Görünen evrenin nasıl bir sınırı varsa, insanın ve toplumların duygu ve düşünce dünyalarının da belirgin bir sınırı vardır. Maddi ve manevi dünya, hayatın sürdürülebilirliğinin korunabildiği, yaşanılabilir alan anlamında düşünülmelidir. Sorumsuz, umursamaz, duyarsız, tahakküm üreten ve ahlâksız bir toplumsallaşma ve bireyselleşme, adaletsiz bir devletleşme, hem dış fiziki âlemde, hem de iç âlemde yıkıcıdır, tahripkârdır. İnsanın ve toplumun zihinsel dünyasını böler parçalar, iç içe geçen ruhsal ve toplumsal dünyalarımızı köksüzleştirerek yalnızlaştırır. Kutuplaştırarak uyumsuzluk, depresyon, düşmanlık ve stress üretir.
Maddi doğayı ve kâinatı gözlemlediğimizde, kendi içinde “ahlâki bir gelenek” gibi düşünebileceğimiz, bir denge ve uyum içerdiğini fark edebiliriz. Bütün yasaların üstünde tek bir yasanın, anayasanın olduğunu da kavrayabiliriz. Öyle ki, her şey kendi alanında, bir başka alanın varoluşunu destekleyerek ya da çevresiyle uyum içinde varlığını sürdürmektedir. Lâkin bu alanlar arasında denge ve uyumu yok eden ve varlığın bütünlüğüne zarar veren, uyumsuz ve bozguncu alanlar, zaman içinde yok edilmektedir.
Bu süregidişin anayasasının birinci maddesi, her özgünlüğün kendi özgürlüğünü koruma hak ve hukukudur. Uyumun ve destekleşmenin içinden var olan özgürlüğünün üstünde, başka herhangi bir yasa yoktur. Lâkin bu özgürlük kavrayışı; mistik, mitolojik, agnostik ve ezotorik kalıplarla sınırlanamayacağı gibi mekanikçi, pozitivist, determinist ve kaba materyalist şablonlarla da sınırlanamaz. Sözkonusu bu paradigmalar; tekdüze, tekleştiren, mutlakiyetçi, kaba zorunlulukçu ve kaba kaderci yaklaşımlardır. Bu yaklaşımlar, insanın iç dünyasını ve toplumsal zihni, itaatkârlığa, seçeneksizliğe, kendi özgül haklarını zalim devletlere devretmeye mahkûm etmiş, toplumsal uyum ve yaratıcı özü inkar ve imha etmişlerdir. Bu sonuçları doğuran değer sistemleri, artık tarihin çöplüğüne atılmalı ve vicdani özgürlüğün doğallığına yol açılmalıdır.
Doğalcı düşüncenin; esnek, insancıl ve doğacı özü, insanın doğasına ve insanın doğayla olan uyumuna, yol ve alan açmaktadır. Ancak mekanik ve devlet merkezli zihniyet kalıplarını ve klasik tapınakçı bilim anlayışını içeren sözkonusu diğer paradigmalar, özgürlüğün doğallığına açılan yol ve alanı çarpıtıp saptırmakta ya da kapatmaktadır. Hayatta her şeyin tek bir merkezde toplanması ve her varlığın tek bir merkezi olması zorunluluğu, tapınakçı bilimin bulgularıyla desteklenmiş ve bu mantıktan yola çıkılarak, devletin her şeyi kendinde merkezleştiren bir güçle varolması gerektiği, “doğal bir meşruiyet” olarak dayatılmıştır.
İnsanın ve mekanik zorba devletin, kendisini doğanın ve varlığın merkezi gibi görmesi en büyük günahtır, şirktir. İnsanın dışında var olan bütün canlıların ve varlıkların bir bütün olarak doğal dengeye olan katkıları asla inkâr edilmemelidir. Bütün varlıkların kendi özgül hakları olmadan, ne insan duyarlılığı ne de adaletli bir devlet var olabilir.
Kâinat ve varoluş, çok merkezli olduğu gibi, çoklu olasılıklara her zaman açıktır. Zaten doğal olan da, varoluşun süregidişinin önünde sürekli yeni olasılıkların açılmasıdır. Kâinat, sürekli bir değişim ve gelişim, farklılaşarak ayrışma ama öte yandan bütünleşerek birleşmenin devr-i daimi içindedir. Bu varoluş paradigması, doğal özgürlük veya vicdani özgürlük paradigmasıdır. Bu paradigma; farklılaşmaları bütünleştirebilen ve her türlü olasılığa açık olmasıyla bu doğallığın süregidişini sağlayan, çoklu kâinat paradigmasıdır. İnsanlığın vicdanının özgürleşmesi de, insanların düşünsel ve duygusal yaratıcılıklarının önünde hiç bir engel bırakılmaması ve doğal hayatın çoklu olasılıklara açık bırakılması sayesinde mümkün olacaktır.
İnsanların iradelerinin özgürleşmesi, yaptıkları tercihlerin gerçekten kendi seçimleri olduğuna inanmalarıyla mümkündür. İnsanlar; soy, mülk ve makam sahipliği ile değil, insanlığın çoklu olasılıklara açık tutularak çeşitlenen ve desteklenen doğal özgürleşmesine sunduğu katkılarla, yani ortak iyicil akla ve ortak kamusal mutluluğa sundukları katkılarla, gerçekten vicdanını ve toplumunu özgürleştirebilirler.
Dini terminolojide bu hâle, kötülüklerden sakınma, Hakk ve hakkaniyetle varlığın birliği içinde olma hâli anlamında “Takva” denmekte ve üstünlük, sadece takva ile sağlanmaktadır. Soy, mülk ve makam, izafi ve görünüşteki kısmi üstünlükler olarak sayılmakta, emanet görülmektedir. Asıl üstünlüğün; batınî derinlere ve ummana dalabilen bir vicdanın, iyiliklerin gönül deryasında aldığı yol ile ve kâinattaki varlıkların uyum ve denge içinde birleşebilmesi için kötülüğün ayrıştırılması gücüne sunduğu katkı ile kazanıldığı ifade edilmektedir.
İnsanların kendi yaratıcı doğallıklarıyla buluşmaları, insan doğasının özgürleşmesi, hayatın içinde oluşan farklılıkların birbirini destekleyecek bir olgunluk içinde bütünleşmesi gibi değişimler; insanın kendini, toplumsallaşmayı, bilimi ve devletleşmeyi mutlaklaştırmamasına ve bunlara yüklediği tahakküm içeren anlamları kökten değiştirmesine bağımlıdır. İnsanın adaletli bir özgürlük içinde varoluşu, kâinatın varlığı ile uyum ve denge kurabilmesine bağımlıdır.
Hayata bakışımıza belirlenmiş katı sınırlar çizme ve dogmatik kalıplar oluşturma anlayışı, bir avuç zalimin kontrolündeki adaletsiz devletleşme, ötekileştiren ve yabancılaştıran bir toplumsallaşma ve tek renkçi, dar zihniyetlerden kaynaklanır. Bu oluşumlar, bizim irademiz dışında oluşturulmuş ve bize dayatılmıştır. Doğal ve insani olmadıklarından, her insanın kendi öz benliği ve vicdanıyla buluşması engellenmiştir. Hâlbuki her insan, farklı bir olasılıktır ve toplum, ancak bu çoklu olasılıkların açıklığında, özgürlüğün muhteşem renkliliğine kavuşabilir. İşte takva sahipleri, bu yola mütavazi katkılar sunan insanlardır.
Her insanın doğal zekâ ile kavrayabileceği hakikatleri, karmaşık ve anlaşılmaz kılan egemen zalimlerdir. Onlar sürekli düşünce, duygu, sezgi ve algı dünyamıza sınırlar çizerler. Hayatlarımızı kontrol ederler ve belirledikleri bir daire içinde bizi yönlendirirler. Üstelik çoğu zaman bu dairenin içinde olmaktan mutlu olma yanılgısına düşen bir çoğunluğu korumayı başarırlar. Bu hükümran dairenin belirlediği sınırların ve kalıpların, öncelikle zihinlerde ve gönüllerde aşılması şarttır.
Burada insanın düşünce, duygu ve sezgi âlemine, tamamen sınırsız ve sorumsuz bir şekilde dalması, elbette sözkonusu değildir. Toplumsal veya bireysel, ortak iyilik aklı ve ahlâkı, mutlaka korunmalıdır. Mutlak olan sadece bu olmalıdır. Demek ki öncelikli olan ahlâki ve vicdani ortak iyiliğin eğitim bilincidir. Her şey bunun üzerine daha sağlıklı bir şekilde inşa edilebilir.
Doğanın yaratılışında, uyum ve dengesinin süregidişinde gözlemlenen ilahi ahlâk, nizam ve adalet, insanlığın sınırını ve sorumluluklarını, en doğal şekilde belirlemektedir.
Bu uyum ve dengeyi bozan, bir avuç şirk düşkünü zalimdir. İnsanlık, bu zulüm dairesinden ve tahakküm çemberinden çıkarak, bu doğallığa, kendi özgün doğallığı ile sadece mütevazi bir katkı ve uyum sağlamalıdır.
Bizim hayatlarımıza dairesel sınırlar çizenler, doğayı tahrip ederek, doğanın ahlâkını yok sayarak ve doğaya karşı sorumluluklarını yerine getirmeyerek, yıkıcı ve şımarık bir sınırsızlık içinde debelenmektedirler. Onlar, ahlâk ve vicdan yoksunu, mülkü, serveti, makamı ve soyu ile övünen zalimlerdir. Esas sınırlanacak olanlar bunlardır.
Bu sınırlamayı başarabilmek için, öncelikle takva ehli insanların kenetlenmesine ve vicdanların en doğal şekilde özgürleşmesini sağlayan rıza ve ikna mekanizmalarının pekiştirilmesine ihtiyacımız vardır. Bu güven ve inancın oluşmasından sonradır ki geriye kalan zorluklar, zaman içinde aşılacaktır.