Malum, hiç kimse sahip olduğu fikirleri kendi “havuç” tarlasında yetiştirmiyor. Hepimiz eldeki verilerden hareket ederek düşünceyi yeniden üretmeye çalışıyoruz. Bu bağlamda şunu özellikle ifade etmeliyim ki, Adilmedya okurlarının benim için özel bir yeri var. Makalelere ve haberlere yapılan yorumlar benim için bir nevi ilham kaynağı. Bu nedenle bu yazının kolektif bir çalışmanın ürünü olmasını, dolayısıyla aynı şekilde düşünen insanların ortak bildirisi niteliğini taşımasını istedim. Yorumları tashih ederek belli bir anlam örgüsü içerisinde bir araya getirdim ve pek tabii kendi düşüncelerimi de işin içine kattım. Bu bakımdan aşağıda okuyacağınız metin, benim ve Adilmedya okurlarının ortak çalışmasıdır.
***
Öncelikle şunu söylemek icap eder ki, yazarlık, dini, mezhebi, ırkı ne olursa olsun ezilenlerden yana olmayı, yaşam hakkı ellerinden alınanların duygu ve düşüncelerini dile getirmeyi, yaşadığı toplumun, hatta bunun da ötesinde insanlığın vicdanı olmayı gerektirir. Bu bakımdan kalem, yazarın iffetidir. Ancak insani değerlere düşman olanların krallığında bir başkadır kalemin yeri. Zavallı kalem, insanlıktan nasibini almamış olanların eline geçince karanlıkların sözcüsü oluverir bir anda. Tevhit, adalet ve özgürlük akar sayfalara kalemin ucundan, lakin utanır kalem onu tutan ellerden… Dünyalık peşindekiler, sahtekârlar ve heva-perestler kalemle kara çalarlar insanlığa. Hal böyle olunca zulmün bin bir türlüsüne şekil verir kalem. Oysa kalem mesuliyettir, sadakattir, namustur. Ehlinin eline geçtiğinde hakikatin ve adaletin sesi, mazlumların vicdanıdır. Ne yalanın ve riyanın adı anılır ne de onursuzluğun esamesi okunur onda. Amma ve lakin kalpleri dillerinde olanların, dilleri Muaviye söyleyip gözleri Yezit bakanların elinde cehennemin yolu tarif edilir onunla. Öyleleri vardır ki, memleketi “salaklar diyarı” zanneder, “nasıl olsa kimse bilmez işin aslını astarını” deyip çalakalem yazarlar.
İnsanlık ailesinin tüm şerefli mensupları statükoya muhalefet etmiş, muharref geleneği ve bu gelenekten beslenen servet ve iktidar-perestleri taşlamış, adalet ve eşitlik mücadelesi vermiş, ortaya koydukları tutum ve davranışlarla yaşadıkları toplumu onurlandırmış, buna mukabil kendilerine düşmanca davranılmış, yurtlarından sürülmüş, ölüme mahkûm edilmişlerdir. Dolayısıyla yaşadıkları çağın egemenlerine başkaldırmayanlar, “insanlığa ihanet eden hainler” olarak anılırlar.
Evet, Ferisilerden söz ediyoruz. Dolmabahçe, Başbakan, rektörler, öğrenci protestosu, polis copu, tekme tokat dövülen öğrenciler, çocuğunu düşüren bir anne ve hayata “merhaba” diyemeyen bir bebek… Ferisilere göre bunun adı “ajitasyon”.
Malum, Ferisilerin insanı yok, hiçbir zaman da olmadı. Bu zihniyete göre Allah, kitap, peygamber… hepsi insansız. Hal böyle olunca olaya yaklaşım tarzı da utanç verici oluyor: “Vay, demek çocuğunu düşürdün ha, nereden peydahladın o çocuğu?” Süleyman Mabedi’nin hahamları gibi… Tamamen insanlık dışı! Hamile kadının orada ne işi var? Hem ortada o kadar da abartılacak bir şey yok, zaten bunlar Ergenekoncu. Ayrıca kız öğrencinin ahlaksızlığını da göz ardı etmemek lazım. Aslında söylenecek pek fazla bir şey yok. Zira “İslamsılar”ın -İslamcı değil “İslamsı”- akılları fikirleri göbekleriyle dizleri arasında. Harem kültürünü içselleştiren, evliliği “yasal fan fini fin fon kurumu” olarak gören, “Dörde kadar yolu var” diyen, cenneti kerhane zanneden, hurilerle gılmanların hayalini kuran seksistler ahlaklı, bebeğini düşüren kız öğrenci ahlaksız. Hasss…
Kerameti kendinden menkul “İslamsı” yazarın, Yeni Akit Gazetesi’nde olaya ilişkin kaleme aldığı yazıyı haber yapan arkadaşlar “Yeni Akit yazarından tuhaf ‘Dolmabahçe’ yorumu” başlığını kullanmışlar. Oysa yazı tuhaf değil; tam anlamıyla bir zihniyet beyanı. Görmemişe silah vermişler önce babasını vurmuş. “Büyük yazar(!)” da gazetede köşe yazmaya başlayınca önce insani değerleri ve halkın vicdanını kurşunlamış. “Mahalle”de bunun adına “Tevhit, adalet, özgürlük” diyorlar. Aman eksik olsun.
Aslında şaşılacak bir şey yok. Zira “İslamsılar”ın insana ve yaşam hakkına duydukları saygı bu kadar. “İslamcılığın üç krizi” başlıklı makalede de ifade edildiği üzere bu zihniyet, hamile cariyeleri ayaklarına taş bağlayarak Sarayburnu’ndan denize atan zihniyetin günümüzdeki uzantısı. Dolayısıyla sebepler farklı olsa da ortaya konan düşünce ve yapılan iş bakımından kafa aynı kafa. Tekvir Suresi’nde sözü edilen kız çocuklarının hepsi meşru ilişkinin ürünü müydü? İyi düşünmek lazım. Durum öyle vahim ki, bu zihniyetin iktidarında ortaya çıkacak diğer garabetleri varın düşünün. Bu kafa insanlığa ne verebilir? Toplum içinde ne tür bir adalet ve özgürlük ortamı var edebilir? Kafalarının içinde örümcek ağları örülü olanlar İslam’dan, Tevhit’ten, adaletten, özgürlükten bahsediyorlar. Heyhat! Ne cür’et! Kelin merhemi olsa önce kendi başına sürer, o misal. Hulâsa, bu güruh artık “İslamcı” olarak değil, “İslamsı” olarak nitelendirilmeli. İslam’ı bu güruhtan münezzeh tutmak lazım. Zira bu zihniyetin İslam’dan anladığı şey tek kelimeyle faşizm!
Bu noktada şunu ifade etmek gerekir ki, İslam, hangi tür ilişkinin ürünü olursa olsun ana rahmine düşmüş bir çocuğun tüm haklarını güvence altına almıştır. Dolayısıyla ona hiç kimse dokunamaz, zarar veremez; aksi takdirde kısas hükmüne tabi olur. Lakin “iktidar yalakalığı” ve “güce tapınma” denilen hastalık, insanın gözlerini kör, kulaklarını da sağır ediyor, dahası aklını başından alıyor.
Bununla birlikte “Polis müdahalesi ile düşük yapma” tanımlaması iğrenç ve suçu perdeleyen bir ifade. Daha önce Canan Bezirğan hanımefendinin ve Erzincan’da Jandarma tarafından gözaltına alınan çarşaflı bir hanım kardeşimizin başına gelenler, bu bayan öğrencinin yaşadığı ile tamamen örtüşüyor. Son yaşanan olayı öncekiler gibi sadece bir “düşük” olarak adlandırmak işkenceye ve polis darbına muhatap olmuş anne adaylarına hakarettir. Kaldı ki, kendi canından bir can taşıyan, dolayısıyla anne adayı olan bir kadının yaşayacağı psikolojik çöküntüyü gözetmeksizin kalem sallamak ahlaksızlıktır. Şurası gayet açık; yazar, “gayri meşru” ilişkinin ürünü olup olmadığından şüphe duymaksızın henüz doğmamış bir çocuğu “Veled-i Zina” olarak görmektedir. Yazarın bilinçaltındaki gerçeklik, bu tür bir ilişkiden doğacak olan bir çocuğun yaşam hakkına sahip olamayacağıdır. Hem bu ülkede bireylerin tercihleri neye göre “meşru” veya “gayri meşru” ilan ediliyor? Devletlûların düzenlediği medeni hukuka göre mi? Bu ülkede “İslami” tercihte bulunan -ki, bence İslami de insani de değildir- birçok erkek birden fazla eşle evlenmeyi tercih etti. Devletin, tercihini çok eşlilikten yana kullanan insanların çocuklarını kanun önünde “piç” saydığı zamanlar ne çabuk unutuldu? Oldukça şaşırtıcı. Bundan birkaç yıl öncesine kadar kanun nazarında resmi nikâhı olmayan eşlerin yaptıkları şey “zina”, çocukların durumu da “Veled-i Zina” idi. Şimdi ne değişti de devletlûların ağzıyla konuşmaya başlandı. Vicdan nokta-i nazarından bakarsak yazar, bu anne adayını “hafif meşrep” gören geleneksel, muharref bir bilince sahiptir. Muhafazakâr bir bakış açısı ile değerlendirme yapmak ne İslami ne de insanidir. Nasıl ki, rakının üstünde “yeni” yazdığı için rakı yeni olmuyorsa “Yeni Akit” de yeni olmayacak. Sağcı, muhafazakâr, yoz bir dil kullanacak. Hangi suçundan ötürü öldürüldü o çocuk? “Piç” olduğu için mi?
Mehmet Akif Ersoy’un şu mısraları, mevcut durumu gayet güzel resmediyor:
Müslümanlık nerde, bizden geçmiş insanlık bile…
Âlem aldatmaksa maksat, aldanan yok, nâfile!
Kaç hakikî Müslüman gördümse hep makberdedir;
Müslümanlık, bilmem amma, galiba göklerdedir!
Yaşananlar açıkça göstermiş oldu ki, “İslamsılar”ın din algısı halkın hiçbir sorununu çözemez. Bu bakımdan “İslamsılar”ın yapacakları en faydalı şey kendilerini tasfiye etmeleridir. Kürt sorununa “Müslümanlar kardeştir” sloganıyla yaklaşan, mazluma “Sen bu çocuğu nereden ve nasıl peydahladın bakayım?” diyerek hem komikleşen hem de iğrençleşen, dinci, bağnaz, statükocu, üstelik akıl ve vicdandan zerre-i miskal nasiplenmemiş olan bu zihniyet, Hz. Meryem’e de aynı soruyu sorarak hayatı zindan etmiş, ezilmesine göz yummuştu. Şu soruyu sormak ne kadar akli ve vicdanidir: “Tamam sen zulüm görüyorsun, haksızlığa uğradın; ama sen bu çocuğu nereden ve nasıl peydahladın?” Zihniyet şu: Bir yandan zulme karşı çıkarken diğer yandan ahlaksızlığa göz mü yumalım? Tencere dibin kara, seninki benden kara! Sen önce “mahalle”deki ahlaksızlıklardan haber ver. Her ne hikmetse “mahalle”de kötülükler hep görmezden gelinir, başka mahalleler söz konusu olduğunda ise pirincin taşı bile malzeme edilir. Filistin’den Irak’a, Edirne’den Kars’a hangi ahlaksızlıkların görmezden gelindiğiyle ilgili olarak yüzlerce örnek sıralamak mümkün.
Hal böyle iken eleştiride bulunmak yasak. Malum, hepimiz kardeşiz(!). Nedense “mahalle”ye yönelik eleştiri yapılacağı zaman birden bire “kardeş” oluveriyoruz. Öncelikle bu ifadeyi kullanmak ön kabulü gerekli kılar ki, bu durumda ne nasihat fayda eder ne de hakkıyla eleştiri yapılır. İrtikap işleyen de “Bu benim kardeşim, nasıl olsa yediğim haltın üstünü örter” diye düşünür. Bir de eleştiri üslubu var tabii. Önce “kardeşim” diyeceksin, “ağabey” diyeceksin ondan sonra eleştireceksin. Karşındaki de seni takacak, ciddiye alacak(!). Oysa eleştirinin olmadığı yerde kokuşmuşluk başlar… Eyyamcılık yaparak “hata” ile “halt”ı aynı kefeye koymak abesle iştigaldir. Eğer kardeşlik yapılacaksa, dertler, sıkıntılar paylaşılır, eşitlik ve adalet mücadelesi birlikte omuzlanır ki, böylece “kardeşlik” kendiliğinden hâsıl olur. Çok zengin “kardeşlerimiz” var, “paraları paylaşalım” demenize gerek yok, sadece borç isteyin kardeşliği görürsünüz. Öz müsünüz yoksa üvey mi, anında çıkar meydana. Hulâsa, asıl kardeşlik dayanışmayla olur.
Şimdi bu durumu nasıl örtmek lazım? Tabii ki, “Ergenekon Destanı”yla… “Her yere kon”u örtbas etmek için kullanılan argümanın adı “Ergenekon”. Ölümü gösterip sıtmaya razı etme taktiği… Halk, Ergenekon’la korkutulup muhafazakârlığa razı edilmek isteniyor. “Anadilde eğitim talepleri Ergenekon’un işine gelir. Ece Nur’un üzerinden ilköğretimde başörtüsü mücadelesi Ergenekon’un ekmeğine yağ sürer. Asgari ücreti tartışmanın sırası değil. Zaten TEKEL işçilerine de “darbeciler” destek oluyor. Kürtlerin talepleri tam anlamıyla ırkçı çizgide.” Yok devenin nalı…
İktidara yaltaklananlar, Cumhurbaşkanı’nı ve Meclis Başkanı’nı es geçerek Genelkurmay’a karşı açıklama yapıyorlar. Sanki ülkeyi Genelkurmay yönetiyor. Sizin o dediğiniz BOP takvimlere düşmeden önceydi. Üsküdar’da sabah oldu, günaydın(!). Belli ki, klasik zihin, AKP yıpranmasın diye her türlü zulme karşı sessiz kalıyor. Bir başka ifadeyle “dilsiz şeytanlar”ı oynuyor. Tartışmayı kapalı yapacakmışız. Vay be, sen günlük bir gazetede açıktan yazı yazacaksın, biz de kapalı devre tartışmalar yapacağız. Kamuoyu önünde yapılmış bir eylemi kapalı devre tartışmalarda temize çıkaracağız. Yok öyle yağma! Bebeğini düşüren kız öğrenci kamuoyu önünde suçlanacak, “İslamsı” yazar da kapalı devre tartışmalarda aklanacak. Basın gidin kardeşim, hasta etmeyin adamı. Biz “Politbüro” muyuz ki, kapalı devre tartışalım. “İslamsı”nın teki pisleyecek, biz de çıkıp temizleyeceğiz. Kabak tadı veriyor artık bu iş.
Sonuç itibariyle tarih tekerrür ediyor. 16 Şubat 1969’dan (Kanlı Pazar) 4 Aralık 2010’a “İslamsı cephe”de değişen bir şey yok. Dün 6. Filo, bugün Füze Kalkanı, YÖK, Dolmabahçe, asgari ücret, şu, bu… Şimdiye kadar iktidarla hep kol kola olan “İslamsılık”, anti-komünizmi merkeze alarak düzenin en sadık, en pespaye işbirlikçisi olmuştur. Kapitalizm, dolayısıyla emperyalizm uşaklığı ve “şekil a”da da görüldüğü gibi eleştiriler karşısında “mağduriyet edebiyatı” yapmak “İslamsılar”ın genel karakteristiğidir. “Mahalleli” cümbür cemaat NATO’ya asker yazılmak için sıra bekliyor. Servet ve iktidar, insanı “insan” olmaktan çıkarıyor. Yezit ve “İslamsılar”; aynı kafa! Dolmabahçe vakası, insanlığı kendi ürettikleri “ahlak çarpıklığı”na mahkûm edenlerle ahlakın ancak adaletle mümkün olacağını fark edenler arasındaki derin uçurumu bir kez daha ortaya koymuş oldu. Allahsızlığı “Allah’a bağlılık” zannedenlerin, insani değerlerden ve beyni faal olanlarca üretilen düşüncelerden nasiplenmelerini elbette beklemiyoruz… Ne diyelim, keser döner sap döner, gün gelir hesap döner. Buna da “Biz o günleri insanlar arasında döndürür dururuz” (3/140) ayetinin tefsiri diyorlar efendim…