Ahval ile Bölgenin Nabzı’nda gazeteci Fehim Taştekin bu hafta, Türkiye’nin son haftaki en önemli gündemi McKinsey anlaşmasını, Menbic ve İdlib’teki son gelişmeleri, Suudi gazeteci Cemal Kaşıkçı’nın akıbetinin Türkiye-Suudi Arabistan ilişkilerine etkilerini ve Irak seçiminin Ortadoğu’ya yansımalarını yorumladı.
Taştekin’e göre Erdoğan McKinsey’in kendisi açısından yeterince ‘kullanışlı’ bulmadı. Menbic ve Fırat’ın doğusunda, ABD’nin Suriye Demokratik Güçleri ile işbirliği sürecek. İdlib’te ise Türkiye oyalama taktiklerine giderse, Rusya ile kriz her an yaşanabilir. Zaten uzun vadede TSK’nın Suriye’deki varlığı; Rusya ve müttefikler tarafından sorun olarak görülmeye de aday.
Fehim Taştekin, Washington Post yazarı Cemal Kaşıkçı’nın kaybolmasının ise, gergin olan Suudi Arabistan ile ilişkileri giderek ‘rekabetçi’ bir potaya iteceği görüşünde. Taştekin Irak seçimlerinin sonuçlarını ise “Türkiye’nin etkisini tamamen yitirdiği ortaya çıktı” diye yorumluyor.
Erdoğan, McKinsey üzerinden Amerikan karşıtlığına devam ediyor. Bu iç politikaya yönelik bir söylem mi, etkilerini Suriye’de göreceğimiz bir temel siyaset değişikliği mi?
Erdoğan kendi kişisel kurtuluş savaşını veriyor. Ekonomideki çöküş trendi Erdoğan için kâbusu derinleştirdi. İktidarın bekası için bu karanlık tünelden çıkması lazım. Bunun için milliyetçilik-millilik mevsiminde lanetlemeye başladıkları dış güçlere birden bire el vermekte beis görmüyorlar.
Sanırım BM Genel Kurulu vesilesiyle New York çıkarmasında ABD ile belli şeyleri yoluna koymak, ardından Almanya özelinde AB ile yeni başlangıçlar yapmak için McKinsey’den danışmanlık almak Saray için değerli bir fikir gibi geldi.
Fakat McKinsey bu kez kilitleri açmaya kâfi gelmedi. Üstelik hamaseti bu kadar kökleyip krizin sorumlusunu dış güçler olarak gösterdikten sonra şeytanileştirilen taraftan biriyle anlaşma yapmaları iç kamuoyunda da ters tepti.
McKinsey mali kanalları açmaya ve kaynak bulmaya yarayacak bir kolaylık getirseydi, Erdoğan iç kamuoyunu kendi tarzıyla oyalayıp yine de yoluna devam edebilirdi. Ama anlaşılan hesapları tutmadı. Erdoğan ısrarla Türkiye’ye biçtiği ucube elbiseyle Batı’da kabul görmeyi çalışıyor.
Genel çerçevede o ayarı yeniden tutturabilse bunun Suriye ve bölge politikalarına yansımaları olabilir. Ama beklediği uyumu bulamadan da Suriye’de Rusya ile girdiği yoldan çıkmayı göze alamıyor.
Menbiç’te olası gelişmeler ne olabilir, Türkiye-ABD işbirliği nereye kadar gider?
Ankara Menbic’le ilgili beklentileri çok yukarı çıkarttı. Öyle bir hava estirildi ki Afrin’deki gibi kentin tamamen Türk ordusu ve müttefik milislerin kontrolüne gireceği zannedildi.
ABD’nin durduğu yer ile Türkiye’ninki farklı. Ankara’yı teskin etmek için bir orta yol bulmaya çalıştılar. İki tarafın bu formülle ilgili tanımı da, birbirinden kopuk. Şu anda Türk ve Amerikan güçleri kentin dışında ayrı ayrı devriye geziyor.
Sıradaki adımı Amerikan Savunma Bakanı Jim Mattis ‘ortak devriye’ olarak açıkladı. Dediğine bakılırsa ortak devriye gezecek ekiplerin eğitimine yakında başlanacak. Fakat bu devriyenin, kentin içini kapsayıp kapsamadığı belli değil.
Amerikalılar kente girmekten bahsetmiyor. Girseler bile bu kentin kontrolünün Fırat Kalkanı güçlerine bırakılacağı anlamına gelmiyor. Amerikalıların ‘uzlaştık’ dediği şey, kentin yönetiminin yerli güçlere bırakılmasıdır.
ABD’nin kafasındaki yerli güç, Menbic Askeri Konseyi. Türkiye ise bu konseyi YPG’nin paravanı olarak görüyor ve Fırat Kalkanı’na eşlik eden güçleri buraya taşınanın hayalini kuruyor.
Durum bu iken Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü İbrahim Kalın diyor ki “ABD Menbic’te Türkiye’yi oyalıyor”. Evet, oyalıyor, bu başından beri böyle. ABD hiçbir zaman “Menbic’i size devredelim” demedi ki! Menbic ve genel çerçevede ABD’nin YPG’ye desteği, Ankara-Washington hattında baş ağrısı olmaya devam edecek.
Diyelim ki Menbic’te olağanüstü bir gelişme yaşandı ve Türkiye’nin dediği oldu; yine de Fırat’ın doğusundaki fiili durum bugünden yarına Ankara’nın beklediği şekilde değişmeyecek. Bu restleşmeler bir süre daha devam edecek.
Çünkü ABD “Suriye’de işim bitmedi” diyor. İşini de Suriye Demokratik Güçleri ile birlikte görüyor. Kürtlerle ortaklığı bitirmesi ABD’nin Suriye planlarına erkenden paydos etmesi anlamına geliyor. Ki böyle bir sinyal yok.
İdlib’de işler Türkiye’nin istediği gibi gidiyor görünüyor ama bu kalıcı bir durum mu, şartlar Erdoğan’ın iddia ettiği gibi serbest bir seçime kadar TSK’nın Suriye’de kalmasına izin verir mi?
İdlib’de hâlâ ciddi belirsizlikler var. Bir kere ağır silahların teslimi ile ilgili çelişkili açıklamalar geliyor. Bir taraftan bazı silahlı güçler “Tankları veririz ama cephe hatlarımızı hafif silahlar ve savaşçılarla tahkim ederiz” diyor. 15-20 km’lik alandan çekilme meselesi de bulanık.
İmkânsız görev, terörist örgütleri ayırma noktasında düğümleniyor. Türkiye’nin Heyet Tahrir el Şam, Hurras el Din ve Türkistan İslami Parti gibi gruplarla nasıl bir çözüme vardığını hâlâ bilmiyoruz. Bu gruplar çekiliyor mu, çekiliyorlarsa nereye çekiliyor? Bu örgütler silahları teslim etmeyi ‘dine ihanet’ olarak gördüklerini ilan etti. Ben neyi hallettiklerini hâlâ anlamış değilim.
Durum sanıldığı gibi basit değil. Türkiye bir şeyler yapıyormuş gibi davranıp, “anlaşmanın şartlarını yerine getirdim” diyerek statükoyu koruma yoluna gidebilir. Rusya bunu yutmaz. Bir aşamadan sonra bu kriz yeni hatlar üzerinden yeniden ısınır.
Erdoğan serbest seçimlere ve iktidar halka geçinceye kadar Türk ordusunun çekilmeyeceğini söyleyerek iddiayı hayli büyüttü. Biraz Amerikanvari bir çıkış oldu. İdlib’den sonra ABD’nin bulunduğu Fırat’ın doğusu ile Fırat’ın batısındaki Türk askeri varlığı; Rusya, İran ve Suriye açısından ana problem olmaya başlayacak.
2012-2015 arası Suriye’de yakaladıkları ivmeyi ve ele geçirdikleri kentleri kaybettikleri halde bu saatten sonra eldeki silahlı muhalif bakiye ve TSK’nin sahadaki varlığını kullanarak yeni koşullar yaratabileceklerini ve böylelikle rejimi değiştirme oyununu sürdürebileceğini zannediyorlar. Bu ısrar Türkiye’nin başına çok belalar açacaktır.
Hâlihazırda El Kaide ve türevlerine kalkan pozisyonuna düşmüş durumdalar. Bu başlı başına beladır. Mülteci akınına engel olan bir bariyer misyonu ile batının sessizliğini satın aldılar. Yarın Suriye içinde ve sınırlarda ne tür belalarla karşılaşacaklarını bilemedikleri gibi uluslararası koşullar da Ankara’nın aleyhine hızlıca dönebilir.
Suudi Arabistan ile gazeteci Kaşıkçı üzerinden yaşanan gerilim ilişkilerin kopmaya gitmesine kadar yol açar mı, böyle bir gelişme Türkiye’nin Suriye ve Irak politikalarının nasıl etkiler?
Körfez’deki kriz sırasında Katar’a kalkan olarak Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri’yle ters düştüğü halde Erdoğan, Suudi Kralı ile ilgili çok dikkatli hatta torpilli bir dil kullandı.
Gerilim 2013’te Türkiye’nin Mısır’da Müslüman Kardeşler’e karşı darbeyi en fazla eleştiren ülke olmasıyla başlamıştı. Yine de Erdoğan, Suudi Arabistan’ı hedef almaktan ısrarla kaçındı. Mesela Yemen’deki Suudi-Emirlik koalisyonunun insanlığa karşı işlediği suçları da kesinlikle ağzına almıyor.
Suudiler son zamanlarda ABD’nin yönlendirmesiyle Suriye Demokratik Güçleri’ne de yanaştı. Bu da Ankara’da öfke yaratıyor. Fakat Erdoğan acayip derecede ABD’ye vururken Suudileri es geçiyor. Belli ki kamuoyu önünde kavgadan kaçınılıyor. Bu bir tercih. Kuşkusuz Körfez’in liderleriyle kavganın ekonomik maliyetleri olabilir.
Suudiler Türkiye’de gayrimenkul satan yabancılar grubunda Iraklılardan sonra ikinci sırada. Suudilerin Körfez’deki birçok ülkeyi etkileme ve yönlendirme kapasitesi de var.
Bunun dışında Harameyn’e hürmeten Suudi krallarına da saygı, Türk siyasetinde sanki bir gelenek. Fakat Kaşıkçı olayı çok daha ciddi. Mesele acayip bir yere doğru gidiyor. Eğer gerçekten Kaşıkçı kaçırıldı ya da konsoloslukta öldürüldüyse diplomatik kriz kaçınılmaz.
Burada hükümetin bu krizi nasıl yönetmeyi tercih edeceği de önemli. İsterse bu olayı çok büyütür ve elçiyi sınır dışı edip yaptırımlara yönelebilir. Ya da bu krizi kullanıp Suudileri başka alanlarda pazarlığa çekebilir.
Türkiye, Kaşıkçı olayı üzerinden Suudi-Emirlik ile Katar-İhvan eksenleri arasındaki kan davasının tam ortasında kalmış oldu. Elbette dış politika alanında bu gerilimin, Türkiye ile Suudi Arabistan’ın yollarını kesiştiği yerlerde etkisini göstermesi muhtemeldir. Hâlihazırda Suriye’de ortaklıktan karşıt güçleri destekleyen duruma gelindi. Irak, Lübnan, Yemen ve Bahreyn gibi birçok yerde iki ülke ‘Sünni’ paydada buluşuyordu.
Artık ilişkilere rekabet faktörü girecektir. Afrika’da da birçok yerde Türkiye’nin ayağına çelme hamleleri gelebilir. Suudilerin İslam dünyasıyla ilişkileri 1960’lardan beri çok derinlere nüfuz etti. Türkiye daha buralarda emekleme aşamasında.
Irak’ta seçim sonuçları ve yeni oluşan yönetim bize neler anlatıyor?
Irak’ta Türkiye nüfuz sahibi ve İran’ı dengeleyen dış faktör olmakla övünüyordu. Bu seçimler bir kere Türkiye’nin etkisini tamamen yitirdiğini gösterdi. Seçim sonrası süreçlerde ABD ile İran’ın kıran kırana bir nüfuz savaşı söz konusuydu.
ABD’nin bütün derdi Haydar el İbadi’nin ikinci kez başbakan olması ve İran’a karşı yürütülen yeni tecrit politikasına uyumlu bir ekibin başa geçmesiydi. Bütün baskılara rağmen Brett McGurk, gölge oyuncusu Kasım Süleymani’nin önünü kesemedi. Yani ABD ilan ettiği hedefin gerisinde kaldı. Bu bakımdan başarısız oldu diyebiliriz.
Elbette İran’ın da mutlak surette dediği olmadı ama her iki tarafı da gözetebilecek isimler koltuklara geçti. Meclis başkanı dağılım gereği Sünnilere veriliyor. Seçilen Muhammed Halbusi, Sünni olmasına rağmen İran’a yakın bir isim olarak görülüyor.
Cumhurbaşkanlığına Kürt kontenjanından Berhem Salih’in seçilmesi de Amerikan-İran paslaşmasının sonucu. Bazıları İran, bazıları ABD etkili oldu, diyor ama benim edindiğim bilgiler başlangıçta farklı yerlerde dursalar da günün sonunda her iki tarafın da Berhem Salih’i istediği yönünde.
ABD’nin bağımsızlık referandumu sırasında küstürülen Mesut Barzani’nin gönlünü almak için cumhurbaşkanlığının KDP’ye verilmesini istediği de konuşuluyor. İran’ın bağımsızlık referandumundaki tutumundan dolayı KYB’yi ödüllendirmede ısrar edip Salih’i öne sürdüğü de konuşuluyor. Kanaatimce ABD ve İran nihayetinde uzlaşmasaydı Salih seçilemeyebilirdi.
Başbakanlık koltuğuna da hem ABD hem İran’la ilişkileri iyi olan Adil Abdülmehdi oturdu. Burada Şii merciiyet makamının yani Büyük Ayetullah Ali Sistani’nin telkinleri etkili oldu. Yani kimse Sistani’nin sözünün üzerine çıkamadı, çıkmaları da zor. Sistani öyle bir tavır takındı ki ne İranlılar ne de Amerikalılar mutlak surette kendi taleplerini dayatamadı.
Buradan çıkan sonuç şudur: ABD ve İran, Irak sahnesinde güç savaşına devam edecek. İran’ın nüfuz kabiliyetini kesmek şu aşamada ABD’nin erişebileceği bir hedef gibi durmuyor. Bu iki güç arasındaki kavga Türkiye’ye oyun oynama alanı bırakmadı. Türkiye, Sünni aktörler üzerinde bile etkili olamadı. Dahası Türkiye bütün dikkatini Suriye’ye vermiş durumda. Irak’ta yapılan çok hata oldu.
Bu hatalar Türkiye’yi saf dışı bıraktı. Bu hatalar yeniden ve iyi düşünülmüş başlangıçlarla telafi edilebilir ama Ankara henüz bir yol haritasına ve bunu hayata geçirecek akıl ve ekibe sahip değil. Ankara’nın dış politika bagajı takıntılarla dolu. Bu kadar hercümerç diplomasiye nefes aldırmıyor. Mevcut diplomasi araçları da siyasi iradedeki arızalar yüzünden işlevsel olamıyor.