“İnsanlarla hayvanlar arasındaki uçurumun derinliğine hiç kimse benden daha çok inanmış değildir… Çünkü olağanüstü düşünme ve konuşma yeteneği yalnızca onda vardır ve o… bu yeteneğinin üstünde, bir dağın doruğunda dikilir gibi, kendisine göre aşağıda kalmış soydaşlarının çok yukarısında durarak, gerçeğin tükenmez kaynağından derilen ışın demetini, yer yer, o görkemli benliğinden yansıtır.”
Henry Huxley
Evidence as to Man’s Place in Nature
(İnsanın Doğadaki Yerine İlişkin Kanıtlar,1863)
Evrim kuramının savunucularından Huxley, 1863 yılında bunları söylerken “insanlarla hayvanlar arasındaki uçurumun tarih öncesine vurgu yapıyordu” ilk modern insanların Homo sapienslerin doğası belki böyleydi ancak yine de bu uçurumun gerek tarih öncesinde gerekse sonrasında pek de derin olmadığını söyleyebiliriz.
İnsanın biyolojik doğasını insansı doğasından ayırmamız ne kadar mümkünse köklerinde mündemiç olan hayvan içgüdülerini ortadan kaldırmamızda o kadar mümkündür.
Belki Garaudy gibi toplumsal bir bilinç olarak “insan hiç var olmamıştır” da diyebiliriz.
İki ayak üzerine dikilmek, dik durmak anlamına gelemeyeceği gibi insan olmak anlamına da gelmiyor. Belki kıllarından yeterince arınmış insansı ama insan değil…
İnsanın konuşma yeteneğini kazanmasının üzerinden belki birkaç milyon yıl geçmiş olsa da Huxley’in söylediği gibi gerçeğin kaynağından derilen ışınları yakalaması belki birkaç milyon yıl daha sürebilir. Demek istediğimiz agnostizm kavramını ilk kullananlardan Huxley’in yukarıda dile getirdiği insan; bir dağın doruğunda dikilmediğidir.
Peki, insan nerededir? Geçmişte olduğu yerde mi?
Ya da doğada bir yeri varken, sınıfsal yapıları var etmediği kadim devirlerde onun gerçekliğinden belki söz edebiliriz.
Her şeyi nesne olarak görmediği ve hayata, olaylara bir şahsiyet verdiği zamanlara ait iken insan daha eksiz değil miydi?
Asıl ilkel formunu; bireyselleşen, bireyselleştikçe mülkiyet dava eden, günlük yaşamında, yalnızlaşıp bencilleşen günümüz modern insanı kendi içinde barındırıyor.
İsimleri öğrendikçe cennetinden uzaklaşıyordu ilk insan.
Toplu yaşamaya başladığı ve medeniyetler kurduğu asırlar boyunca, yığınca eşyanın ismini öğrenmişti.
Peki, geriye ne kaldı o ilk insandan. Cennetinden, ilahi boyutundan uzaklaşmış o insandan…
Neandertal insanın mağara çizimleri, insanoğlunun gözünü semadan yere indirdiğinin ilk kanıtlarıydı.
Bilim adamları mağara insanlarının ruhi hayatının bugünkü insanın ruhi hayatından pek farklı olmadığını söylüyorlar(1)
Zamanımızdan yetmiş bin sene evvel mağara insanları da çağdaş insanın hastalığı olan “metafizik baş dönmesine müptela idiler” (Henri Smilé 1976 arkeoloji kongresi Niş )
Bu durum biyolojik tekâmülün devamı olmayıp, “semadaki prolog”la başlamış olan dramın sadece başka bir sahnesidir.(2)
Ve insanın dramı çok daha trajik ve karmaşık olarak devam ediyor.
Huxley gibi insan gerçeğini biyolojik evrimle sınırlandırmak onu açıklamada yeterli olmayacaktır.
İnsanın, gerçekliğinin yanında korkuları da büyüktür. Kozmik ve ezeli korkuları tarih boyu peşini bırakmamıştır.
Açlık korkusu gibi biyolojik korkuları insanı açıklamakta yetersiz kalacaktır.
Çünkü hayvan ancak aç olduğu veya tehditle karşı karşıya bulunduğu zaman; insan ise tok ve güçlü olduğu zaman tehlikelidir. Mahrumiyet yüzünden işlenmiş cinayetlere nispeten tokluk ve taşkınlık yüzünden işlenmiş olanlar kabil kıyas olmayan bir ölçüde daha çoktur. (3)
Demek maddi ve biyolojik ilerleme onu “aşağıda kalmış soydaşlarından” daha yukarıya çıkartamıyor.
Maddi standartlarının artmasıyla psikolojik standartları düşüyor. Daha az toplumsal bir varlık olup çıkıyor.
Ne kenetleniyor bir başkasına ne de sarmalıyor yanı başındakini.
Anne yavrusunun parçalanmasına, kaybolup gitmesine göz yumuyor. Kardeşin kardeşten, sofrasındaki ekmekten haberi yok.
Oysa aynı mağarayı paylaşıyorduk öyle ya!..
Ve kana doymuyor bir türlü kendi türüne zulmederken insan. Ve kendi kardeşine bile.
Aynı kandan aynı candan gelmeleri bile insanların yalnızlaşması ve diğerlerini yalnızlaştırması gerçeğini değiştirmiyor.
İnsanın manevi nesli tükendi denecek kadar azaldı bu cangılda
“Maddi standart yükselince, psikolojik standart neden düşer? İntihar olayları ve ruhi bunalım vakaları neden milli gelirin artışı ve eğitim derecesiyle doğrudan doğruya bir münasebet arzediyor? Veya evrimin başlangıcında, sonuna kıyasen, neden daha fazla insaniyet vardı?”(4)
Sonuç olarak, geçmişte ne kadar dik durduğu ve iptidai soydaşlarına nazaran zirvede olduğu bilinse de,
İnsan asi bir hayvandır.
Albert Camus’nun söylediği gibi “Hayvan olmak istemeyen yegâne hayvan”
Ama bu isteğini ne kadar yerine getirebildiği konusunda henüz ipuçları vermiyor.
………………………
(1) Doğu ve Batı Arasında İslam – Aliya İzzetbegoviç, Nehir yayınları s: 41
(2) A.g.e. s: 44
(3) A.g.e. s: 49