Zer, bir acının, bir acılı coğrafyanın şarkısı. Unutturulan bir dilde, sessizce bir yol bulmuş gönülden gönüle söylenmiş ve 1938 Dersim Katliamı’nın ardından yakılan binlerce ağıttan sadece biri…
Dersim’de söylenen ardından Afyon’a oradan da New York’a taşınan ve yeniden köklerine dönen şarkının bu yolcuğu yönetmen Kazım Öz’ün kamerasından beyazperdeye yansıyor. Yönetmen Öz’ün Bahoz/Fırtına, Demsala Dawî: Şewaxan/Son Mevsim: Şavaklar, He Bu Tune Bu/Bir Varmış Bir Yokmuş gibi ödüllü filmlerinin ardından gelen ‘Zer’ vizyona girdi. Bu yıl İstanbul Film Festivali’nde ilk kez seyirci karşısına çıkan filmin iki sahnesi Kültür Bakanlığı tarafından sansürlendi.
Sinema estetiğiyle ve hikâyesiyle hayli etkileyici olan filmin sansürlenen sahneleri karartılarak gösterildi. “Sahneleri karartma çaresini bulmasaydım büyük ihtimalle filmi çıkartmazdım” diyen yönetmen Kazım Öz ve filmin başrol oyuncusu Nik Xhelilaj ile bir araya geldik ve tüm hikâyeyi kendilerinden dinledik.
» Zer’e olan ilginin diğer filmlerine olan ilgiyi aştığını düşünüyorum. Sen ne düşünüyorsun?
Kazım Öz: Montajın dışında, ben de filmi seyirciyle izledikten sonra aslında başka bir süreç yaşadım. Bu açıdan çok huzurlu çıktım doğrusu. Şu ana kadar bir gösterim bir de basın gösterimi oldu. Haklısın seyircinin filmle kurduğu ilişki bana da çok güçlü geldi. Bu yaptığım sekizinci çalışma. Filmin hikâyesiyle de ilgili herhalde.
» Hikâyelere önem veren bir yönetmen olman nedeniyle, sadece konuya bağlamak sanki biraz eksik kalır. Bu kez sinema estetiği de çok ön plandaydı?
K. Ö.: Sinema yaparken içerik kadar biçime çok önem veren biriyim. ‘Bahoz/Fırtına’ filmimde de gösterdim bu çabayı aslında. İçerik olarak sert bir konu olduğu için, sinematografisi biraz arka planda algılandı. Ama ‘Zer’in böyle bir izlenim yaratması sevindirici bir şey.
» ‘Zer’in hikâyesine gelelim. Ne zaman ve nasıl başladı?
K. Ö.: Çok eski, hatta Bahoz filmi çekilmeden önce yazılmış bir hikâye. Kürt tarihinde, yazılı edebiyat zayıf olduğu için genelde tüm toplumsal birikim, değerler, hatta siyasal tarih bile sözlü tarihin içinde okunur. Bu anlamda şarkıların önemi büyüktür. Mesela dengbejlik geleneği Kürt edebiyatının belkemiği bilirsin. Bu şarkı vesilesiyle bir tarihi, geçmişi anlatmak, hatta kendini arama gerekçesi haline getirmek çok özel ve önemli bir değer.
» Nik, sen nasıl filme dahil oldun? ‘Jan’ın hikâyesinde seni cezbeden şey ne oldu?
Nik Xelilaj: Senaryoyu ilk okuduğumda karakteri ince ince çalışmak gerektiğini gördüm. Mimiklerden tutun da kendine dönük bu karakteri canlandırmak bıçak sırtı ve riskliydi. Biraz kendimle yarışmak gibi diyebilirim. ‘Jan’ın içten ve kendine dönük dünyasını yansıtmak zorlayıcıydı. Sanırım hikâyede beni cezbeden asıl şey insan güzelliğini görmem oldu.
» Peki ‘Jan’ hakkında ne düşünüyorsun?
N.X.: Jan!… Çok enteresan, bazen oynayacağım karakter üzerinde çalışırken onunla beraber yaşamayı tavsiye ederim. Jan’ı izlerken kendimden gurur duydum. Ruhsal açıdan güzel bir şey bıraktı.
» Sansür Türkiye’de alışık olduğumuz bir şey. ‘Zer’ de bundan nasibini aldı. Sen karartılmış sahneleri görünce ne hissettin?
N.X.: Anlam veremedim. Eskiden bizde yani Arnavutluk’ta sansür hikâyeleri duydum. Benim ilk filmimin yönetmeninin böyle bir yaşanmışlığı var. Onun filminin de yüzde 40’ını kesmişlerdi. O, bu durum için “Filmi kalpsiz, ruhsuz bıraktılar” diyordu. O yüzden benim de yabancı olmadığım konular ve gereksiz buluyorum tabii.
K. Ö.: Sana söylemiş miydim sahnelerin siyah olacağını?
N.X.: Sahnelerin karartılacağını bilmiyordum. Bir an düşündüm teknik midir, sonra alt yazıları okuyunca anladım.
» Kazım’ın daha önceki filmlerini seyretmiş miydin?
N.X.: Evet. O filmlerde diyaloglar açısından sistematik bir sinema var. Ama Zer’de daha duygusal, daha ruhsal daha sinemasal bu çok hoşuma gidiyor.
» ‘Zer’in final sahnesi masal gibi… Biraz o sahneyi konuşalım…
K.Ö.: Beni bu hikâyede en çok çeken sualtıydı. Başından beri aklımda daha lirik, daha şiirsel bir hikâye olacağı belliydi.
N.X.: İlk okuduğumda ‘Jan’ suyun altına atlar ve ‘The End’. Ama ‘Jan’ın suyun altındaki o yürüyüşünden haberim yoktu. Kazım ile buluştuktan sonra anladım, nereye gideceğini, nasıl olacağını. O zaman kafamda bir fotoğraf oluştu.
K.Ö.: Bazı sahneler insan için özeldir… Bu filmde de bu sahne benim için öyle. Hatta dönüp sinemamı değerlendirirken çok mu gerçekçi davranıyoruz diye düşünmedim değil. Bir yerde gerçekliği gerçek üstü yöntemle neden anlatmıyoruz diye de sordum.
» Kültür Bakanlığı desteklediği projesine sansür uyguladı. Sen de sahneyi karartarak eleştirini yapıyorsun. Ancak Nik’in anlattığı gibi “filmimin ruhunu çaldılar” diyor musun? Senin için nasıl bir karşılığı var?
K.Ö.: Doğrusu sansür olayı başladığında yaşadığımız tartışmada bir anda kendimi 1940’lar Almanyası’nda hissettim. Çok gücüme gitti. İradem dışında birilerinin, şunu şöyle yap, şunu böyle yap demesi, bu müdahale beni çok öfkelendirdi. Bu karartma çözümünü bulduğumda tersine başka bir işlevinin olacağını da düşündüm ve tam tersine güç kazandım. Bu yöntemle başka bir şey ortaya koydum ve bir şeyi deşifre ettim. Sahneleri karartma çaresini bulmasaydım büyük ihtimalle filmi çıkartmazdım.
» Biz o sahnelerde ne olduğunu biliyoruz aslında. Toplumsal acılar sansürlenerek unutturulabilir mi?
K.Ö.: Sansürle mücadele için güçlü bir yöntem bulduğumu düşünüyorum. Bu Türkiye’deki demokrasiyi yansıtan bir ayna da oldu. Bu önümüzdeki dönemde ya da mevcut iktidarın aslında sanata bakışının karanlık sembolünü de gösteren bir şeydir. Bu filmle yüzlerce yıl bu sahneler karanlık kalacak. Bu karanlık sahneleri koyarken ayrıca şunu düşündüm; seyircinin hayal gücü sansürcülerin makasından daha keskindir. Ben bu cümleyi kurduğumdan beri çok rahatım. Bundan sonra benim filmlerimden istedikleri sahneyi kessinler, ben de o sahneleri karartıp gerekçesini o sahneye koyacağım.
» İstanbul Film Festivali’nde filmin seyirci tarafından çok beğenildi. Ulusal ve uluslararası kategoride yarışmaya adaydı filmin. Ancak filme bir ödül çıkmadı?
N.X.: Adı üstünde festival, mutlu bir şekilde bir araya gelmek, benim için bu zaten ödül gibi bir şey. Çünkü jüri bir grup, başka bir jüri de olsa belki başka bir durumda olacaktı. Zamanla o ödül bir yerlerde kayboluyor bile. Belki biraz insanı motive ediyor o da seyircinin ilgisiyle zaten kazanılıyor.
K.Ö.: Bugün Diyarbakır Surları’nın gücü nedir; zamana karşı direnmiş ve binlerce yıl kalabilmiş olması. Zamana karşı yarışan her şey güçlüdür. Benim için referans olan, bir filmin zamana karşı yarışıdır. Yani zaman ödülünü alalım da festival ödülleri çok önemli değil. Ama tabii ki bir filmin dönemsel olarak kitlelere ulaşması, bizim yeni filmlerimizi çekebilmemiz için ödüller, ekonomik ve tanıtım açısından önemli.
» Aslında ödül alacağınıza kesin gözüyle bakılıyordu?
K.Ö.: Benim festival ödül töreniyle ilgili bir eleştirim var. Özellikle katılan Avrupalılara dönük eleştirim var. Örneğin Almanya’da bir filme 5 saniye sansür gelsin ve o film karanlık bir sahne ile gösterilsin, ödül töreninde bu bir şeye dönüşür ve bununla ilgili mutlaka bir şey yapılırdı. Sansür kişisel meselem değil, bana destek olsunlar diye bunu söylemiyorum. Türkiyeli yönetmenler ve yapımcılar dahil olmak üzere o ödül gecesinde böyle bir film ve böyle bir olay yaşanmamış gibi davranılması Türkiye’nin mevcut durumunu gösteren bir şey bence. Yani gelecekte bir film komple yasaklansa da yaşanacak bir sessizliğin göstergesi bu. O açıdan da bu sessizlik bana iyi gelmedi. Bu sessizlik bana tehlikeli geldi doğrusu.