Modernliğin, Batı coğrafyası ve tarihi ile olan doğrudan ilişkisi evrensel bir değer olarak ele alınmasını problemli kılmaktadır. Bu aynı zamanda epistemolojinin de temel problemidir. “Bilginin üretilme süreci, içinde geliştiği toplumsal ortama bağımlıdır.’’ Bilgi içinde oluştuğu toplumsal sürecin izlerini kaçınılmaz olarak taşır. Daha ileri düzeyde bir ifadeyle bilginin tarihsel ve toplumsal süreçlerin ürünü olduğunu da söyleyebilir miyiz? Böyle ise bilginin mutlak doğru olma özelliği tartışılır.
Sosyalist gelenekten Frankfurt Okulu düşünürleri ve onların devamı Habermas, hem bilgi felsefesinin bir konusu olarak hem de modernliğin ve aydınlanma felsefesinin en etkin “büyük hikâyesi’’ olan Marksizm’den sapmaları düzeltme adına konuyu ele alırlar. Bilginin metalaşması ve medya üzerinden popüler kültürün yeniden üretilip tüketilmesi süreciyle “mutlak bilgi’’nin üreticileri ve üretilme süreci de pazarın ve halk yığınlarının etkisi altına girmiştir. Dolayısı ile “mutlak bilginin’’ üretilmesi, Frankfurt Okulu’na göre medyanın hem meta’ı hem de müşterisi olan halk yığınlarından ve pazarın arz talep ilişkisinden bağımsız bir “critical theory-eleştirel akıl’’ ya da K.Manhaim’a göre ‘’free flooting entellectuals-toplumsal bağlamdan bağımsız hareket edebilen âlimlerin’’ entelektüel çabasıyla mümkündür. Öte yandan Marksist ideoloji de dâhil otoriterliği üreten ve kışkırtan bütün düşünce akımlarını “açık toplumun düşmanları’’ olarak eleştiren K. Popper’a göre doğru bilgiye, pozitivizmin doğrulama yönteminin aksine “yanlışlama yöntemiyle’’ ulaşılacaktır ki ulaşılan bilgi hiçbir zaman mutlak bir sonuç olmayacaktır. “Bilimsel Devrimlerin Yapısı’’ adlı eseriyle bilimsel paradigmaların doğuşunu ve çöküşünü inceleyen Thomas Samuel Kuhn, epistemoloji tartışmalarına tarihsel, toplumsal ve psikolojik boyutları katarak katkıda bulundu. Değişik bilgi edinme yollarını ve farklı sonuçları tolera ederek “anarşist bilgi kuramını’’ savunan Paul Feyerabend’de bu konuda hocası K.Popper’in eleştirel akılcılığına karşıt görüşleri ve “akla veda’’ , “yönteme hayır’’ ve “bana her şey uyar!’’ çıkışlarıyla bilgi felsefesi alanındaki yerini aldı.
Her halükarda yukarıdaki mütealalara benzer yaklaşımlar modernite eleştirisi gibi dursa da aslında modernitenin kendi devamlılığı ile ilgili akıl çabalarıdır ve dikkate değer bulunmalıdır. Modernliğe getirdikleri eleştiriler üzerinden kendi ortaya çıkışlarını değerlendirirsek bu yaklaşımların hiçbiri Modernliğin sunduğu akletme imkânlarından ve tarihsel-toplumsal süreçlerinden bağımsız değildirler ki bu oldukça ironiktir. Bu akıl yürütmelerinin tamamı modernliğin rahminden doğmuştur ve modern koşullar içinde ortaya çıkan entelektüel spekülasyonlardır. Çizilen makro çerçevenin-mega paradigmaların ve hikâyelerin içinde daha dar alanlara ve detaylara inildikçe farklılaşan boyutlar ve yeni paradigmalar olarak ele alınmalıdırlar. Başka bir bakış açısıyla aynı çabaları, âlem içindeki mevcut âlemlere kapı aralamak olarak görebiliriz.
Modernliğin büyüsünü bozan ve ipliğini pazara çıkaran postmodernizm söz konusu dönemin sona erdiğini ve yeni bir paradigmanın içinde yeni bir dönemin başladığını ilan etse de bizim gibi Batı coğrafyasının dışında olmakla birlikte kaçınılmaz olarak modernleşme sürecinin etkisine giren “öteki’’ toplumların “ aydınlanma felsefesi ve modernlikle’’ ilgili bazı soruları cevaplaması kaçınılmazdır:
Batı coğrafyasında ve tarihinde gelişen modernliğin Batı açısından ve insanlığın geneli açısından anlamı nedir?
İnsanlık tarihi açısından anlamı nedir?
Bütün tarihselliğine ve toplumsal oluşuna rağmen evrensel bir içeriği var mıdır?
Söz konusu modernlik, gelecek açısından ne anlama gelmektedir?
İnsanlığın tarih boyunca ortaya koyduğu entelektüel çaba İlahi vahyin ve Din’in bir uzantısıdır. Yeryüzünde olup-bitişlere karşı benzer bir fonksiyona sahiptir. Var oluş, bir yandan hayatın içinde yaşananlarla insanın “cehennemini” oluştururken öte yandan entelektüel kapasitesi içinde “cenneti” inşa etmiş ve ütopyasını geliştirmiştir. Aslında hem Din’in hem de entelektüel çabanın, oluşum koşullarını aşan bir evrensel ve mutlak olma boyutu mevcuttur. Ne yazık ki insan oğlunun entelektüel çabası ile içinde furkan ve hikmeti taşıyan Vahy, yeryüzünde olup bitişleri belirleyen “etnosentrik’’ yapının ilkel yaşama güdüsünün belirlediği bir “anlama ve anlamlandırma’’ ve kabullenme zorunluluğu karşısında içselleşip vasatlaşmakta, kendi düzeyinde yeniden üretilip tüketilebilir kılınarak “etnosentrik” mekanizmanın kurbanı olmaktadırlar. Gerek dinler gerekse insanoğlunun oluşturduğu ideolojiler ve fikirler kendilerine mahsus cenneti vaat ederken etnosentrik mekanizmanın anlam sistemlerinde neredeyse tamamı cehenneme dönüşebilmektedir.
Günümüzde küresel siyasetin etkin aktörlerinin Musa’dan, İsa’dan ve Muhammed’den ilham alarak insanları katletmelerini ya da tarihin temel aktörü ideolojilerin son iki asırdır yol açtığı felaketleri nasıl açıklayabiliriz? Teoride hem din hem de ideolojiler yeryüzünde barışı, mutluluğu, huzuru, adaleti ve nihayet cenneti vâdetmiyor mu?
Var oluşun ve yaşamın temel unsurlarından etnosentrik mekanizma, evrensel değerleri kendi ekseninde anlamlandırabilirse içselleştirip sosyalleşmesine imkân vermekte ve bizzat kendi var oluşunu bunlar üzerinden mutlak değer olarak sunmaktadır. Kendi var oluşunu kâinatın kendisi olarak sunmakla bir putperestlik yaratmakta, din ya da ideolojiyi kendine adapte ederek dönüştürmektedir. İşte evreni kendi merkezinden algılama ve ilkel yaşama dürtüsünün belirlediği anlama sistemi, vasatlaştırdığı ideolojileri ve dinleri birer felakete dönüştürmektedir. Bütün yüksek değerler, yaşama güdüsüne hizmet ettiği oranda etnosentrik ideolojinin değirmeninde vasatlaştırılmakta, “tüketilmeye mahkûm mensubiyet asabiyetini” pekiştiren etnik birer kimliğe, kültüre ve değere dönüşmekten kurtulamamaktadır.
Bu sebeple din, sürekli bir ihya hareketi içinde bir ucunda etnosentrik putperestliğin çekişi diğer ucunda İlahi olana yakınlaşma çabası arasındaki gel-gitlerde yorulup boğulurken, insanoğlunun entelektüel kapasitesi de paralel bir çabayla sürekli kendini aşmaya çalışmaktadır.
Modernite, insanoğlunun belli bir tarih sürecinde, belli bir coğrafyada ve belli bir toplumda gelişen entelektüel çabası oluşuyla, yukarıdaki anlamda evrensel bir boyuta sahiptir. Ancak içinde geliştiği toplumun etnosentrik izlerini taşıması kaçınılmaz olduğu gibi modernite, diğer toplumların modernleşme sürecinde kendi etnosentrik değerleriyle adaptasyon süreçlerinde dönüştürme ve vasatlaştırma mekanizmalarının tesiri altında da kalmıştır.
Burada aydınlanmayı ve modernliği Batı tarihinden bağımsız ele alıp alamayacağımız tartışılır ancak şu gerçeği hiç kimse göz ardı edemez: İnsanlık tarihi hiçbir zaman bu düzeyde bir küreselleşmeyi tecrübe etmemiştir. Roma imparatorluğu üzerinden Helenizm’in küreselleşmesi, Hıristiyanlığın küreselleşmesi, İslam’ın küreselleşmesi, Cengiz Han’ın meydana getirdiği nev-i şahsına mahsus küreselleşmeyi insanoğlu tecrübe etmiştir ancak “modernite ve modernleşme” yaşayan herkesi birey olarak etkisi altına alabilmiş ilk ve tek küreselleşmedir. Bu yönüyle içinden doğduğu Avrupa toplumlarının geleneksel ve kültürel çelişkilerini ve diğer toplumlarla uyuşmazlıklarını içermesine rağmen Batı’yı da aşan bir boyuta sahiptir. Batı’lı ulusların hegomanyası ve sömürgeciliği üzerinden küreselleşen bir değer olmakla birlikte Batı’yı da dönüştürerek devam eden bir durumdur.
Modernlik içinde geliştiği Batı toplumlarını diğerlerinden farklılaştırmıştır. Diğerlerinin modernlik sonrası Batı’yı ve modernliği algılamaları hegomanik ilişkilerin önyargılarıyla yüklüdür. Tarihin temel aktörü olan bu yeni değerler dizisi her şeyi nesneleştirmiştir. Geleceği şekillendirme gücü ve etkisi yüksek olmakla birlikte içinden doğduğu toplumu da aşarak, insanlığın geçmişini bile yeniden inşa etmiştir.
Üzerimize giydirilmiş deli gömleklerinden biri olan ve bizi körleştiren Batı-Doğu zıtlığı gerek Doğu’lu toplumların gerekse Batı’lı toplumların kendi egemenlik ilişkileri içinde ve etnosentrik yapılarla ürettikleri bir anlama biçimidir. Avrupalıların geldiği nokta ise ya modernliğin iflasını ilan ederek, modernlik öncesi Katolik ya da paganist akla dönmek ya da değerlerden yoksun bırakılmış donanımsız bir şekilde, Hindistan’daki “guru’’ların cinsel organına yaratılış ve bereket kaynağı olarak tapınmaya ve “diğerleri’’nin heterodoks değerlerini umutsuzca tüketmeye davet eden postmodern kaos içindeki hippi bireyselliktir. Buna karşılık “Diğerleri”nden Ortadoğu Müslümanlarına ise İslam’la çatışmayı kışkırtan Batılı etnosentrik putperestliğine karşı İslam’ı kalkan yapmış Doğu’lu etnosentrik yaklaşımlardan başka yol yoktur. Her iki durumda da hem İslam hem de modernlik değerleri etnosentrik yapılarca tüketilmekte ve insanlığa sunduğu evrensel değerler haksız bir şekilde bloke edilmektedir.
Gerek modernitenin gerekse İslam’ın içinde geliştikleri toplum ve tarihlerden bağımsız olarak ele alınıp alınamayacağı temel sorumuzdur. İslamlaşmış millet ve halkların Etnosentrik süzgeçlerinden geçirilmiş İslami anlayışlar kültürel-mitolojik değerlerdir. Bu değerler topluluğunu gerek Batı’lı toplumlarla gerekse modernlikle karşılaştırdığımızda ortaya çıkan uyuşmazlık ve zıtlıklar, tarihsel ve toplumsal içerikleriyle birlikte kültürel değerler olarak ele alınmalıdır.
Söz konusu Allah’tan insana inzal olan ise tarihteki yaşanmışlıklar Ed-Din nazarında kusmuk mesabesindedir ve bu yolda hakikati arayanların tahkik edici bir yol izlemesi gerekir. Şüphesiz kültürel ve folklorik düzeyde varoluşumuzu tahkim etmede geçmişin tecrübeleri ve birikimi lüzumludur ve kaçınılmazdır. Ancak söz konusu Ed-din ise bunun için dedelerimizin kusmuğunu yememeliyiz. Aksi durumda İslam’ı Ortadoğu tarihine ve toplumlarına mahkûm etmiş oluruz. Finlandiya’da yeni Müslüman olmuş bir topluluğun kendine mahsus bir Müslümanlık geliştirmesi gayet makul olmalı. İngiliz kendi geleneklerini sürdürebileceği bir İslami anlayış geliştirebilmeli. Yâ da moderniteyi içselleştirmiş bir insanın Müslümanlığı, modernliğine rağmen mümkün olmalıdır. Görünen O ki Batı-Doğu, Modernlik-İslam karşılaştırmalarında maalesef etnosentrik bakış açılarından kurtulamıyoruz. İslam’ı kendi coğrafyamıza, kültürümüze, etnisitemize mahkûm ediyoruz.
Postmodernist düşünürlerin izini Modernitenin sınırlılığına işaret eden Nietzsche’ci bunalım ve nihilizmine kadar götürebiliriz ve buradan sürecin kendini rehabilite edici çıkışları da nasıl ürettiği ayrıca değerlendirilebilir. Lyotard ve diğer postmodern durum savunucularının aksine moderniteyi “ tamamlanmamış proje’’ olarak savunan Habermas, eksikliklerini gidermeye çalıştığı bu “büyük sürecin” devam ettiğini söyler ve bu konudaki en büyük anlatı olan Marksizm’in tarihsel diyalektiğinin işlediğini iddia eder. İnsanlık tarihini doğrusal bir hikâye şeklinde algılayan aydınlanma filozoflarından K.Marks’ın dile getirdiği bu en etkin hikâye, kendi içindeki kaçınılmaz bir çelişkinin sonucu olarak projenin gerçekleşmesini, parasız pulsuz, karnını doyurmaktan başka derdi olmayan bir sınıfa ihale ederek içine düştüğü çıkmazdan henüz kurtulamamıştır. Öyle ki Lenin önderliğindeki devrimle Sovyetler Birliği tecrübesinin ve Mao önderliğindeki devrimle Çin tecrübesinin sonuçları, dünya sistemine entegre olamamış kırsal kesimleri ve kendine yeter yerel ekonomileri ve insan kaynaklarını bütün potansiyeliyle kontrol edilebilir-ulaşılabilir-pazar edilebilir-pazarlanabilir özellikte, kapitalizmin hizmetine sunan bir süreç olarak değerlendirilebilir. Gerçi Hegel’in üçlemesi Marksist teoriyi, tarihi ve toplumu açıklamada hala güçlü kılmakla birlikte geleceğe dair birçok öngörülerinin gerçekleşmemiş olmasıyla da söz konusu teorinin zayıflığına işaret eder.
Her şeye rağmen sona ermesinden veya iflas etmesinden ziyade Habermas’a atfen tamamlanmamış bir proje olarak değerlendirilebilecek modernite, İslam’la paralel yürüyebilir veya sentezlenebilir mi?
Batı etnosentriğinin hegomanyacı ve sömürge ilişkileri üzerinden İslam’la temas eden modernite henüz etnosentrik önyargılardan ve yaklaşımlardan bağımsız olarak sentezlenme imkânını bulamamıştır. İslam mensuplarının beş –altı asırlık entelektüel ataleti bir boşluk oluşturmakla birlikte geçmişte farklı medeniyet ve kültürlerle benzer tecrübeler yaşamış bir gelenekten bahsedilebilir. Emeviler, Abbasiler, Endülüs ve Selçuklular dönemindeki İslami aklın entelektüel spekülasyonu ve kapasitesi bu açıdan dikkate değerdir.
Egemenlik düzeni içinde dini anlayışı da vasat bir standartta tutan Osmanlı dönemi ne yazık ki entelektüel açıdan atalet miras bırakmıştır. Şu aşamada farklı yaklaşımlar olsa da baskın olan savunmacı iki yüz yıllık İslami entelektüel miras: batı kötülüklerin kaynağı iblis, erdemlerin kaynağı bizim tarihimiz ve medeniyetimizdir.’’ şeklinde özetlenebilecek kaba öğünmedir ve bu bakış açısı Doğucu etnosentrik putperestliğe esin kaynağıdır.
Her şeye rağmen hayatiyetini sürdüren ve İslami mirasın yegâne canlı taşıyıcısı olan tasavvuf bize bu anlamda önemli imkânlar sunmaktadır. Öte yandan modernitenin bizzat kendisi de İslami aklı kışkırtmakta ve bir entelektüel spekülasyon ortamını tetiklemektedir. Bu konuda zamanın insani imkânlarına ve diline tenezzül ederek Allah’ın Mekke’de kamusal alanın tam merkezine bizzat inzaliyle tarihe ıslah, tevhid ve adalet istikametinde yön veren Muhammedi yol ve mirası “Kur’an”, işleyen dinamik bir tecrübedir. Geleneğimiz içinde günümüze hitap edecek referans olarak işrakilik, meşşailik, kelam ekolleri ve diğer birçok kurucu düşünürün yanında İbn Arabî ve İbn Haldun tecrübeleri önemlidirler. Her iki kurucu düşünür de entelektüel kapasitelerini özgün, bağımsız ve pervasızca ifade edebilmişlerdir ve vahyin rehberliğiyle zamanın İslami akledişine önemli katkılar sunabilirler.
Burada vahyin doğrudan okunmasının, inzal koşullarına ve kendi tarihsel dönemine indirgemek suretiyle materyalize edilerek günümüz idraklerine intikal ettirilme çabasının, Kuran’ın soyut dilinden dolayı modernistlerin de geleneğe karşı mücadelelerinde tercih ettikleri bir yöntem olduğunu hatırlatalım. Kemalist sekularizmine ilham olan Abdullah Cevdet dahî Osmanlı içinde toplumsal dönüşümü ve gerici geleneklerden kurtulup modern bir toplum oluşturacak reformları savunmasını İslam’ın ilk kaynağı Kur’an üzerinden yapmıştı. Bu Abdullah Cevdet açısından stratejik bir durumdu ve din dışı toplum yaratmada Kur’an’ı araç olarak görüyordu. Burada Abdullah Cevdet’in içine düştüğü “gâvurluğa” sebep saikleri de rehabilite edecek bir İslami akledişten bahsediyoruz.
Hülasa modernliğin nimetlerini de insanlık namına devşirme kapasitesine sahip İslami akıl, Bernard Lewis’in iddiasının aksine politik enstrüman olarak üretilmiş Batı ve Doğu etnosentrik putperestliklerin kışkırttığı gerilimin ve şiddetin üstesinden gelebilecek potansiyeli bünyesinde barındırır. İslami aklın kendisini dayatan bu boyutundan dolayı B.Lewis’in aceleci politik yaklaşımla İslam’ı Modernlikle çatıştıran görüşleri, Samuel Hantington’ın “medeniyetler çatışmasına’’ ilham olmuştur. Biz, siyaset ve kılıç kalkan ekibinin iştiyakla katıldığı bu çatışmacı tasavvurun dışında bir dünya tasavvurunun imkânlarına ve yaşanabilirliğine işaret ediyoruz.
Etnosentrik putperestliklere rağmen yeryüzü, modernite üzerinden İslam’ın yeniden küreselleşmesini yaşayacaktır. Aydınlanma projesi ve modernliği ödünç alınmış Katolik tutumlara rağmen İslami akıl, rakip olarak değil gecikmiş tamamlayıcı rolüyle sürdürecektir. Bu durumda İslami aklediş Charles Darwin’le, Sigmund Freud’la, Karl Marks’la ya da başka “gâvur” spekülatif akledişlerle Katolikliğin üzerimize yüklediği apriori problemleri yaşamayacak, daha bağımsız ve toleranslı bir entelektüel spekülasyon ortamı ve imkânı sunacaktır.