“Hayır! Şüphesiz insan azar; kendini müstağni gördüğünde.” (96/6-7)
“Kahrolası insan, ne kadar da nankördür.” (80/17)
Bir yeryüzü serüveni yaşıyoruz, dolayısıyla gerek bu serüveni ve gerekse bu serüveni yaşayan varlıklar olarak kendimizi doğru anlamlandırmak zorundayız. Biz kimiz, nereden geldik ve nereye gidiyoruz? Varlığımızın anlam ve amacı nedir? Kendimizi yeryüzünde nasıl konumlandırmalıyız? Bu serüven sırasında ayağımızı kaydıran, bizi dalalete sevk eden unsurlar hangileridir? Nerede yanlış yapıyoruz? Bu sorulara sağlıklı cevaplar verebilmek için kaçınılmaz olarak bir varlık ve yaşam felsefesine ihtiyacımız var. Biz bu felsefeyi mükemmel bir anlam örgüsü içerisinde, en çarpıcı ve en kuşatıcı şekliyle Kur’an’da buluyoruz. Bu nedenle bu yazıda, Kur’an’ın verilerini göz önünde bulundurarak, akıl-nakil dengesi içerisinde “insan” ve “insanın dalaletine neden olan unsurlar” üzerinde durmaya ve konuyla ilgili genel bir bakış açısı ortaya koymaya çalıştım.
Yazıyı okurken meselenin dönüp dolaşıp aynı yere geldiğini, dolayısıyla aynı şeyin defalarca, fakat farklı şekillerde tekrarlandığını göreceksiniz. Ancak bu, konunun etraflıca anlaşılabilmesi için gerekliydi. Nitekim Kur’an da aynı yöntemi kullanır ve bunu şöyle beyan eder: “…belki (doğru yola) dönerler diye ayetleri bir halden başka bir hale çevirerek (sarrafnâ) çeşitli şekillerde/tekrar tekrar açıkladık.” (46/27).
***
İnsan, bu dünyaya kendi iradesiyle gelmedi; bir başka ifadeyle insanın yaratılışı kendi iradesi doğrultusunda vuku bulmadı. Bununla birlikte onun varlık alanına çıkışı, bir dizi tesadüf sonucunda da gerçekleşmemiş, aksine belli bir anlam ve amaç doğrultusunda vuku bulmuştur. İslam nokta-i nazarından insanın varlık alanına çıkışı, Allah’ın bilinçli yaratma eyleminin bir parçasıdır. Burhani dille ifade edecek olursak, insanın varlık alanına çıkışı, mensubu olduğu bütünün içerisinde cereyan eden bir dizi sebep-sonuç ilişkisi neticesinde gerçekleşmiştir.
İnsanın varlık alanına çıkışının öyküsünü Mushaf tertibinde ilk olarak Bakara Suresi’nin 30-39. ayetlerinden öğreniyoruz. Söz konusu ayetler topluluğunda (Âdem kıssası) yaratılışın altında yatan hikmet (anlam ve amaç), tafsilatlı bir biçimde beyan ediliyor.
Âdem kıssasından da anlaşılacağı üzere, göklerin ve yerin (kozmik sistemin) yaratılışı bir bütün olarak tamamlanmış ve Allah, yeryüzünü denetimi altına alıp işleyecek/imar edecek bir varlık (halife) yaratmayı irade etmiştir. Ancak bu varlık (insan), sahip olduğu tüm üstün niteliklerin yanında yeryüzünde müfsit ve kan dökücü bir unsur haline gelebilme potansiyeli taşımaktadır (ki, burada “Âdem”le bütün insan soyu kastedilmektedir). Bu bakımdan insan, doğası itibariyle pozitif ve negatif olguları/zıtları (fücur ve takva) bünyesinde toplayan bir varlıktır.
Bu noktada akla gelen ilk soru, bu potansiyele sahip bir varlığın niçin halifelik makamına layık görüldüğüdür. Zira Allah’ın, kendileri için belirlenen sınırların dışına çıkmayacakları bir yapıda, görevlerini eksiksiz bir biçimde yerine getirmeleri için yaratmış olduğu melekler/melâike, kâinattaki işlevlerini harfiyen yerine getirmekte, bu bağlamda O’nun sınırsız yüceliğini dillendirmekte, mükemmelliğin yalnızca O’na özgü olduğunu fiilen ortaya koymaktaydılar (tespih ve takdis etme/kutsama, 2/30).
Kur’an, bu soruya Allah’ın yaratma fiilinin altında ince bir hikmetin yattığını ima ederek cevap veriyor: “Dedi ki: Şüphesiz ben, sizin bilmediklerinizi bilmekteyim…” (2/30)
Bu sembolik, dolayısıyla fiili diyalogun ifade ettiği anlam şudur: “Siz bunun nedenini anlayamazsınız, sizin beni tespih ve takdis etmeniz, benim indimdeki ulvi amacı yerine getiremez. Bu nedenle yeryüzüne bir halife atayacağım ve onu bazı özelliklerle donatacağım.” (Mevdudi; Tefhimu’l-Kur’an)
“Ve Âdem’e isimlerin tümünü öğretti. Sonra onları meleklerin önüne koydu ve ‘eğer doğru sözlü iseniz bana bunların isimlerini haber verin’ dedi.” (2/31)
Hiç kuşkusuz insana bahşedilen en büyük nimet, “mantıki tanımlama”, dolayısıyla “kavramsal düşünme yeteneği”dir. “İsim” terimi, “bir maddenin, bir eylemin veya bir niteliğin bilgisini temsil eden ayırt edici ifadeler”e, felsefe terminolojisinde ise “kavram”a işaret eder (Muhammed Esed; Kur’an Mesajı). Oysa melekler bu yetiye sahip varlıklar değillerdir ve tabii olarak görevlerini yerine getirmek üzere kendilerine verilen bilgiden başkasına sahip değildirler. Nitekim Allah ile melekler arasında geçen temsili diyalog bu noktaya dikkat çeker: “Dediler ki: Sen yücesin, bize öğretmiş olduğundan başka bir şey bilmiyoruz. Şüphesiz sen, Alîm’sin Hakîm’sin.” (2/32)
Allah, Âdem’den eşyanın isimlerini açıklamasını ister (2/33) ve Âdem de isimleri bildirir, yani varlıkları tanımlar. Bunun üzerine Yaratıcı Kudret, insanın varlık alanına çıkışının altında yatan ince hikmetin bu olduğunu beyan eder:
“Dedi ki: “Ben size göklerin ve yerin gaybını, açığa vurduklarınızın ve gizlediklerinizin tümünü bilirim dememiş miydim?” (2/33)
Şu halde insanı diğer varlıklardan üstün ve ayrıcalıklı kılan şey, onun tüm “isimlerin bilgisi”ne, yani “mantıki tanımlama” ve “kavramsal düşünme yetisi”ne sahip oluşudur. Bu, yaratılışı itibariyle onda var olan “muhakeme yeteneği”ne tekabül eder. Nitekim insan, zıtları bünyesinde toplayan bir varlık olarak manevi-ahlaki ilkelere harfiyen riayet etmenin yanında isyan etme ve karşı çıkma gücüne de sahiptir. Dolayısıyla hak ile batıl, iyi ile kötü, doğru ile yanlış arasında ayrım yapabilir ve tercihte bulunabilir. Yaşadığımız serüveni anlamlı kılan da, negatif davranma gücüne sahip olan bir varlığın, pozitif tutum ve davranışlar sergilemesidir ki, Kur’an, bunu “ibadet/yeryüzünün imar ve ıslahı için çalışmak (yeryüzü hilafeti)” olarak tanımlar.
Yeryüzünde hayat bulan her insan, belli bir süre için ondan yararlanacaktır (2/36). Zira yeryüzünde ne varsa tümü, insanın varlığını idame ettirebilmesi için yaratılmış (2/29), göklerde ve yerde olan her şey onun emrine verilmiştir (45/13). Dolayısıyla insan, varlığını devam ettirdiği sürece -bütün bunlar üzerinde manevi-ahlaki ilkelere uygun hareket etmek şartıyla tasarrufta bulunma hakkına sahip olması açısından- yeryüzünün halifesidir (2/30, 6/165). Temelde insandan istenen şey, emrine verilmiş olan tüm unsurları yaratılış amacına uygun bir biçimde kullanarak, yeryüzünün imar ve ıslahı için çalışması ve böylece Yaratıcı Kudret’e karşı şükrünü eda etmesidir (45/13).
Nitekim yaratılışındaki anlam ve amaç doğrultusunda işlevini yerine getirerek Allah’ın sınırsız yüceliğini ve kudretini fiilen dillendirmeyen, Kur’an’ın ifadesiyle O’nu tespih etmeyen hiçbir varlık yoktur. Ancak akıl ve irade sahibi kılınan insan, çoğu zaman varlığının ifade ettiği anlam ve amacın dışına taşarak hareket eder ve yeryüzünde fesada sebebiyet verir. Zira insan, genel itibariyle dünyanın süsüne ve metaına haddinden fazla ve körcesine bir bağlılık gösterir. Bu, insanın nereden gelip nereye gittiğini unutmasının ve bu nedenle araçları amaç haline getirmesinin doğal sonucudur. Oysa onun yapması gereken, kendisine verilenle ahireti araması, dünyadan da nasibini unutmamasıdır (28/77.) Bunun öncelikli anlamı, insanın sahip olduğu imkânları, yeryüzünde adaletin, eşitliğin ve özgürlüğün nihai tesisi yolunda kullanması, ancak bunu yaparken kendi temel ihtiyaçlarını da (havaic-i asliye) hesaba katarak dengeli davranması gerektiğidir. Fakat onun bu şekilde davranabilmesi için her şeyden önce sağlıklı bir Allah, varlık, eşya ve mülk tasavvuruna ihtiyacı vardır.
Hal böyle iken, insan, Allah’la yaptığı fıtri sözleşmeyi (7/172-173) ihlal etti ve mülkün peşine düştü. Kur’an, bunu şu şekilde ifade eder: “Andolsun biz bundan önce Âdem’e ahit vermiştik; fakat o unuttu. Biz onda bir kararlılık bulmadık” (20/115). “Hafıza-i beşer nisyan ile malüldür/insan hafızası unutma özürlüdür” sözü, bu ayetin en veciz tefsiri olsa gerek.
Hakikat karşıtı dürtülerine karşı koyamayan, bir başka ifadeyle nefsindeki kötü eğilimleri dizginleyemeyen ve ihtiraslarına yenik düşen insan, ebedileşme (Tanrılaşma) ve sınırsız mülk(iyet) hayaline kapılarak fıtratının sınırlarını çiğnedi; yani şeytanın vesvesesine aldandı (7/20-22, 20/120-121). Kur’an, insanın yeryüzünde işlediği bu ilk günahı sembolik bir dille ifade eder: “Her ikisi de (Âdem ve eşi) o ağaçtan (şeceretu’l-huld/ebedilik ağacı) yediler” (20/120-121) (Bu sembolik ağaç, Tevrat’ta “hayat ağacı” ve “iyilik ve kötülük bilgisinin ağacı” şeklinde zikredilir; bkz. Tekvin: 2: 9). Mesele gayet açıktır; insan için ebedileşmenin yolu mülk(iyet)ten geçiyor. Buna karşın Âdem ve eşi ölümsüzlük elde edemediler, lakin saflıklarını, masumiyetlerini yitirmiş oldular. Böylece “ilk masumiyet dönemi”nin ardından insanlar arasında “sahip olma ve hükümranlık” mücadelesi baş gösterdi ve süreç içerisinde insanların bir kısmı makam-mevkii, servet, rızık vd. imkânlar bakımından diğerlerine üstünlük sağladı (6/165, 16/71, 4/132). Bunun doğal sonucu olarak korku ve emniyet, zenginlik ve fakirlik, açlık ve tokluk yeryüzü serüveninin birer parçası haline geldi. İnsanoğlu, tarih boyunca sınıflı toplumlar oluşturdu, sömürü ve kölelik düzenleri inşa etti.
İnsanın Allah ile yapmış olduğu fıtri sözleşmeye aykırı hareket etmesi, onu başlı başına bir çelişkiler bütünü haline getirmiştir. Zira bu durumda o, bir damla sudan yaratıldığını unutarak, apaçık bir biçimde Allah’a düşman kesilir (36/77, 16/4), “mutlak mülkiyet iddiası”nda bulunur ve yeryüzünü ifsat eder. Hatta onu ilkin var eden Yaratıcı Kudret karşısında ölümden sonra yeniden dirilişin mümkün olmadığına dair misal getirme cüretini dahi gösterir (36/77-79). Bu, insanın içine düştüğü çelişkinin en üst derecesidir.
Bu bakımdan insan, negatif yönüyle bencil ve haris olarak yaratılmıştır. Kendisine şer dokunduğunda feryad-ı figan eder, hayra mazhar olduğunda ise onu bencilce sahiplenir ve diğer insanları ondan engelleyici olur (70/19-21). İnsana takva ile birlikte fücur ilham edilmiş, bu bağlamda ona iki yol/iki amaç gösterilmiştir: İyiliğin ve kötülüğün yolu (90/10). Ancak insan, çoğunlukla kötülüğün yolunu tutan bir varlıktır. O, geçici bir süre yararlanması için yeryüzü sofrasına serilmiş nimetleri paylaşmak, hemcinslerinin boynuna vurulan prangaları kırmak, akrabaya vermek, yoksulu doyurmak, dulu, öksüzü, yetimi gözetmek, yolda kalmışa yardım etmek yerine, çokluk yarışı içerisine girmeyi, servet biriktirmeyi/mal yığmayı, stokçuluğu, tefeciliği, haram-helal tanımaz bir şekilde miras yemeyi, israfı ve cimriliği/diğer insanları sahip olduğu imkânlardan uzak tutmayı tercih etmiştir.
Hemcinslerinin aleyhine türlü tuzaklar kurarak “insanlığın ortak mülkiyeti”ni gasp eden bu zihniyet, doğal olarak elindekileri yitirme korkusuyla hareket eder. Beyani dille ifade edecek olursak, şeytan, insanı sürekli olarak fakirlikle korkutur ve ona cimriliği emreder. Allah ise, insana mağfiretini ve lütfunu vaat etmektedir (2/268). Bu bakımdan servet ve iktidarı temel amaç haline getirmiş olan insanların tesis etmiş olduğu sistemlerin (şeytani düzenlerin), insanlığın önüne koyduğu yegâne hedef, mal/servet yığıp biriktirme temeline dayanan bir ebedileşme hayalidir. İnsan, gerçekleşmesi mümkün olmayan bu hayal doğrultusunda, yaşadığı dünyayı tahrip ederek yaşam kaynaklarını hızla tüketiyor. Özellikle Mekke döneminin ilk dört yılında nazil olan sureler (Alak, Kalem, Müzzemmil, Müddessir, Tebbet, Leyl, Fecr, Adiyat, Tekasür, Maun, Hümeze ve Beled) cahiliyenin bu hastalıklarını gözler önüne sererken, aynı zamanda insanın nasıl bir Allah, varlık, eşya ve mülk tasavvuruna sahip olması gerektiğini de ortaya koyar.
Her şeyden önce insan fanidir. Rabbi onu yaratmış, ona şekil vermiş, onu ölçülü ve dengeli kılmış, sonra onu istediği herhangi bir surette terkip etmiş (82/7-8) ve fıtratının gerektirdiği yola yöneltmiştir (87/3, 80/20, 20/50). Ona sayısız ikram ve ihsanda bulunmuştur (17/70). Her türlü ihtiyacını karşılamış, onu yedirmiş, içirmiş, giydirmiş, koyduğu varlık kanunları çerçevesinde onu terbiye etmiş ve kemale erdirmiştir.
“Kahrolası insan, ne kadar da nankördür!
Hangi şeyden yarattı onu?
Bir nutfeden (döl suyundan) yarattı onu, takdir etti/biçimlendirdi.
Sonra ona yolu/hayatı kolaylaştırdı.
Sonra onu öldürdü kabre koydurdu.
Sonra istediği zaman onu tekrar diriltir.” (80/17-22)
İşte insanoğlunun kaçınılmaz olarak izleyeceği yol haritası budur!
Ancak ne var ki, bilincini yitiren ve dünya hayatının sahte cazibesine kapılan insan, yeryüzünde başıboş bırakıldığını, kendi kendine yeterli olduğunu, her istediğini elde edebileceğini, dolayısıyla bütüne, sürece ve sebep-sonuç ilişkilerine bütünüyle hükmedebileceğini vehmeder. Böylece tamamen dünyevileşir ve “emanetçi” iken “sahiplik” iddiasında bulunur. Bu tür bir düşünce ve davranış tarzı, genelde Allah’ın varlığını ve varlığının birliğini bütünüyle inkâr etmeyi gerektirmez. Aksine insan, Allah’ın varlığına, varlığının birliğine ve O’nun yaratıcı kudretine inanır, fakat O’nun tasarruf alanını gökyüzüyle sınırlar: “Andolsun, onlara ‘Gökleri ve yeri kim yarattı?’ diye soracak olsan, hiç şüphesiz ‘Allah’ diyecekler…” (31/25, 39/38, 29/61).
Bu durumda, her şeyi yarattıktan sonra gökteki tahtına oturmuş olan, olayları seyretmekle yetinen, dolayısıyla hayata müdahale etmeyen, yani insanın çarşısına-pazarına, tarlasına-sabanına, ticaretine-siyasetine karışmayan sakat bir Allah tasavvurunun mevcudiyeti söz konusudur.
Şirk (ortak koşma), bu sakat tasavvurun doğal sonucu olarak karşımıza çıkar. Allah’ı gökyüzüne hapseden insan, O’nunla ilişki kurmak ve yeryüzünde işleri çekip çevirmek için birtakım varlıklara ihtiyaç duyar. Hal böyle olunca, Rab ve İlah enflasyonu baş gösterir. Bütün bunlara sebebiyet veren temel unsur, insanın hevasıdır. Zira heva/gayri meşru arzular, dalaletin en yakın sebebidir (38/26, 6/56, 25/43-44, 31/29, 2/145). İnsan, yeryüzünde dilediği gibi hareket edebilmek için, Allah’ın yanı sıra birtakım varlıklara da Rablik ve İlahlık sıfatı yakıştırır. Bir başka ifadeyle insan, bu varlıkları yeryüzünde kendi Rabliğini ve İlahlığını meşrulaştırmak amacıyla kullanır. Müşriklerin vahiy karşısında paniğe kapılmalarının tek nedeni, ortaklarının gölgesi altında sürdüre geldikleri iktidarlarını kaybetme korkusuydu:
“O, ilahları bir tek ilah mı yapmış? Doğrusu bu acaip bir şey” dediler.” (38/5)
Yani “O, bütün ilahları reddedip, bir tek ilah bulunduğunu/bütün üstün sıfatların kendi inandığı Allah’a ait olduğunu mu iddia ediyor?” (Muhammed Esed; Kur’an Mesajı)
Kur’an, kendi diyalektiği içinde “veren, Yaratıcı Kudret’e ve bunun gereği olarak hemcinslerine karşı sorumluluk bilinci taşıyan, en güzeli doğrulayan; buna mukabil cimrilik eden, kendisini Yaratıcı Kudret’ten ve hemcinslerinden müstağni gören, en güzeli yalanlayan” olmak üzere iki tür insanın varlığından söz eder. İlkine “en kolay olan”ın, yani cennete götüren (ki, cennet, öncelikle Kur’an’ın yeryüzü ütopyasıdır) amellerin ve ebedi mutluluğun kolaylaştırılacağını; ikincisine ise “en zor olan”ın, yani cehenneme sürükleyen (bu da öncelikle Tekasür Suresi’nde sözü edilen yeryüzü cehennemidir) amellerin ve azabın kolaylaştırılacağını belirtir (92/5-7 ve 8-10). Burada “en güzel/el-Husnâ”dan kasıt, Allah’ın Mü’minlere, Muhsinlere ve Muttakilere -ki, hepsi de Kur’an’da “salâtı ikame ederler ve zekâtı veririler veya kendilerine verdiğimiz rızıktan infak ederler” şeklinde tanımlanır- vaat edilen nihai yurttur (Daru’s-Selam/Selam Yurdu). Sözü edilen bu nihai yurt, ister dünyevi ister uhrevi olarak nitelendirilsin fark etmez. Nitekim zekâtı vermemek, “ahiretin inkârı” olarak nitelendirilmiştir (41/7) ki, bu, dünyevi ve uhrevi her iki anlayış için de geçerlidir.
Doğal olarak, bu iki zihniyetin varlığı anlamlandırması ve hayata bakışı birbirinden oldukça farklıdır. Biri nihai yurdu baz alırken, diğeri anlık ve geçici menfaatlerini merkeze oturtur. Birinci gruba giren insanlar, Allah’ın kendilerine verdiğiyle ahiret yurdunu ararlar, ancak şu an yaşanan dünya hayatından temel ihtiyaçlarını karşılayacak şekilde nasiplenmeyi de unutmazlar. Dolayısıyla burada denge söz konusudur. Anlık ve geçici menfaatleri doğrultusunda hareket eden insanlar ise tıpkı Bahçe Sahipleri örneğinde olduğu gibi tüm yaşantılarını servet elde etme, mal yığıp biriktirme tutkusundan ibaret kılarlar ki, bu durumda denge bütünüyle yitirilmiştir. Kur’an, bu iki zihniyetin yaşam felsefelerini şöyle ifade eder:
“İnsanlardan öyleleri vardır ki, “Rabb’imiz, bize dünyada ver” derler. Böylelerinin ahiretten nasipleri yoktur. Onlardan öyleleri de vardır ki, “Rabb’imiz, bize bu dünyada da iyilik ve ahirette de iyilik ver ve bizi ateşin azabından koru” derler. İşte onların kazandıklarına karşılık nasipleri vardır…” (2/200-202)
Ancak insanın ebedileşme arzusu, dolayısıyla Rableşme-İlahlaşma eğilimi, onu devamlı surette varlık kanunlarıyla çatışmaya, manevi-ahlaki sınırları çiğnemeye sevk etmiştir.
Daha önce de ifade etmeye çalıştığım gibi, bu yaklaşımın temelinde insanın Allah’a, varlığa, eşyaya ve mülke bakışındaki sakatlık yatıyor. Bu, bilincini yitiren, nereden gelip nereye gittiğini unutan insanın trajedisidir. Zira manevi-ahlaki rehberlikten yoksun kalan insanın varlığı, eşyayı ve mülkü kendince anlamlandırması, anlık, geçici menfaatler doğrultusunda “ben-merkezci (ego-centric)” hareket etmesi kaçınılmazdır. Bu durumda mülk, insan için hayatın tek temel gerçeği haline gelir ve kişi kendini dünyanın, hatta kâinatın merkezinde görür. Artık her şey onun etrafında dönmektedir, bir başka ifadeyle her şey onun için vardır ve herkes ona hizmet etmelidir. Amaç daha fazla refah, servet ve iktidar elde etmek ve bu doğrultuda rızık kaynaklarını (yerüstü ve yeraltı zenginliklerini) olabildiğince tekeline almaktır. Zira cahiliye insanı için üstünlüğün yegâne kriteri budur! Nitekim Kehf Suresi’nde zikredilen İki Bahçe Sahibi kıssasında, mal ve insan sayısındaki fazlalık, malum zihniyet tarafından izzet/onur kaynağı olarak görülmektedir: “…arkadaşıyla konuşurken dedi ki: “Ben, mal ve insan sayısı bakımından senden daha üstünüm.” (18/34)
Günümüz dünyasında da modern insan aynı trajediyi yaşıyor. Onun amacı, sınırsızca yığmak, gücü kendinde temerküz etmek ve bu sayede izzet sahibi olmaktır. O, Allah’ı unutmuş, Allah da ona kendisini unutturmuştur (59/19). Modern insanın “özgürlük” dediği şey, hür teşebbüs, sınırsız sermaye birikimi ve özel mülkiyet vasıtasıyla nefsini tatmin etmekten ibarettir. İşte İki Bahçe Sahibi bu zihniyetin tipik temsilci olarak karşımıza çıkıyor.
Oysa bu, her şeyden önce insanın kendisine karşı işlediği bir zulümdür. Nitekim kıssada da bu gerçeğe dikkat çekiliyor:
“Kendi nefsine zulmederek bahçesine girdi. Dedi ki: Bunun ebediyete kadar helak olacağını zannetmiyorum.” (18/35)
Yani bu düşünceler içerisinde tekebbür ederek bahçesine girdi…
Oysa modern insan -İki Bahçe Sahibi örneğinde olduğu gibi- sahip olduğu bu düşünce, tutum ve davranış biçimi doğrultusunda kendi nefsine zulmetmekte, hem bugününü hem de istikbalini kaybetmektedir. Onun yaşadığı bunalımın zihinsel altyapısını şu iki ayet etraflıca izah eder:
“O ki, malı yığıp biriktirir ve malının kendisini ebedi kılacağını zanneder.” (104/2-3)
“O ‘yığınla mal tüketip telef ettim’ diyor.” (90/6)
Zavallı insan! Kendisi için belirlenen sınırları, bir başka ifadeyle Allah vergisi tabiatını zorlayıp bozmadan aşamayacağı hudutları çiğnemiş (2/35-36, 20/120-121), kendi elleriyle dikip yükselttiği sütunlar arasında (çevrenize şöyle bir bakın) yolunu-yönünü kaybetmiş, ateşin kapıları onun üzerine kilitlenmiştir (104/5-9). Öyle ki, sınırsız servet ve iktidar arayışı ve ebedileşme arzusu, onun hemcinsleriyle karşılıklı olarak çokluk yarışı içine girmesine ve dünyayı cehenneme çevirmesine sebebiyet vermiştir (102/1-8).
Günümüz açısından bakarsak, işte bu nedenle modern insan mümkün değildir. Zira onun ezeli ve ebedi bir özü yoktur. O, buraya kör bir kuvvet tarafından fırlatılmış ve başıboş bırakılmıştır. Hal böyle olunca geriye bir tek şey kalıyor: Mülk-perestlik! Bir başka ifadeyle servete, riyasete, şehvete ve şöhrete tapınma!
Bu bakımdan mülke tapıcılık -ki, hevadan kaynaklanır- insanı dalalete sürükleyen temel neden olmaktadır. Zira bilincini yitiren insan, yeryüzünde kendisini mülk vasıtasıyla gerçekleştirmek ister. Salt ahiretin inkârına dayansın veya dayanmasın bu durumda insanın Allah, varlık, eşya ve mülk tasavvuru, hem Allah’ın birleştirilmesini istediği şeylerin arasını ayırması (2/27) hem de birtakım şeylere tanrısal nitelikler izafe etmesi nedeniyle küfür ve şirk içerir.
Bu noktada “zulüm” kavramına değinmekte yarar var. Zira Kur’an, şirki “en büyük zulüm” olarak nitelendiriyor (31/13).
Z-l-m (zulmetti, haksız/adaletsiz davrandı, hakkını vermedi) kökünden türetilmiş olan “zulmet” (çoğ. zulumât), “karanlık”, yani “aydınlığın olmaması”dır. Kur’an’da “cehalet, fısk, küfür ve şirk” anlamlarında kullanılmıştır. Dilcilere ve âlimlerin çoğuna göre “zulm”, “(herhangi bir şeyi) kendisine ait olan yerin dışına koymak” demektir. Bundan dolayı “zulm” -az olsun, çok olsun- “haddi aşmak” anlamında da kullanılır ki, küçük ve büyük günahlar zulüm kapsamına girerler (Rağıb; Müfredat). Zulmün faili, yani zulüm işleyen/zulmeden kimse “zalim”; zulme maruz kalan kimse ise “mazlum”dur. Zulmü dört kısımda ele almak mümkündür:
a) İnsanın kendisine karşı işlediği zulüm.
b) Allah’a karşı işlenen zulüm.
c) İnsanlara karşı işlenen zulüm.
d) Diğer canlı türlerine, dolayısıyla tabiata karşı işlenen zulüm.
Yukarıda da ifade ettiğim gibi Kur’an, en büyük zulüm olarak şirki gösterir (31/13). Bu bakımdan insanın kendi nefsine, Allah’a, insanlara ve diğer canlı türlerine karşı zulmün temelinde mülk-perestlik yatar. Bu, insanın kendisini mensubu olduğu bütünün içindeki aslî konumundan soyutlaması ve yeryüzünde “sahiplik” iddiasında bulunması, dolayısıyla “Allah’tan rol çalmaya kalkışması” demektir. Bu durumda insanın, Allah’ın tüm insanlık ailesinin istifadesine sunduğu nimetleri kendisine ait görmesi, deyim yerindeyse “Allah’ın mülkünü gasp etmesi” söz konusudur. Böylece insan, manevi-ahlaki hiçbir ölçü tanımaksızın mülk uğruna her türlü zulmü meşru görme noktasına varır. Artık kuralları kendisi koymakta, sınırları kendisi çizmektedir. Şu halde şirk -ki, mülkle ilgili bir kavramdır- adaletsizliğin, yoksulluğun, sömürünün, kısaca her türlü zulmün temel nedenidir. İşte bu nedenle Kur’an, affedilmesi mümkün olmayan tek günah olarak şirki zikrediyor. (4/48, 116)
Bu durumda insan kendisiyle çelişiyor; zira o, bir yandan Rableşme-İlahlaşma eğilimi gösterirken diğer yandan dünyanın -dolayısıyla servet ve iktidar gibi sahte başarı tezahürlerinin- kulu-kölesi haline geliyor, özüne yabancılaşıyor ve nefsinin kuklası oluyor. Nitekim Kur’an, kadınlara, oğullara, yığınla biriktirilmiş altın ve gümüşe, salma davarlara ve ekinlere/tarlalara yönelik dünyevi zevklerin (hubbu’ş-şehevât) insanı cezbettiğini ifade eder (3/14). İnsanın dünya metaına duyduğu bu yersiz sevgi, onun Yaratıcı Kudret’e nankörlük etmesine sebebiyet vermiştir. Çünkü o, hayra/mala-servete duyduğu sevgi (hubbu’l-hayr) nedeniyle hakikate karşı sağır, kör ve dilsiz hale gelerek olabildiğince katılaşmıştır (100/6-8). Nitekim Kur’an, insanı dünya hayatıyla aldanmaması hususunda uyarır (35/5, 31/33).
Bütün bunlara karşın insandan istenen şey, bilgi, servet ve iktidarı, adalet, eşitlik ve özgürlük gibi ulvî amaçlar için kullanması, bu üç ana unsuru hemcinslerinin ortak istifadesine sunarak yeryüzünde eşitlikçi-adil bir düzen tesis etmesidir ki, “emanet-hilafet-ibadet” dediğimiz şey de tam olarak budur. Bu bağlamda Kur’an’ın temelde öne çıkan üç önemli mesajı bulunmaktadır:
a) Vallahu bi kulli şey in Alîm/Allah her şeyi bilendir: Bütünü, süreci, sebep-sonuç ilişkilerini, her şeyin öncesini ve sonrasını eksiksiz bir biçimde en ince ayrıntısına kadar bilen yalnızca O’dur (Tek bilen Allah’tır).
b) Lehu’l-Mülk/Mülk O’nundur: Mülk, Allah’ın sürekli olan hakkıdır. Dolayısıyla insan da dâhil olmak üzere göklerde, yerde, bunların arasında ve toprağın bağrında bulunan ne varsa tümü Allah’a aittir (Tek sahip Allah’tır).
c) La ilahe illallah/Allah’tan başka ilah yoktur: Tek ilah Allah’tır. Fatiha Suresi “La ilahe illallah”ın en mükemmel tefsiridir: “Yalnız sana ibadet ederiz ve yalnız senden yardım dileriz” (1/4). Bu, insana bahşedilen katıksız özgürlüğün ifadesidir. Bu ifadeyle birlikte insan, tüm sahte otoriteleri, sahte sahipleri, sahte aracı ve kayırıcıları, dünya hayatına dair tüm anlamsız korku ve kaygıları elinin tersiyle hayatın dışına itmektedir. La ilahe illallah -dolayısıyla iyyake na’budu ve iyyake nesteîn-, insanın sırtına sonradan vurulmuş yükleri indirir, onu Allah’tan başkalarına bağımlı kılarak hemcinslerinin karşısında dilenci ve köle durumuna düşüren tüm zincirleri paramparça eder.
Peki, bu durumda insanın yeryüzündeki konumu ve fonksiyonu ne olmalıdır? İnsan yeryüzünde kendisine nasıl bir rol biçmelidir? Bu noktada insanın önünde üç ana seçenek bulunuyor:
a) Allah’ı bilinçli bir biçimde bütünüyle inkâr etmek. Ki, bu durumda Yaratıcı Kudret’e, dolayısıyla O’nun yarattıklarına karşı hiçbir sorumluluğu olmayacak/bağımsızlaşacak, ben-merkezci hareket ederek, varlığı ve eşyayı mutlak anlamda sahiplenecek ve bunlar üzerinde dilediğince tasarrufta bulunacaktır.
b) Allah’ı gökyüzüne hapsetmek/tasarruf alanını gökyüzüyle sınırlamak. Yani varlığı, eşyayı, insanı ve hayatı ikiye bölmek (şirk). Ki, bu durumda da yeryüzünün tek hâkimi haline gelecek, varlık ve eşya üzerinde tasarrufta bulunurken manevi-ahlaki hiçbir kaygı taşımaksızın hareket edecektir.
c) Onu en güzel şekilde yaratıp varlığın anlamlı bir parçası kılan Allah’ın, gökte olduğu gibi yerde de ilah olduğunu, dolayısıyla O’ndan başkasının “mülkün mutlak sahibi (Maliku’l-Mülk)” olamayacağını kabul ederek, kendisine yüklenen misyonu (emanet-hilafet-ibadet) yerine getirmek. Ki, ancak bu durumda mülkün kendisine emanet edildiği bilinci içerisinde kendini sınırlandıracak, varlık ve eşya üzerinde manevi-ahlaki ilkeler bütününe riayet ederek tasarrufta bulunacaktır.
Buraya kadar ifade edilenler çerçevesinde, insanın yüklendiği sorumluluğunun iki boyutu vardır: Allah’ın haklarını (hukukullah) ve tüm mahlûkatla birlikte diğer insanların haklarını (hukuku’n-nas) gözetmek. Birine ait olan hakkın çiğnenmesi, diğerlerinin hakkına da tecavüz edilmesine yol açar. Bu denge Kur’an’da “İman ve Salih amel” olarak formüle edilmiştir. Aksi yönde hareket eden insan, varlık kanunlarıyla çatışarak önce kendi nefsinde başlayan, ardından aşama aşama toplumun ve tabiatın geneline yayılan bir tahribatın müsebbibi haline gelir. Nitekim dünyayı cehenneme çeviren de insanın genel itibariyle bu şekilde sorumsuz ve gayri ahlaki hareket etmesidir (30/41).
Buna karşın Kur’an’da yaratılış gerçeğine sıklıkla yapılan vurgu, insana yeryüzündeki asli konumunu hatırlatmakla birlikte temelde onun içine düştüğü çelişkiye işaret eder. İnsan, toprakta yetişen ürünlerden beslenir ve insan bedeni bu ürünleri özümseyerek kendi bünyesinde üretken hücrelere dönüştürür. Nitekim nutfe (döl suyu) bu hücrelerden (sperm hücreleri) müteşekkildir. Dolayısıyla insan, yaratılışındaki basitliğine karşın onu hayatın ve çevrenin zaruretleriyle ilgili bütün vasıf ve yeteneklerle donatmış olan Yaratıcı Kudret’e karşı şükrünü eda etmek durumundadır. Ancak o, bir damla sudan yaratıldığını unutarak kendi başına buyruk hareket eder (16/4, 36/77). Bunun anlamı, insanın Allah’la yapmış olduğu sözleşmeyi tek taraflı feshetmesidir. Bu noktadan sonra taşlar bütünüyle yerinden oynar ve amaç ile araç yer değiştirir. Bilgi, servet ve iktidar gibi kendini büyüklük duygusuna kaptırmasına ve müstağni görmesine zemin hazırlayan unsurları bünyesinde toplayan insan, nimeti küfre dönüştürür (14/28): “Kahrolası insan, ne kadar da nankördür.” (80/17)
Şu halde insanın öncelikle sağlıklı bir bilince ihtiyacı var; zira o, bilincini yitirmiş, halife olduğunu unutmuş, asaleten hükümranlığa yeltenmiştir. Onun bu girişimi çok ilahlı bir dünya görüşünü de beraberinde getirir. Nitekim insan, kendisine izzet/onur ve statü kaynağı olması için maddeye, yöneliyor ve onu hayatın merkezine koyuyor. Hal böyle olunca, para-pul, han-hamam, kat-yat, cip-v.i.p… kısacası a’dan z’ye her şey onun ilahı haline geliyor.
“Hevasını ilah edineni gördün mü? …” (25/43)
“Onlar kendileri için izzet/onur ve statü kaynağı olsunlar diye Allah’tan başka ilahlar edindiler.” (19/81)
O halde Âdemoğlu’na son bir soru:
Ey Âdemoğlu! Sen ne zaman haddini bileceksin? İnsanlığının bilincine ne zaman varacaksın? Mezara girince mi?
Esenlikle…