlık, çatırdayarak çatlamakta, yarılmakta, ayrışmakta ve mutsuzlaşmaktadır.
Temsiliyetin yolu, bireyin özgünlüğünün yok edilmesine ve bireyin iradesinin “genelleştirilen” bir iradeleşme ile kırılıp bükülmesine çıkar. Özgünlükler ve farklılıklar, genelleştirilen otoritenin sıkı eleğinde damıtılır ve benzeştirme/özdeş kılma süreciyle aynılaştırılır.
Temsiliyet araçları birçok tarz ve biçimde işlerlik kazanmış olsa da hiç biri bu güne kadar, ne toplumsal ne de bireysel bir mutluluk üretememiştir. Genellemelerle yürüyen bütünsel/totaliter bakış, insanların dünyayı algılayış biçimine açık ve kesin bir müdahalede bulunmakta ve insanları, kendi çizdiği gerçeğin kalıbına dökmektedir. İnsanları, temsiliyet mekanizmalarının ötesinde veya dışında bir politik yaşamın var olamayacağına inandırmaktadır. Adeta temsiliyet araçlarının yıkılmasının korkunç sonuçlara yol açacağını, toplumu bir arada tutan mevcut ilke ve kuralların dağılmasıyla, toplumun atomlarına ayrılacağını ve temsiliyetsizliğin, bedel ve sonuçlarıyla geride ürkütücü bir boşluk bırakacağını fısıldamaktadır. Bu korkuyu yayanlar, önce temsil hakkının gerekliliğini uyduran, sonra da onu gasp edenlerdir.
Genelleştirilen irade ve tekillikleri/özgün farklılıkları bütünleyen evrenselci bakış, insanlığı totaliterliğin korkunç açmazları arasına sıkıştırır. Kimse artık sadece kendisi olamaz. Kendisini, her zaman bir başkası üzerinden tanımlar ve öyle var eder. Temsiliyet toplumda geliştikçe; insanlar, insanları ötekileştirirken, kendileri de giderek ötekileşir. Peki temsiliyet zehrinin panzehiri nedir? Toplumsal yaşamdaki bu krizin, insanlarda yaygın hoşnutsuzluk, isteksizlik ve bıkkınlık yaratmasına karşın, bir çıkış ve çözüm üretmenin, yol ve yöntemi nedir?
Temsiliyet ve Doğallık
İnsanların kendilerini “daha saygın ve dingin yurttaşlar” olarak kabul edebilmeleri; keskin kuralların, derin inşa ve tanımlanma süreçlerinin sonucunda gelişmiştir. Saygınlaşma rekabetinin, bu çarpık ve sapkın tanımlanma süreci, modern esaretin iradeleştirilmesidir. Bu süreç, insanların dünyayı nasıl görmeleri ve nasıl yaşamaları gerektiği konusunda, kendilerini sınırlamaları ve topyekûn kuşatılmalarıyla başlamıştır. Böylesi durumlarda, insanların çoğunluğu, kendilerini aciz ve çaresiz hissettiklerinden, haklının değil de güçlünün yanında saf tutmanın “onurunu” seçerler. Ama içinde kendinizden bir pay katamadığınız ve genelin içinde biçimlenip, eritildiğiniz ‘onur tasarımı’, ile doğup yaşadığınızda; hayat, size ne kadar hakiki ve saf gelebilir? Haysiyetiniz ve seçimleriniz, genelin içinde uçup giden bir balon değildir.
Tarihte özgürlük sorumluluğundan kaçmadan ve yanılgı hakkını da koruyarak farklı seçimler yapmak, “özgür ve sorumlu insan olma” talebi ve çıkışıdır. Bu tarz saygın çabalar, genelleştirme aldatılarının yıkılmasına yönelik itiraz hareketleri olarak devam edegelmiştir. Bir yurdun saygınlığı da, yurttaşlarının eşitler arası sorumluluk bilincine, adaletli bir özgürlükle ulaşıp ulaşmadığıyla ölçülebilir.
İlk demokratik temsiliyet süreci, Antik devirlerde tarih sahnesine çıktığı aşamadan kısa bir süre sonra, özgürlükleri budayarak yozlaşmıştır. Bu süreç, seçkinlerin avamdan daha özgür, üstün ve güçlü hale geldiği, birilerinin diğerlerinden, kendi aralarında daha eşit ve adil olduğu ve aynı zamanda birilerinin, diğerlerinin gelecek hakkında karar verme ve düşünce üretme haklarını denetleyip, yönlendirme hakkı kazandığı, sosyolojik bir krizi doğurarak başlamıştır.
Demokrasi güzellemeleri, derin sızılar ve ağır sancılarla, insani doğallığın yarıldığı, insanlığın umudunu sarsan süreçlerdir. İnsanların çoğunluğu, aldatıldığına inanmaktan korkar ve kendisine oynanan derin ve sefil oyunu görmeye cesaret edemez. Nefsi bağımlılık ve kolaycılıkla kör olur. Acizliğine kılıflar arar ve bulur. Örneğin sistem içinde demokrasi için mücadele yürütür ama bilmez ki bu çabası havanda su dövmekten öte, seçkinlerin değirmenine su taşımaya evrilmektedir. Çünkü bin bir hile ve zor ile insanların temsili sistemle eklemlenme ve bütünleşme süreci tamamlanmış ve politik karar üretme mekanizmalarında, bireyin doğrudan hâkimiyeti yok edilmiştir. Temsil hakkını devretme araçlarına meşruiyet kazandırılarak, politik alan sadece bir gösteriye ve vaatlerle sürekli yenilenen umut tacirliğine dönüştürülmüştür.
Bugünkü toplumsal hayatta bütün kurumlar, dolaylı bir temsiliyete dayanır. Peki, kimsenin, kimse tarafından temsil edilme ihtiyacı ve gereği duymadığı bir toplumsal yaşam düşünemez miyiz? Politikayı; insanlar adına ve o insanlara rağmen, zorba bir iktidar gücü oluşturma erki olmaktan tamamen çıkararak, sorunların çözümünü doğrudan muhataplarının kararlarına ve dolayısıyla akılcı bir özgürleşmenin doğal dinamiğine bırakmak, vicdani ve ahlaki olan değil midir?
Toplumsallaşmanın daha da “ilerlemesi” adına, birilerinin “mecburen ve kaçınılmaz” olarak lider ve öncü statüsü kazanması, insanları korkutup edilgen kılmadan nasıl yapılabilir? Öyleyse politik temsilin gerçekliğini ve gerekirliğini hapsettiğimiz sınırları, kökten sorgulamak zorundayız. Bu sorgulama, özellikle her insanın kendi iç sesini duyması, bu iç sesi kendi çevresindeki çığlıklarla hemhâl etmesiyle başlar. İç sesin çevresel/kamusal sesle uyumlu bir birlikteliğe ulaşması, hiçbir aracıya gerek duymadan en doğal bir akış içinde gerçekleştiğinde, seslerin bu içtenliği hakiki bir nitelik kazanır. İnsanın kendi içinden geleni garipsemeden ve garipsenmeden çevresine katabilmesi, özgürlüğün ılık rüzgârında salınmasıdır.
İnsanın kendi varlığını birlik içinde hissetmesi, doğrudan kendisini dinlemesi, arada parazit yapan ve onu, kendisinden daha iyi ve doğru ifade ettiğini iddia eden baskın politik organları devre dışı bırakması, temsiliyet krizinde çözüme giden ilk adımdır. Aslında bu karabasan organlar, insana tamamen yabancı ve politikayı, bir sağırlar diyaloguna ve kâbusa çeviren hâl ve tutumlarıyla, insanlığın boşlukta ve karanlıkta kalmasına yol açmaktadır. Politikanın şevk ve azimle sahiplenilmesi ve politik var oluşun doğallaştırılması, bu fasit çemberin dışına çıkılmasıyla mümkün olacaktır. Doğallaşan ve bir olan insan, içi de dışı da bir olan insandır. Politik ifade ve yürüyüş; yalan söyleme, kurnazlık ve hile üretme alanı olmaktan çıkartılarak, insanın yaşamına dışarıdan dayatılan değil de, içsel ve doğal bir güç haline getirildiğinde, insan ancak o zaman gerçekten yaşadığını hissedebilir. İnsanın, zoraki ve dolaylı temsiliyeti de içeren, bütün zora dayalı bağları ve ilişki biçimlerini aşması, yabancılaştırma ve ötekileştirme cenderesinden çıkması, insanın doğallaşarak, kendi içinde kendini bulması ve dolayısıyla Hakk ile hemhal olup asli fıtratını savunmasıdır. Öyle ki insanın doğallaşma mücadelesi, onun temel varoluş mücadelesidir. Tabi ki bir insanı ancak kendisi ve bir toplumu, ancak o toplumun kendi öz güçleri özgürleştirebilir. Hakk dahi, insanı seçimlerinde imtihan için özgür bırakmış ama insanlar, seçim haklarını devrederek bu imtihandan kaçıp, sıyrılmak istemişlerdir.
Aydın Mutlu Dinçoğul