Bizim gibi ülkelerin en zor yanı “gerçek”le “gerçekmiş gibi olan”ın yan yana yaşayabilir olması. “Gerçek”le “gerçekmiş gibi olan”ın yan yana yaşayabilir oluşu ise bir tür “mistik” bir ortam anlamına geliyor. “Gördüğün gerçek de olabilir hayal de!” anlamında.
Bütün “Doğu”yu ya da eski ve daha anlamlı ifadeyle “Şark”ı “mistiklik”le tanımlayan Batı, bunu düşünerek mi kullandı bilmiyorum. Ama bildiğim, Batı’nın, “gerçek”le hep daha ilgili olduğu.
Bu nedenle de Batı, “gerçeğin” (ve aklın) egemen olduğu bir medeniyeti temsil etti hep. Doğu ise hep “gerçekmiş gibi olan”ı, yani hayali…
“Gerçek olan”la “olmayan” bir kez karışmaya başlayınca, yönetenle yönetilen, güçlü olanla olmayan da karışmaya başlar. Kimdir asıl kararı veren, kimdir güçlü olan belli olmaz. “Söyleyen” midir “söyleyen” yoksa bir “söyleten” mi vardır, karışır.
Böyle bir durumu en iyi anlatan sahnelerden biri 1982’de Peter Weir’in The Year of Living Dangerously adlı filminde vardı; Endonezya’da Başkan Sukarno’ya karşı girişilen darbeyi konu alan filmin bir sahnesinde yerel bir gazeteciyle (Linda Hunt) Avustralyalı bir gazeteci (Mel Gibson) arasında geçiyordu.
Yerel gazeteci mealen şöyle diyordu Batılı gazeteciye, bir tür Hacivat-Karagöz perdesinin ardında durarak: “Sizler (Batılılar) hep bu perdede gördüklerinizle ilgilisiniz, oysa biz Endonezyalılar (yani Şarklılar) perdede gördüklerimizin ardındaki ellerin kimlerin olduğuyla… Aramızdaki fark da bu sanırım.”
Perdede görülenler yani “gerçekler” Batılıyı ilgilendirirken, Doğulu o “gerçekleri” gördüğü halde “gerçeklerin ardında” olanla meşgul. Yani “gerçek”le “gerçekmiş gibi olan”ın karıştığı “mistik” bir havayla…
Biz hâlâ öyleyiz. “Biz”den kastım tabii ki Türkiye toplumu. O nedenle de hâlâ “rivayetler”, “dedikodular”, “semboller” bizim toplumumuzun hâkim olguları.
WikiLeaks’ın yayınladığı belgeler, içlerinde ne olursa olsun “gerçekler”i konu ediyorlar. En azından Amerikan diplomatlarının gözlüklerinden görünenleri. Bu nedenle de bu belgelerin gerçeği yansıtıp yansıtmadıkları önemli değil, önemli olan bu diplomatların onları “gerçek” gibi algılamış olmaları.
Ama bakın başta Cumhurbaşkan’ımız ve Başbakan’ımız olmak üzere neredeyse tüm devlet yetkilileri bu “gerçekleri” gerçek gibi algılamıyorlar. Daha doğrusu WikiLeaks belgelerinden çok o belgelerin ardında olanla daha ilgililer. Yani bu “Neoconların işi”, ya da bu “İsrail’in işi” ya da bu “CIA’in işi” gibi bir yaklaşım onların daha tercih ettikleri bir yaklaşım.
Ben neredeyse eminim ki, bugün Türkiye çapında bir anket yapılsa benzer bir yaklaşım halkın genelinde de benimsenen bir yaklaşım olarak çıkacaktır. Dedim ya “gerçek”le “gerçekmiş gibi olan”ın yan yana yaşayabildiği bir ülke, Türkiye.
Ulus-devlet değişirken ulus-devlet ilişkilerinin değişmesi de normal sayılmalı. Bu nedenle de WikiLeaks olayı hiçbir önemli “gerçeği” ifşa etmese de daha şimdiden bütün uluslararası ilişkiler alanında bir devrim etkisi üretmiş durumda. O nedenle de eğer biz de “gerçekmiş gibi olan”lar dünyasından “gerçeklerin olduğu” dünyaya yöneleceksek WikiLeaks olayını ciddiye almamız gerek. Üstelik ardında kimlerin ve nelerin olduğuna bakmaksızın…
Taraf