”Türkiye’nin bundan sonrasının nasıl olacağını belirleyen de; sadece iktidarı ve onun imkanlarını ele geçirmiş olan en gerici güçlerin amaç ve hedefleri değil, aynı zamanda Türkiye’nin demokratik, laik, refahın paylaşıldığı, halkların barış içinde yaşadığı bir ülke olmasını isteyen güçlerin bu en gerici mihrakla mücadelesi olacaktır.”
Bilindiği üzere, son zamanlarda gündemde en çok yer alan konulardan biri, Türkiye’nin nereye gittiği, geleceğinin ne olacağı sorusudur. Özellikle Anayasa değişikliği ve 24 Haziran seçimlerden sonra, halkın belli bir kitlesi, yönetimin artık tek adamın elinde toplandığını düşünmekte, bu düşüncenin etkisiyle özgürlüklerin kısıtlanacağından endişe duymaktadır. Bu kapsamda, Türkiye’nin geleceğine ilişkin endişeler artmaktadır. En çok da “Türkiye, Azerbaycan, Türkmenistan, Libya, Irak, Suriye, Arap Emirlikleri ve İran gibi dini baskıların, bölünmelerin, iç savaşların olduğu, otoriter tek adam ülkesi mi oldu/oluyor”endişesidir.
Bu konuyla ilgili farklı bakış açıları bulunmaktadır. Bu nedenle adilmedya.com olarak çok sayıda yazar, akademisyen, kanaat sahibi kişi ve yazarla “Yeni Türkiye Soruşturması” yaptık. Görüşlerini bizlerle paylaşan yazarlarımıza teşekkür ediyoruz.
Soruşturmada bugün İhsan Çaralan’nın görüşleri:
Sorularınıza yanıt vermeden önce, diğer soruları da ilgilendirdiği için, öncelikle “Türkiye nereye gidiyor?” sorusuna ilişkin birkaç şey söylemem gerekiyor. Çünkü, “Türkiye nereye gidiyor?” sorusu, “Ülkenin iç ve dış dinamikleri Türkiye’yi nereye götürüyor?” gibi anlaşılıyor.
Eğer öyle olsaydı; “Türkiye nereye gidiyor?” sorusuna, Padişahlıktan Cumhuriyete, tek partili bir rejimden çok partili bir rejime geçtiğine, bu geçişlerde ilerici güçlerle gerici, faşist güçlerin girişimlerine, işçi sınıfı ve emekçi sınıfların hak ve özgürlük mücadelesinin mevzilenişine bakarak, Türkiye’yi ileri doğru götüren dinamiklerle geriye çeken dinamikleri değerlendirerek bir yanıt verebilirdik.
Bu çerçevede alırsak, Türkiye; iki yüzyıllık demokratikleşme süreci dikkate alındığında, elbette ki ağır aksak da olsa geriden ileriye doğru giden bir rota izlemiştir.
Bu rota, özellikle Türkiye’nin batı emperyalizminin stratejisine bağlanan bir çizgiye girmesinden sonra Batı-NATO organizasyonu “askeri darbelerle”, “sıkıyönetimlerle olağan süreç ”kesintiye uğratılmış”tır.
Bugün de Türkiye’nin daha barış içinde, daha demokratik, daha refah içinde bir ülke olmasını destekleyen dinamikler;
- Terörle Mücadele Yasası’nın anayasa haline getirilmesi,
- OHAL’in yönetime tanıdığı yetkilerin “olağan hal”e taşınması,
- Yargının ve yürütmenin tek adama bağlanması, Meclis’in AKP-MHP çoğunluğu ile tümüyle etkisizleştirilmesiyle, geçmişte darbelerle yapıldığı gibi bir kez daha ülkenin olağan gelişme süreci kesintiye uğratılıp, “tek parti tek adam rejimi” mecrasına çekilmiştir.
–Türkiye nereye gidiyor?
TÜRKİYE TEK PARTİ TEK ADAM REJİMİNE GÖTÜRÜLMEK İSTENİYOR
Bu yüzden de ilk sorunuzu, “Türkiye nereye gidiyor?” değil, “Türkiye nereye götürülüyor?” sorusu olarak algılayıp öyle yanıt vermek istiyorum.
Bu çerçevede birinci sorunuzu şöyle yanıtlayabilirim:
Artık şu konuda Türkiye’de ne olup bittiğini az çok izleyen herkes hem fikirdir ki; AKP-MHP ittifakı Türkiye’yi “tek parti tek adam rejimi” denilen bir rejime götürmek istemektedir. Bu rejimde de elbette çok parti olmaya devam edecektir ama muhalefet partilerinin bir etkinliğin ve ülkenin yönetiminde bir role sahip olmadıkları (olamayacakları) bir çok partiliktir bu.
Bu rejimde yargı, yürütme ve yasamanın yetkileri, üstünde hiçbir denetimin olmadığı gibi bir sorumluluğu da olmayan “tek adam”da toplanacaktır. Ki, bugün bunun uygulaması ve bazı sonuçlarını görüyoruz. Ve bu rejim, günümüzde az çok demokratik kabul edilen hiçbir normla bağdaşmayan normlar olduğu her geçen gün daha açıkça görülmektedir.
Şaibeli ve OHAL rejimi altında yapılan 16 Nisan Referandumu, ile anayasayı değiştiren bu güçler, 24 Haziran seçimini de hiçbir anayasal ve yasal kuralı, hiçbir siyasi ahlak normunu umursamadan devletin bütün imkanlarını, OHAL yetkilerini, medyanın yüzde 95’iyle oluşturdukları “havuz medyası”nın imkanlarını kullanarak, “tek adam rejimi”ni resmen inşa edebilecekleri mevzileri ele geçirdiler.
AKP-MHP ittifakı gerek siyasi bilişenlerinin tuttuğu mevzi, gerekse bu ittifakın arkasındaki “yerli ve milli” deseler de gerçekte ”gayri milli ve yabancı” güçler, Cumhuriyet tarihinin gördüğü en gerici güçlerin ittifakıdır. Çünkü bu ittifakın ruhunu oluşturan ideolojik platform; Türk milliyetçiliğin en gerici yorumu olan MHP’nin ırkçı-şoven milliyetçiliği ile AKP’nin selefi-cihadist değerlerle beslenmiş siyasi İslamcı ideolojisinin melezlenmesinden oluşmaktadır.
Kendi başlarına zaten gerici olan bu ideolojik odaklar, en gerici yanlarıyla birbiriyle de yarışarak, her birinden daha da gerici, halk yığınları için de daha zararlı bir platform oluşturmuşlardır.
Bu ortaklaşmanın siyasetteki karşılığı, “Türkiye’nin düşmanlar tarafından kuşatılmış olduğu, ülkenin bekasının somut ve yakın tehdit altında olduğu” bu yüzden de hak, özgürlük, demokrasi, barış, halkların kardeşliğini talep etmeyi, ekonomik hakları için işçilerin grev yapmasını, körgözüm parmağına gerçeklerin bile haber yapılmasını “terörle işbirliği”, “vatan hainliği”, “casusluk”, “bölücülük”le,…suçlanmaktadır.
Biraz da aşırı milliyetçileri, hak-özgürlük tanımayan zihniyet sahipleriyle dalga geçmek için kullanılan, “Söz konusu olan vatansa gerisi teferruattır” tekerlemesi, gelinen yerde “devlet politikası”nı özetleyen bir slogandır!
–Irak, Suriye gibi Türkiye’de de bir bölünme yaşanabilir mi?
AMAÇLARINA VARIRLARSA EN KARAMSAR TAHMİNLER BİLE GERÇEKLEŞEBİLİR
Evet, AKP-MHP ittifakı, Türkiye tarihinin gördüğü en gerici ittifaktır.
Bu yüzden de;
– Irak, Suriye gibi Türkiye’de de bir bölünme yaşanabilir mi?
– Bir zamanların başörtüsü mağdurlarının mağduriyeti giderildi, fakat aynı kaygıyı şimdi başörtüsü takmayan vatandaşlar mı taşıyor; Türkiye de başörtüsü zorunluluğu gelir mi; siyaset, kadın bedeni üzerinden mi devam edecek?
-Cumhurbaşkanlığından sonra sırada halifelik mi var?” diye ifade ettiğiniz sorulara sadece “evet” ya da “hayır” biçiminde yanıt verilemeyeceğini düşünüyorum.
Tersine bu soruların her birinin “evet” ve hayır” olmak üzere iki yanıtı var.
”Evet” ve “hayır” birbirinin karşıtı ama sorun siyaset alanıyla ilgili olunca siyasetteki karşıt güçlerin mücadelesi dikkate alındığında, bu soruların birbirinin karşıtı iki yanıtının olması da kaçınılmaz olmaktadır.
Şöyle ki; eğer bu Türkiye’nin en gerici güçlerinin ittifakı, “tek parti tek adam rejimi”nin inşasında yeteri kadar ileri giderlerse, Türkiye’nin içinden geçtiği koşullar dikkate alındğında, sorduğunuz soruların yanıtı tartışmasız biçimde “evet”tir. Üstelik “bölünme”, sadece Türk-Kürt bölünmesi değil laik, laik olmayan kesimler, gelişmiş bölgelerle gelişmemiş bölgeler arasındaki bölünmelerin de birbirin kışkırttığı (Irak’ta, Suriye’de olduğu gibi) çatışmalı bölünmelerin yaşanması da kaçınılmaz görünmektedir. Çünkü bu gerici güçler ittifakı, kendi geleceklerini kendileri dışında bütün toplumsal kesimleri zaptı rap altında tutmayı tek seçenek olarak benimsemişlerdir. Kedilerinden olmayan herkesi de “düşman” ya da “düşman tarafı” olarak görmektedir. Bu yüzden de amaçlarına varmak için ne özgürlükler, ne demokratik normlar, ne de komşu ülkeler ve halklarla barış gibi kaygıları vardır. Ve dahası kendi amaçlarını “ülkenin bekası” sorunu olarak ilan etmişlerdir. Bu yüzden daha şimdiden bu amaçlarına engel gördükleri, onların yollarıyla çelişen her odağı, her çevreyi, her girişimi, her muhalefeti, hatta her kişiyi, ”vatan hainliği”, “casusluk” “terör örgüleriyle işbirliği” içinde olmakla suçluyorlar. Nitekim daha şimdiden legal bir parti olan ve yasalara uygun biçimde seçime giren HDP’nin barajı aşması için ona oy verenleri ve HDP’nin barajı aşmasına destek verdiğini iddia ettikleri CHP’yi bile “terör örgütle işbirliği yapmak”la suçlamaya kadar gelmişlerdir.
Bu yolda ısrar ettiklerinde elbette ki; Türkiye’nin Suudi Arabistan, Körfez Emirlikleri gibi bir şeriatçı, Kazakistan, Türkmenistan gibi bir tek adam Cumhuriyeti olması, daha çok da bu iki modelin melezlemesi olan eski Saddam rejimi gibi bir rejime sahip olması güçlü bir olasılıktır. Böyle bir cumhuriyette de başkanın seçimle gelip gelmemesi ise çok fark etmez.
– Bir zamanların başörtüsü mağdurlarının mağduriyeti giderildi, fakat aynı kaygıyı şimdi başörtüsü takmayan vatandaşlar mı taşıyor? Türkiye de başörtüsü zorunluluğu gelir mi? Siyaset, kadın bedeni üzerinden mi devam edecek?
KADINLARA REVA GÖRÜLEN; ‘HERKESETEN DAHA AZ ÖZGÜR OLMA’DIR
Burada kadınlarla ilgi sorunuz; AKP’nin kadınları daha çok “türban istismarcılığı” üstünden yedeklediği dikkate alındığında, ayrı bir önem kazanmaktadır.
Evet, AKP ve öncülü partiler “türban” (örtünme) konusunu istismar ederek, geniş kadın çevrelerini etkilemişler, “türban” üstünden bir özgürlük ve demokratlık gösterisi yapa gelmişlerdir. Ama geçen süre içinde görüldü ki, aslında türban onlar için kadın özgürlüğünün sembolü değil “Siyasi İslamcı kadın”ın sembolüydü. Nitekim AKP’ni himayesinde faaliyet gösteren Diyanet, ilahiyatçılar ve “sivil ulema” kadınların eve kapatılmasından kadına yönelik şiddete meşruiyet kazandırma, küçük yaşta kızların evlendirilmesinden kadının sosyal yaşama katılmasını sınırlandırmaya,…kadar pek çok konuda kadını “ikinci sınıf vatandaş” sayan fetvalar vermede sınır tanımazken, İslami yaşamdan yana bir kitlenin oluştuğu kime yerel bölgelerde kadınların “İslami esaslara göre giyinmesi” mahalle baskısı olarak ortaya çıkmış bulunmaktadır. Toplu taşıma araçlarında ya da belli bölgelerde kalabalığın içinde keyfince giyinen kadınlara yönelik saldırılar en son “deniz kızı” kıyafeti giyinip fotoğraf çektiren kadın ve kocası, başlarında mahallenin muhtarının olduğu bir güruh tarafından taşlanıp saatlerce alıkonmuşlardır.
Dahası “tek parti tek adam rejimi”nin ideolojik platformu ve etrafında topladıkları cemaat-tarikat erbabının amaçları dikkate alındığında bütün bu kadınlara yönelik fetvalar, medya, “ulema” ve din görevlileri üstünden sürdürülen “ahlak” ve “dini değerler” propagandası ile “fiili şiddet” girişimlerin bir başlangıç, kurmak istedikleri düzenin bir işareti olduğunu söylemek yanlış olmaz. Kısacası “tek parti tek adam rejimi”nde öteki özgürlükler ne kadarsa, ikinci sınıf vatandaş olarak görülecek kadınların özgülüğü onlardan “biraz daha az” olacaktır.
Sorunuz açısından daha somut ifade edersek, “türban takmama” özgürlüğünden, “İslami esaslara aykırı” gördükleri kadın giyim kuşamının yasaklanması, İran gibi nüfusun yarısı olan kadınları zaptı rap altında tutmak için özel bir “polis örgütü” oluşturulması elbette ki “yapmazlar”, “yapmak istemezler” diyemeyeceğimiz şeylerdir.
Belki de onları bu konuda tek sıkıntıya sokacak olan, sermaye için “ucuz emek” demek olan kadın emeğini taşıyıcısı kadını eve kapatmakla fabrikalara sürmek arasındaki çelişki olacaktır!
–Cumhurbaşkanlığından sonra sırada halifelik mi var?
EN GERİCİ İTTİFAK AMAÇLARINI GERÇEKLEŞTİREMEYECEK
“Tek parti tek adam rejimi”nin savunucularının Türkiye’yi sürükledikleri mecranın karanlık yüzü böyledir.
Eğer, “tek parti tek adam rejimi” ve onun arkasındaki güçlerin etrafında birleştiği çıkarların, ideolojik-siyasi hattının özellikleri dikkate alındığında sizin sorularınızda ifade ettiğiniz bütün şer gelişmelerin olmamasının bir engeli yoktur.
Ancak toplumların gelişme tarihi bize göstermektedir ki, toplumların ilerleten asıl dinamik toplumdaki karşıt sınıfların ve bu sınıf güçlerinin ifadesi olan siyasal güçlerin arasındaki mücadeledir. Bu yüzden de; Türkiye’nin bundan sonrasının nasıl olacağını belirleyen de; sadece iktidarı ve onun imkanlarını ele geçirmiş olan en gerici güçlerin amaç ve hedefleri değil, aynı zamanda Türkiye’nin demokratik, laik, refahın paylaşıldığı, halkların barış içinde yaşadığı bir ülke olmasını isteyen güçlerin bu en gerici mihrakla mücadelesi olacaktır. Ki, bu güçlerin hiç de azımsanmayacak bir tarihsel birikime sahip oldukları gibi, toplumda da geniş bir kitle temeline sahip olduğu her vesileyle ortaya çıkmaktadır. Daha da önemlisi, işçi sınıfı ve emekçi sınıfların talepleri ile “tek adam rejimi”nin varmak istediği amaçlarıyla karşıt halde olmasıdır. Ki, bu karşıtlık tek adam rejimini uygulamaları arttıkça daha da görülür hale gelmektedir.
Bugünkü koşullarda “tek parti tek adam rejimi”ne karşı mücadelenin dinamiklerini şöyle sıralayabiliriz:
1-) Bugün demokrasi mücadelesi; Türkiye’nin iki yüz yıllık demokratikleşme mücadelesini birikimi üstünde şekillenmektedir. Bu mücadele; Kürtlerin, Alevilerin, kadınların özgürlük mücadelesinden çevre sorununa, aydınların demokrasi mücadelesindeki ağırlığından, işçi sınıfın mücadelesine, gençliğin gelecek mücadelesinden emperyalizme, ırkçılığa, faşizme, askeri cuntalara, her türden gericiliğe karşı mücadeleye uzanan çok zengin bir tarihsel dayanağa sahiptir. AKP (ve MHP) bu tarihle çatışan bir hatta oldukları için edebiyat, kültür ve sanatın her dalında olduğu kadar, anti emperyalizm, çeşitli toplumsal kesimlerin özgürlük talepleri ile Türkiye’nin çok önemli sorunları (Kürt sorunu, Alevilerin, kadınların, gençlerin talepleri) konusunda çözümsüzdürler, çözdükleri iddiasıyla bir adım attıklarında da iki adım geriye düşmektedirler.
2-) Bugün “tek parti tek adam düzeni”ne, ülkenin yarı nüfusu karşıdır. Bunu, 16 Nisan referandumunda gördük. İktidar; OHAL’e, devletin bütün olanaklarına, büyük medya gücüne karşın (yetmedi YSK üstünden hileye başvurmasına karşın), referandumu küçük bir farkla kazanabildi. 24 Haziran seçiminde de, gürültülü bir biçimde Erdoğan’ın zafer kazandığı ilan edilse de, bu seçimde AKP’nin oyları 7-8 puan azalırken, Erdoğan da ancak MHP desteği ile seçilebildi. Tabi, OHAL ve Terörle Mücadele Yasası (TMY)’nin toplumu terörize etmek için kullanılmasının yarattığı “iklim”de sandıkların korunamadığı koşullarında AKP-MHP ittifakı seçimde üstünlük sağlayabildi. Kısacası 16 Nisan Referandumu ve 24 Haziran seçimi sonuçları; “tek parti tek adam rejimi”nin toplumsal temelinin propaganda edilenden daha az ve daha zayıf oyluğunu göstermektedir.
3-) 16 Nisan Referandumu ve 24 Haziran seçim sonuçlarının ayrıntılı incelemeleri gösteriyor ki, AKP’nin (MHP’nin de) oyları; eğitimli gençlik, eğitimli ve çalışan kadınlar, büyük şehirler ve işçiler içinde ciddi ve istikrarlı biçimde azalmaktadır. Bu da toplumun dinamik ve gelişen (nüfus içinde de giderek artan) kesimleri içinde AKP-MHP ittifakının ciddi ve istikrarlı biçimde oy kaybettiğini göstermektedir.
Dolayısıyla; “tek parti tek adam rejimi” ve arkasında birleşen en gerici güçler istiyor diye Türkiye’yi istedikleri gibi onların, “milli ve yerli” dedikleri ama gerçekte “gayri milli ve ortaçağın dini referansları etrafında da bir muhafazakar toplum” inşa etme, “dindar nesiller yetiştirme” plan ve projelerini gerçekleştirebilmeleri hiç de kolay değildir. Tersine, “Dimyata pirince giderken evdeki bulgurdan olmaları” daha kuvvetle muhtemeldir. Nitekim AKP iktidarında yetişmiş gençlik kuşağının AKP’ye desteğinin eski kuşaklardan daha az olması, imam hatiplerde “deizm”in yaygınlaştığını gösteren alametler, halkın çok önemli bir kesiminin çocuklarını İmam Hatiplere kaydettirmek yerine Anadolu liselerini tercih etmesi, bütün baskılara ve camilerden yapılan “çocuklarınızı imam hatiplere gönderin” çağırılarına karşın, bu okulların kontenjanlarının yüzde 50’sinin boş kalması,…gibi gelişmeler, tek adam rejiminin savunucuları için çok ciddi bir umut kırıklığıdır.
ASIL OLAN TEK ADAM REJİMİNE KARŞI MÜCADELEDİR
Toplam açıdan bakıldığında sorduğunuz sorularınız için; “Evet bugün iktidarı ellerinde bulunduran güçler bu amaçlarını gerçekleştirerek Türkiye’yi sıradan bir Ortadoğu emirliği (halifeliği) haline getire bilirler”den çok “Hayır, bu gerici güçler amaçlarına varamazlar. Çünkü Türkiye’nin demokratik mücadele birikimi, halklarımızın ve işçi sınıfının talepleriyle taban tabana zıt bir faşist gericilik rejiminin gerçekleştirilmesine izin vermez” demek daha gerçekçi yanıttır.
Devletin bütün güçlerinin tek elde toplanmış olmasına, sendikalardan meslek örgütlerine, üniversitelerden medyaya, dini kurumlardan resmi ve özel vakıflara, cemaat ve tarikatlara kadar az çok güç odağı sayılacak kurumların çok büyük çoğunluğu ele geçirilmiş ve sindirilmiş olmasına karşın, “tek adam rejimi” savunucularının amaçlarına varamayacakları Türkiye’nin asıl gerçeğidir.
Çünkü 16 Nisan’da ve 24 Haziran’da AKP-MHP ittifakına destek verenlerin, daha da önemlisi 16 yıllık AKP iktidarına destek veren işçi ve emekçi çevrelerin nasıl bir rejime destek verdiklerini görerek, karşı tutum alması da kurulmak istenen tek adam rejimin “yumuşak karnı” olmaya adaydır.
Bu yüzden de “tek parti tek adam rejimi” güçlerinin Türkiye’yi sürüklemeye çalıştıkları mecranın bir geleceği yoktur.
Türkiye’nin geleceği, demokratik, halkların özgürce geleceklerini belirlediği, bölgede barış ve emperyalizme karşı mücadelenin merkezi olan bir ülke olmasıdır.
Bu sadece bir dilek değil, tarihin akışına uyumlu bir gelecek tablosudur.
Kuşkusuz ki bu, tek adam rejimine karşı mücadelenin dayanakları olan gelişmeler, sadece bir tespit, bir gelişme olarak kaldığında hiçbir kıymeti harbiyesi yoktur. Tersine ancak bu olumlu dayanakları da dikkate alarak, bugün “tek parti tek adam rejimi”ne karşı olan bütün güçleri birleştirecek, ortak bir mücadele için inisiyatif gösterilebildiği ölçüde bu olumlu imkanlar gerçek bir mücadele dayanağına dönüşebilir. Bu yüzden de bugün tek adam rejimine karşı mücadelenin birinci ve en önemli sorunu mevcut güçlerin ortak bir mücadele gücü olarak birleşmesi için tüm imkanların seferber edilmesidir.
KRİZ TEK ADAM REJİMİNİ EKONOMİK POLİTİKASIZ BIRAKIYOR
Bütün bunların ötesinde, “tek parti tek adam rejimi”nin garantörü olarak gösterilen 16 yıllık AKP iktidarının “başarıları”, doların (genel olarak bütün yabancı paraların) önlenemeyen yükselişi finans sektöründü büyük bir krizin tetikleyicisi olurken bu finans krizin sanayi kriziyle birleşeceğini gösteren belirtiler de hızla artmaktadır.
Bu kriz kuşkusuz, en başta AKP iktidarının izlediği politikanın nasıl dolara, emperyalist güç odaklarının desteğine bağımlı olduğunu gösterirken aynı zamanda tek adam düzenin nasıl bir “gayri milli”, “neoliberal, serbest piyasa ekonomisi” değerleri üstüne kurulmak istendiğini de göstermektedir.
Bu yüzden de, “tek parti tek adam rejimi”ni kamuoyunun anti emperyalist, milliyetçi ve dini hassasiyetlerini isitismar etmesi eskisi kadar kolay olmayacaktır. Çünkü yaşanan kriz ne Trump’ın çılgın isteklerinin ne Rahip Brunson’un verilip FETÖ’cülerin iadesi üstüne yapılan pazarlıklarla ilgilidir. Bunlar ancak tetikleyici faktörlerdir. Olan, batılı emperyalist sisteme göbeğinden bağımlı ekonomik politikaların çöküşüdür.
Yani tek parti tek adam rejiminin daha resmen inşasının başlandığı bir aşamada ekonomik politikasız kamasıdır