İnsanoğlu bu hayata adımını atar atmaz, oluşturulan düzenin neden meydana geldiğini bilmedikleri halde belli engeller, duvarlar, kurallarla karşılaşır ve baskılanır.
Bunlar; inanç meseleleri, gelenek ve görenekler, aile, ekonomik durum (zenginlik, fakirlik), kutsallaştırılmış şeyler, imparatorluk, devlet, aşiret, kavim, kanunlar, yasalar velhasıl tüm ön kabullerdir.
Bu ön şartlanmışlıklar/kabullenmeler insana saf ve duru düşünmesine/davranmasına engeller koyarak eşitliğin ve özgürlüğün önüne setler oluşturur. İnsanı bir şekilde köle yapar. Adaletli, özgür ve ahlaklı davranışa bentler/setler kurar.
Böylelikle hayatlar zindanlaşır, mahvolur.
Daha dünyaya gözünü açmadan, işin başında iken, hayata tarafsız/dürüst bakmayı engeller. Zımni (sinsi, menfi, gizli) olarak kişinin tarafını belirler.
Bir kısmımız bunların farkına varır bir kısmımız da varmaz. Zaten bu eşitliğin ve özgürlüğün farkına varanlar kendilerini bir anda yalnız hissederler.
Garip bir hal alarak, aynı zamanda da anlamlı ve derin bir sessizliğe bürünerek gerçekliğe ilk adımlarını atarlar.
Sonrasında yaşam içerisinde aktif ve dinamik rol alırlar.
Buna en güzel örnek peygamberlerdir. Tüm peygamberlerin yaşadıkları gibi; zorluklara, işkencelere, çarmıhlara, hapislere, taşlanmalara, küfürlere, sürgünlere maruz kalmalarına rağmen eşitliği ve özgürlüğü haykırmışlardır.
Bu hayatta şerefli (eşit) ve onurlu (özgür) bir insan olabilmek adına adaletli ve ahlaklı bir yaşam mücadelesi her zaman var olmuştur.
Özgürleşen ve herkesi eşit gören insanın otomatik olarak haktan/dürüstlükten yanalığı da beraberinde gelişecektir. Aslında; tüm canlılarda sahip olunan en değerli cevher eşitlik ve özgürlüktür.
Her karakter ve her fıtrat buna, ekmekten öte ihtiyaç duyar.
Az biraz düşünebilmeyi başarabilmiş birey; bu eşitliği ve özgürlüğü yakalamaya, yaşamaya çabalar ve bir hayat boyu bunu arar durur.
Çünkü bir birey; eşitliği ve özgürlüğü özümseyebildiği kadar hayatı anlam kazanır.
Bu eşitliği ve özgürlüğü yakalayan kişi; hayata, hakikatin penceresinden bakarak hakikatin gözü ile dürüst konuşur. Hak ve adalet üzerine bir yolu olur.
Fakat burada dikkat edilecek husus şudur; davranışa dönüşmeyen bir eşitlik ve özgürlük söylemi yani bireyde adil olma, eşitlikçi olma ve dürüst olma yoksa ve bu değerler sadece sözde kalıyorsa; o çok tehlikelidir. Münafıkanedir. O tür ikiyüzlü bireylerden korkulur.
Peygamber döneminden de böyleleri çoktu.
Eşit bakan ve özgürleşen bireyin dilinden; adalet, eşitlik ve ahlak gibi hakikatler hem söze hem de pratiğe dökülerek açığa çıkmalı…
Eşit ve özgür kişi; kendine her ne istiyorsa başkasına da onu istemeli ve bunu pratiğinde göstermeli…
Kuru kuruya bunları söylememeli… (toplumumuzda maalesef bunlardan çok var)
Adamın ağzında eşitlik, özgürlük, insanlık, adalet var ama pratiğinde katilcilik, barbarlık, haksızlık, namussuzluk, ırkçılık/ulusalcılık, sömürgecilik, paracılık, efendicilik, yalakacılık ve türlü türlü melanetçilik var.
Eşitlik ve özgürlük yolunda yapılması gerekli ilk şey belki de şudur; bilinçaltımızdaki ön kabullerimizi sorgulayıp yanlışlarımızı yıkmaktır.
Yani; gelenekler, inançlar, mezhepler, hizipler, örf adetler, devletler, bayraklar, coğrafyalar, sınırlar, ırklar ve benzeri bilumum baskı unsurlarını ya da ön kabullerimizi veya şartlanmışlıklarımızı mutlak doğru olarak kabul etmememiz gerekir.
Doğruyu bulabilmemiz için gerçek olduğunu düşündüğümüz tüm zanlarımızdan ve sanılarımızdan arınmamız gerekir. Sıfır/tarafsız/öz ve evrensel noktadan bakmamız gerekir.
Hatta en doğrusu evren ötesi bakmamız gerekir.
En doğru bildiğimiz şeye bile şüphe ile bakmamız gerekir.
Bir kadına kötü bir gözle baktığımızda öz anamızı, bir kıza sarkıntılık yaptığımızda öz bacımızı, bir bireye zarar, haksızlık ve zulüm yaptığımızda en yakın akrabamızı, bırakın bir insanı bir hayvana bile vahşice davrandığımızda onun yerine kendimizi koymamız gerekir.
Hatta trilyonluk bir villa da otururken, lüks bir otomobil kullanırken, yağlı ballı sofralarda yemek yerken, bunları bulamayan fakir fukaraları düşünüp kendimizi onların yerine koyup derhal bu aşırılıklardan, açgözlülüklerden ve insafsızlıklardan vazgeçmemiz gerekir.
Allah’ın taktir ettiği evren ötesi insan böyledir. Eşitlikçi ve özgürlükçü adam böyledir.
Elbette ki bu ön kabulleri ve sanıları yıkmak kolay değildir. Fakat özgürlük, o kadar tatlı ve o kadar vicdanı ferahlatan bir sevgidir ki; aklını ve kalbini kemirmeye başladığı an, tüm ön kabulleri, sanıları ve taklitleri tek tek yıkarak, hayatımızın anlamı ve gerçek amacı haline gelir.
Bu özgürlük sevgisi/tutkusu öyle bir noktaya gelir ki; artık vazgeçilmez olur.
Bu uğurda ölüm dahi göze alınır.
İnsanı köle haline getiren otoriteler, kanunlar veya ön kabullerle yaşamını geçirmek yerine eşitçe ve özgürce yaşamak için ölüm dahi ibadet sayılır.
Kölelik cehenneminde yaşamaktansa, eşitlik ve özgürlük cennetinde ölmek daha şerefli ve daha onurludur. Bu uğurda ölmek ölümsüzleşmektir.
Çünkü insan dünyada bile kendi cennetini ve cehennemini oluşturan bir varlıktır.
Daha doğarken etrafımızda var olan şartlanmışlık putlarını kırmaya ve tüm ön kabul canavarlarını (rant kapılarını) Hz. İbrahim gibi yıkmaya başladığımız an, eşitlendiğimizi, özgürleştiğimizi ve cennetimizi bulduğumuzu fark ederiz.
Sırat köprüsünü sadece öbür tarafta arayanlar yanılır. Çünkü zaten, şuan bu hayatta herkes sırattan geçmektedir ve bu çok çetin bir geçiştir/geçittir.
Dolayısıyla bu manevi köprüden düşmeden geçebilenler (öbür taraftaki cennete sağlam ulaşanlar) özgür ve eşit olmayı becerebilenlerdir.
Tüm peygamberlerin ve eşitlik/özgürlük kahramanlarının yegâne ve vazgeçilmez hayat mücadeleleri de bu olmuştur.
İnsanın bu dünyadaki cehennemi; özgürlüklerinin elinden alınması, eşit görülmemesi, haklarının kısıtlanması, zorunluluklar yumağında veya batağında yaşatılması ile mümkündür.