‘Popüler deyişle %99’u Müslüman olduğu söylenen Türkiye’de, İlahi kelamın mü’minleri tarif ederken “sözü dinlerler ve doğrusuna uyarlar” tarifinden ne kadar da uzaklaşıldığını gösterdiği için de ilgi alanımıza girmesi gerekiyor.”
Bilindiği üzere, son zamanlarda gündemde en çok yer alan konulardan biri, Türkiye’nin nereye gittiği, geleceğinin ne olacağı sorusudur. Özellikle Anayasa değişikliği ve 24 Haziran seçimlerden sonra, halkın belli bir kitlesi, yönetimin artık tek adamın elinde toplandığını düşünmekte, bu düşüncenin etkisiyle özgürlüklerin kısıtlanacağından endişe duymaktadır. Bu kapsamda, Türkiye’nin geleceğine ilişkin endişeler artmaktadır. En çok da “Türkiye, Azerbaycan, Türkmenistan, Libya, Irak, Suriye, Arap Emirlikleri ve İran gibi dini baskıların, bölünmelerin, iç savaşların olduğu, otoriter tek adam ülkesi mi oldu/oluyor”endişesidir.
Bu konuyla ilgili farklı bakış açıları bulunmaktadır. Bu nedenle adilmedya.com olarak çok sayıda yazar, akademisyen, kanaat sahibi kişi ve yazarla “Yeni Türkiye Soruşturması” yaptık. Görüşlerini bizlerle paylaşan yazarlarımıza teşekkür ediyoruz.
Soruşturmada bugün Fatma Bostan Ünsal’ın görüşleri:
1-Türkiye nereye gidiyor?
Türkiye hiçbir zaman sorunlarını, rasyonel bir şekilde müzakere ile çözen, birbirlerini ikna ederek çözüme ulaştıran bir toplum olamadı ama bu günlerde adeta gözümüze sokulan keyfi, sorumsuz, hesap vermekten uzak bir yönetimin vukuatları ile de bu kadar sık karşılaşmıyorduk. Bir başka ülkede olsa en azından bazı yöneticilerin istifa edeceği kötü yönetim uygulamalarına her gün bir yenisi ekleniyor ve büyük bir pervasızlıkla yolsuzluk, yağma, tedbirsizlik olayları yaşanıyor.
Aslında her biri müstakil yazı konusu olacak üç örnek vererek pervasızlığın düzeyini göstermek istiyorum. Türk Telekom’un %55 hissesine sahip olan OTAŞ’ın kendisine kredi veren bankalara borcunu ödeyememesi sonucunda kamu oyunda bir kez daha tartışılan Türk Telekom’un özelleştirilmesini ele alalım. Hatırlayacak olursak Türk Telekom’un %55’i, 2005 yılında kasasında 2.2 milyarı varken 6.5 milyar dolara özelleştirilmiş ve bu şirket geri kalan borcu için Türk bankalarından 4.75 milyar dolar kredi almıştı. Bu tam bir skandaldır, özelleştirmenin en önemli sebeplerinden olan “yabancı sermaye çekmek” burada hiç gerçekleşmemiştir. Dahası borç aldığı bankalara da borcunu ödemediğini, borçlarını toparlayabilmek için 2013’de tekrar borç aldığını sonunda onu da ödeyemediği için hisseleri bu bankalara devredilince anlıyoruz ki tam anlamıyla yağma yapılmıştır. Bu bankaların, “basiretli bir tacir gibi davranma” yükümlülüğünü yerine getirmemiş oldukları açıktır. Bankaların on yıldan fazla ödeme yapılmadan beklemesi hayatın normal akışına ters olduğu için sorgulanmalıdır. Aynı nezaketi diğer borçlularına göstermediklerini çok iyi biliyoruz. 2017 yılında BDDK’nın OTAŞ’a borç veren otuzun üzerindeki bankaya borçlarını takibe almayın talimatı verdiğini biliyoruz, buna benzer bir talimat mı verilmiştir, bunların bilinmesi gerekiyor. Ayrıca OTAŞ’ın yönetim kurulu üyelerinin hiçbir sorumluluğu olmayacak mıdır? Kar eden bir şirketin borcunu ödemeden kazancını yurt dışına çıkarmasında bütün bu olanları seyreden yönetim kurulu üyeleri ve daha üst düzeyde sorumlular bulunmayacak mıdır? Yine 21 yıllığına kullanım hakkı olan bu şirketin Türk Telekom’un gayri menkullerini nasıl satabildikleri de incelenmelidir? Aslında Cumhurbaşkanı Sözcüsü bile bu konuda hata olduğunu söylemiştir. Konu, hatayı aşan bir hüviyette olsa da, bu hatanın üzerine gidilmesi, hatayı kimin- nasıl yaptığı ve bunun bir yaptırımının olması gerektiği her düzeyde tartışılması gereken bir husus olmasına rağmen büyük pişkinlikle hiç kimsenin sorumluluk almadığını, başa gelenin sanki bir doğal afetmiş gibi davranıldığını görüyoruz.
Yönetimin soruna sebep olmasına rağmen hiç sorumluluk hissetmemesine ikinci örneğim bugünlerde gündemimize giren şarbon hastalığıdır. Menşeinde hayvanların sağlıklı olup olmadığını tespit etmek için ithalatçıların veteriner götürülmesi mecburiyetinin kaldırılması neticesi ithal edilen ve kurbanlık olarak da her tarafa gönderilen, üstelik şarbon hastalığı tehlikesi belirmesine rağmen bu yanlış kararı alan bakanın hiç sorumluluk duymaması, hatta konuyu çok incitici bir şekilde ele alan ifadelerde bulunması şok edicidir.
Üçüncü örnek, TCDD treninin Tekirdağ’da yağmur sonrası altı boşalan rayların çökmesi nedeniyle 24 kişinin öldüğü 300’den fazla kişinin yaralandığı kazadır. Bu kaza sonrası Türkiye’de hiç kimse sorumluluğu üstlenmezken benzer şekilde Bulgaristan’da bir trafik kazasında 17 kişinin ölümüne yol açan kazanın ardından İçişleri Bakanı, Ulaştırma Bakanı ve Bölgesel Kalkınma ve Kamu İşleri Bakanları istifa etmesi bizlere yönetimin sorumluluğunu hatırlatmıştır.
Tabii Bulgaristan’da olduğu gibi yöneticilerin sorumluluk sahibi olduğunu hissetmesi sadece oradaki yöneticilerin üstün ahlaklı olmalarıyla ilgili değildir. Yöneticilerin öyle olmasını adeta zorlayan bir siyasi kültür neticesinde bu tür davranışları görebiliyoruz. Bu siyasi kültürü de gerek yönetici gerek vatandaş birlikte oluşturuyor.
Türkiye’de neden böyle bir siyasi kültür yaygın değildir diye düşünmek gerekir sanıyorum. Böyle bir siyasi kültür için her şeyden önce konuların kamuoyunda açık bir şekilde tartışılıyor olması ve pek çok meselede insanların mensubiyetleri ve oy verdikleri partilerden bağımsız tavır geliştirmesi gerekiyor. En son ve temizlik ve ter kokusu ile ilgili olarak Emre Kongar’a yönelik tepkilerden ve canlı canlı hayvanları itlaf eden ve bu yüzden eleştirilen bir belediyeyi korumak için “cünüplerden hayvan haklarını öğrenecek değiliz” yazılı pankartlarla Ak Partili belediye başkanını korumaya çalışanların varlığından hareket ederek söyleyebiliriz ki her şey mensubiyet üzerinden değerlendirilmekte, “söz” veya “davranış” onu söyleyen ve davranandan bağımsız değerlendirilmemektedir.
Yukarıda saydığımız gerek Telekom, gerek şarbon gerekse de tren kazası ile ilgili konular Türkiye’deki herkesin zararına sebep olduğu açık olmasına rağmen neden bütün toplum tarafından tartışılamadığı, zaten ana akım medyada görünürlüğü çok kısıtlı olan muhalif kesimin ilgilendiği bir husus olması ancak böyle izah edilebilir. Tüm toplumun zararına olan bu tür konuları toplumun yarısını oluşturan kesimin gündemi haline getirmeden yönetimdeki siyasetçilerin sorumlu davranmasını bekleyemeyiz. Siyasilerin sorumlu, hesap veren bir statüde bulunmadığı takdirde bu kısır döngüden kurtulmak mümkün olmayacaktır.
Bu durum sadece daha iyi yönetim gibi “dünyevi” amaçlarla ilgili de değildir. Popüler deyişle %99’u Müslüman olduğu söylenen Türkiye’de, İlahi kelamın mü’minleri tarif ederken “sözü dinlerler ve doğrusuna uyarlar” tarifinden ne kadar da uzaklaşıldığını gösterdiği için de ilgi alanımıza girmesi gerekiyor. Keza muhatabına güven endeksi de İsveç’de %75 iken Türkiye’de %5 olması mü’min olmanın başka bir tarifi olan “eline ve diline güvenilen” olmaktan toplum olarak ne kadar uzaklaşıldığını gösteren bir toplumsal gösterge olduğu için de ilgiyi hak ediyor.
Kutuplaşmış bu siyasi kültürde, ekonomik ve toplumsal alanlarda büyük yetkileri olan ve hem her gün kontrolünü arttıran hem de neredeyse bütün bu gücü kendi yetkisine alan siyasi güç, bu ortamda hesap verebilirlik ve şeffaflıktan uzaklaşıyor; neticede rasyonel olmaktan uzaklaşabiliyor, yanlış yaptığında düzeltecek mekanizmalardan kendisini eksik kıldığı bu ortamda krizler vakayı adiye olmaktadır.
2- Irak, Suriye gibi Türkiye’de de bir bölünme yaşanabilir mi?
Her ne kadar kutuplaşmış bir toplum olmak, sorunları teşhis ve çözüm bulmada ortaklaşmamızı zorlaştırsa da Irak veya Suriye gibi bir bölünmenin olacağını düşünmüyorum. Bir kere Irak ve Suriye dahili özellikleri itibarıyla Türkiye’den çok farklıdır. Ayrıca dış faktörler konusunda da aynı durum yok bence: Irak ve Suriye’nin her ikisinin bugün içinde bulunduğu durumun esas sebebi dış müdahale, daha açık söylersek savaş, Türkiye için söz konusu değildir. İç özellikler hususunda da Türkiye’deki halkın bölünmüşlüğü mesela Irak’taki gibi değildir. Etnik, mezhepsel ve hayat tarzı farklılıkları birbirini pekiştiren bir örüntüde değildir, tabii bu Türkiye’nin şansıdır. Her ne kadar bazı konularda eleştirsek de Türkiye’nin seçtiği siyasi ve ekonomik tercihleri neticesinde böyle bir netice elde edildiğini söyleyebiliriz. Türkiye’deki ekonomik ve sosyal entegrasyon Irak’taki toplumla karşılaştırılamaz bile.
3- Bir zamanların başörtüsü mağdurlarının mağduriyeti giderildi, fakat aynı kaygıyı şimdi başörtüsü takmayan vatandaşlar mı taşıyor? Türkiye’de başörtüsü zorunluluğu gelir mi? Siyaset kadın bedeni üzerinden mi devam edecek?
Aslında başörtüsü mağduriyetinin gideriliş biçimi bizim sorunları nasıl çözdüğümüzü (veya çözemediğimizi) gösteren en açık örnek. Türkiye halkının % 80 başörtüsüne karşı olmasına ve kadınların da %60-65’i şu veya bu şekilde başörtü kullanmasına rağmen başörtüsü yasakları kondu, başörtülü kadınlar temel hakları olan eğitim, çalışma ve siyasi haklarından yoksun kaldılar on yıllarca. Siyasetin adli ve askeri vesayet altında olması nedeniyle bu yasak sürdürüldü, çözümü de toplumun müzakere ederek çözmesi ile olmadı. Siyasi güç ile oldu biraz ve şunu da ilave etmeliyim bu yasağın kalkması sırasında gerilimden uzak duruşu ile CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun olumlu katkısı olmuştur.
Aslında başörtüsü yasağı ve çözüm şekli herkes için çok öğretici olmalıdır, iktidarın kimliğinden bağımsız olarak, iktidar bir şekilde oluşursa çoğunluğun zararına ve eğilimine karşı olsa bile nasıl zulümlere sebep olabildiğini gösteriyor. Geriye bakarak kutuplaşmaların üstesinden gelebileceğimiz bir tecrübe olabilir aslında bu husus ama bence bundan gereken dersi hiç kimse almıyor. Muhafazakar kesimin alacağı ders, iktidarların nasıl acımasız olabileceği, olmadık şekilde zulümlere kılıf bulabileceği, bu yüzden iktidarlara karşı eleştirel olmak gerekliliği ve en önemlisi böyle bir çoğunluğa sahip olmayan temel haklarla ilgili yasakların nasıl üstesinden gelinebileceğini düşündürmek olmalıdır. Laik kesimin de başörtüsü yasaklarının kalkmasını bir mevzi kaybı olarak görmemesi, gecikmiş bir hakkın ifa edilmesi olarak görüp muhafazakar kesimden daha önde olarak bu durumdan memnun olduğunu göstermesi ve muhafazakar kesime iktidarların kıyıcılığının örneği olarak gösterebilmeliler. Aslında Türkiye’de var olduğu söylenen %65-70 muhafazakar %30-35 sol dengesinin değişmeye başladığını hem 2017 Anayasa referandumunda hem de 2018 Cumhurbaşkanlığı seçiminde gördük. Bu yüzden kutuplaşmadan en fazla zarar gören kesimlerin bunun üstesinden gelecek yol ve yöntemleri bulması ve üzerinde durması daha akla yakın olacaktır.
Başörtüsü takmayan arkadaşlar adına konuşmam ayıp olur, o yüzden onların bir mağduriyet kaygısı taşıyıp taşımadıklarını söyleyemem. Sosyal olarak herhangi bir “mahalle baskısı” altında olup olmadıklarını bilemem ama bu durum başörtüsü yasağı ile karşılaştırılamaz. Başörtüsü yasağı, resmi bir yasak okula girmenize, çalışmanıza engel oluyor siyasette geri durmanıza yol açıyordu.
Başörtüsü zorunluluğu getirileceğini sanmıyorum. Böyle bir zorunluluk olan İran bile bu uygulamadan vaz geçmek istiyor görünüyor.
Siyaset kadın bedeni üzerinden devam edeceğini zannetmiyorum. Haklısınız uzun süre kadın üzerinden siyaset belirlendi. Türkiye’deki ana siyasi akımlar olan İslamcılık ve Batıcılık’ın ana ayrım noktası bir anlamda buna dayanıyordu. Çok kaba tabirle ifade edecek olursak, Batı’nın ilmini alalım ama kültürünü almayalım diyen İslamcılar ile hem ilim hem de kültürünü alalım diyen Batıcılar arasında kültür ve kültürün en görünür unsuru olan kadın ayrım noktası oluyordu. Zaten başörtüsü yasakları da ancak böyle anlaşılabilirdi. Yakın geçmişimizde anlamı olsa da artık bu anlamlı, hayata değen bir ayrım olmaktan çıktı diye düşünüyorum. Tabii Türkiye toplumunun siyasetçileri, kanaat önderleri ve bireyleri nihai resmi belirleyeceklerdir. Bu süreçte sadece iktidardaki siyasetçilerin yaptıklarına odaklanmak yanıltıcı olacaktır; muhalefetteki siyasetçiler ve aktörlerin de yapacağı çok şey vardır bu konuda.
4- Cumhurbaşkanlığından sonra sırada halifelik mi var?
Sanmıyorum. Türkiye laik bir ülke, fakat çeşitli şekillerde laikliğe de uymuyor, Varlık vergisi uygulamaları ve hala da süren Kitap ehli vatandaşların bürokratik hizmetlere girişini engelleyerek. Ayrıca Alevi vatandaşların ibadet ve ritüellerini tanımayarak ve militan laiklik uygulamaları ile çoğunlukta olan Müslümanlar için de baskıcı olabilmiştir. Ama devletin bir resmi dini olmaması, vatandaşları arasında ayrımcı olmamanın garantisi olmasa da kolaylaştıran bir husustur diyebilirim. Bu konuda değişikliğe gidileceği kanaatinde değilim.
Son Osmanlı halifesinin devamı olarak halifeliğe dönülür mü diye soruyorsunuz galiba ama bu meseleyi çok dar biçimde el almak olur. Halifelik unvanının vurgulanarak kullanılması bile II. Abdulhamit döneminde dönemin siyasi gerekleri neticesinde olmuştur. Arnavutluk isyanının gösterdiği gibi bu vurgunun çok da işe yaramadığı görülmüştür. Konjonktürel olanın ötesinde halifelik ile ilgili geniş tartışmalar yapılmaktadır, niye gerekir, neleri yapmalıdır, bir kişi mi yoksa bir grup mu olabilir gibi. Osmanlı Hilafeti Türkiye Büyük Millet Meclisince lağvedilirken de bu konu tartışılmış ve bir kişinin değil de bir grubun yani Meclis’in bu yetkiyi devraldığı kabul edilmiştir.
Ayşe Yıldız/adilmedya.com
Diğer soruşturma cevapları:
Levent Gültekin: Türkiye Suriye ve Irak’ın yaptıklarını yapıyor sonuç farklı mı olacak?
İsmail Beşikçi: Türkiye İran olmaz, seküler güçler daha yoğundur, daha yaygındır
Emine Arslaner : Umarım başörtü yasağı gelir
Demir Küçükaydın: Kanımca gidiş bir iç savaş, çürüme, faşizm ile bu yönde gidişten bir tür ‘’çıkış’’ yönündedir.
Hercules Millas: Her kesim kendi hakkını savuna savuna ortak hak anlayışı kalmamış
İbrahim Sediyani: Türkiye toplumu bir ‘’cahiliye’’ toplumudur
Doğan Özkan: Bu düzen halk bir araya gelene kadar devam edecektir.
Emrah Cilasun: Sandıktan peydahlanan faşizm
Aydın Çubukçu: Tekçi rejimin olası sonucu bölünmektir.
Ömer Faruk Gergerlioğlu: Dünün yasağa karşı duranları bugün yasak koyucu
İhsan Çaralan: AKP-MHP ittifakı, Türkiye tarihinin gördüğü en gerici ittifaktır.