Sırrı Süreyya’nın zaman zaman anlatmayı sevdiği bir mesel vardır. Bir Türk, Kürt ve Ermeni’nin kısa vadeli ve dar görüşlülükleri, kıytırık imtiyazlarının kölesi olarak bir tek zorba tarafından sırayla dövüldüklerine dair. HDP’nin, 2014 Başkanlık seçimlerinde (aslında Plebisit) yaptığı ilk büyük hata da, Ermeni’nin dövülmesine rıza göstermeye benzer. Sonra sırayla aynı temel yanlışa dayanan yanlışlar birbirini izledi ve hala da izliyor.
Erdoğan karşısında HDP politikalarının yanlışlığı üzerine bir şeyler yazmayı düşünüyordum. Zaman zaman bir konuda yazmadan önce, daha önce neler yazmışım, nerelerde yanlışım olmuş diye bir muhasebe çıkarmaya çalışırım.
İşte böyle eski yazıları ve olayları gözden geçirirken 2014’teki “Cumhurbaşkanlığı seçimleri” denen gerçekte ise plebisiter bir başkanlık rejiminin onaylandığı dönemdeki yazılara bakınca, demokratik muhalefetin, özellikle de HDP’nin ilk büyük yanlışını bu seçimde yaptığı daha bir netleşti. İşin kötüsü bu güne kadar bu yanlışa yol açan program ve stratejide en küçük bir değişme de olmadı. Hatta bugün, birçokları, Demirtaş’ın o seçimde aday olmasını ve aldığı oyu bir başarı gibi görmektedir. Ama bugün bulunan yerden geçmişe dönük olarak yeniden bir değerlendirme yapıldığında, Demirtaş’ın adaylığının hiç de geniş açılı ve uzun vadeli bir perspektifi olmadığı daha iyi görülebilir.
Aşağıda o dönemde yazdığımız iki yazıyı aktarıyoruz. Bugün çok daha iyi görülüyor ki, Erdoğan daha henüz bu kadar güce ulaşmamışken, eğer o dönemde bizim önerdiğimiz politikalar bir parça tartışılıp izlenmiş olsaydı, bugün bambaşka koşullarda olurduk.
Bugün Erdoğan bu kadar güce eriştiyse, bunda en büyük sorumlulardan biri de HDP’dir.
HDP’nin ve Demirtaş’ın bugünkü politikaları da geçmişteki yanlışların devamından başka bir anlama gelmiyor. Ancak şimdi bugünkü politikalara ilişkin yazdığımızda da eski yanlışların veya yankısızlığın bir benzeriyle karşılaşacağımızdan kuşkumuz yok. Bu nedenle, en azından bugün yanlışlığı çok daha açık olarak görülecek geçmişin somut bir yanlışını ve o zamanlar neler yazdığımızı aktarmak belki bugün için yazacaklarımızın daha az kulak ardı edilmesine neden olabilir. Bu nedenle bugünkü politikalara ve yapılan yanlışlara geçmeden önce, 2014 başkanlık seçimleri sırasında yazdığımız HDP politikalarına yönelik iki yazıyı paylaşarak sonuçları bugün çok daha iyi görülen ilk büyük yanlışı hatırlatalım dedik.
“Ermeni’yi dövdürmeyecektik”, yani “Başkanlık seçiminde Erdoğan’ı engelleyecektik; buna uygun taktik bir yöneliş gösteremedik” diyebilmeli bugün HDP.
Daha sonra da yanlışlar birbirini izledi ama en önemlileri de 7 Haziran seçimleri sonrasında yapılanlar ve yapılmayanlardı. Şimdi yine aynı yanlışlar yapılıyor.
AKP veya Erdoğan veya düşmanlar elbet her türlü baskı, şantaj, kanunsuzluk vs.yi yapacaktır; CHP veya liberaller elbet tutarsızlıklar yapacaktır. Bu onların fıtratıdır. Bu nedenle, biz düşmanlarımıza veya bizden olmayanlara, bize yakın olmayanlara karşı eleştiri silahı kullanmayız, onlara karşı, silahların eleştirisidir yapılacak olan. Onların aralarındaki çelişkilerden yararlanmaya çalışılır. Hepsi o kadar.
Ama açın bakın en demokrat arkadaşların bile Facebook veya Twitter paylaşımlarına, Erdoğan’ın veya hükümetin politikalarını eleştiriyorlar, yanlışlarını sıralıyorlar veya CHP’nin ne kadar tutarsız oluğuna ilişkin eleştiriler yapıyorlar. Bu aslında gizli olarak ve zımnen bu arkadaşların henüz demokratlığı içselleştiremediklerini; demokratlığın onlarla aynı amaca sahip olmakla dolayısıyla onları yanlışları nedeniyle eleştirmekle uzlaşamayacağını anlamaktan uzak oldukları anlamına gelir.
Biz ise, eleştiri silahını sadece dostlarımıza veya dost gördüklerimize, yakın bildiklerimize yöneltiriz. Ve ne kadar yakın görüyor isek, o kadar acımasız olmalıdır eleştiri.
Lütfen okuyun aşağıda o zaman yazılmış yazıları, görün HDP ve Demirtaş’ın nasıl büyük yanlışlar yaptıklarını. Bugünkü politikaların yanlışlığının da farklı olmadığını düşünün bir.
Erdoğan aslında sıradan, basit bir politikacıdır. Ona bugünkü gücünü karşısındakilerin yanlışları sunmaktadır. En başta da, HDP’nin.
Demir Küçükaydın
29 Eylül 2016 Perşembe
Cumhurbaşkanlığı Adayı ve Seçim Yöntemi Üzerine HDP’ye Bir Öneri
Kürt Özgürlük Hareketi, Türkiye’de Batıda demokratik bir hareket ve partner olmadığı için, adeta bu hareketi yaratmaya kendisi soyunmak zorunda kaldı. Ve herkese bunun adresi ve örgütsel ifadesi olarak HDP’yi gösterdi. Hazır ve yerleşmiş bir örgütü (BDP) bir kenara koymayı; destekçilerinin önemli bir kesiminin direnişini ve hatta desteklerini çekme tehditlerini bile göze alan stratejik bir karardı bu. Kanımızca “Türkiyelileşmek” de denilen bu strateji özünde doğru bir yaklaşım ve karardır.
Bir kararın doğruluğu onun gerçekleşme şansı olup olmadığına göre ölçülemez. Özünde doğruysa bir girişimin başarı şansı olup olmadığına bile bakılmaz, çünkü doğru bir şeyi savunurken yenilmek bile zaferdir. Ama yanlış bir amacın zaferleri bile yenilgidir. Tabii biz zafer ve yenilgiden söz ederken hep ezilenlerin yenilgi ve zaferlerinden söz ediyoruz.
Kürt Özgürlük Hareketi’nin bu kararı karşısında kimileri gibi başarı “şansın yok bu işi bırak, Türkiye’yi de bize bırak” (Örnek olarak bakınız: Metin Kayaoğlu, “Yeni-HDP: Olmayacak dua veya simya” veya Ferda Koç, “BDP “Türkiyelileşme”li mi?”) tavrı içinde değiliz. Sizin amacınız, programınız ve sorunu koyuşunuz doğruysa, Kürt hareketinin bu davranışında bir rakip değil aslında bir müttefik ve imkân görmeniz gerekirdi diyoruz. Bu nedenle bu gibilerden farklı olarak başarısı için de kafa yoruyoruz. Zorluklarını biz de söylüyoruz. Ama el birliğiyle açıkça tartışarak çözümler bulma amacıyla. Ve her adımda değiştirmesi için somut önerilerde bulunuyoruz.
Örneğin Kürt Hareketi’nin bugünkü programının, dayandığı güçlerin (küçük sol örgütler vs.) ve HDP-HDK’nın örgütsel yapısının (bireysel üyelik yerine örgütsel temsil) bu stratejiye uygun düşmediğini söylüyoruz.
Ancak bunlar düzeltilse bile, yeni bir stratejik yöneliş sadece programın, güçlerin ve örgütsel araçların doğru seçimi ile de başarıya ulaşamaz. Bir seri taktik manevralar ve küçük de olsa başarılar gerektirir.
Bu yazımızda da, Cumhurbaşkanlığı seçimi vesilesiyle taktik alanda nasıl bir esneklikle davranılması gerektiğini somutlamayı deneyelim. Çünkü HDP’nin Türkiye’nin acil sorunları ve tartışmalarına katılması ve somut tavırlar koyması gerekir ki, şu “Kürt Partisi” imajından ve yapısından kurtulabilsin.
*
Bir hafta kadar önce HDK-HDP çevrelerine yakın ve HDK’da çalışan bir arkadaş, “bakalım sen şu fikre ne diyorsun, Cumhurbaşkanlığı adayı için HDP’nin Mehmet Bekaroğlu’nu göstermesine ne dersin?” deyince. “Çok güzel ve doğru bir olur” diye cevap verdim. Arkadaş da soldaki geniş bir çoğunluğun böyle önerileri tartışmayı bile reddettiğini aktardı.
Aslında ben de böyle bir isim arıyor ve bu konuda bir yazı yazmayı düşünüyordum. Ayrıca bu vesileyle, taktik manevralar ve bunların önemini ele alan bir yazı yazmayı hedefliyordum. Sol sekter politikalar “biz parlamenter mücadeleyi mi esas alacağız ki aday gösteriyoruz; bizi Cumhurbaşkanlığı seçim ilgilendirmez” gibi argümanları çok kullandığından, bunların yanlışlığını göstermek; yeni kuşakların sosyalist siyasi ve teorik eğitimi için de iyi bir vesile idi bu konu.
İşin doğrusu Türkiye’de kim kimdir çok bilmediğimden, aklıma Bekaroğlu gelmemişti ama örneğin bildiğim birkaç isimden biri olan Sami Selçuk gibi bir isim gelmişti. Erdoğan karşısında en kabul edilebilir, en demokrat, en optimum aday kum olabilir sorusunun cevabını arıyordum.
Ancak bu gibi konularda, taktik içinde taktikler de yapmak gerekebilir. Örneğin sizin hakkınızda ön yargılar varsa ve sizin birini aday göstermeniz o kişi için olumsuz ve desteği azaltıcı bir etki yaratacaksa, sanki sizin öneriniz değilmiş gibi yapmanız veya başka birini öneriyi yapmaya razı edip, sonradan trene biner gibi yapmanız gerekebilir. Savaş ister askeri, ister sosyal ve ister biyolojik olsun, bir anlamda karşı tarafı yanıltmaya da dayanır. Neredeyse bütün canlıların düşmanlarını yanıltmak için görünümlerinde yaptıkları adaptasyonlar bile savaşın yasalarıyla ve bu yasaların içinde yanıltmaların önemli payıyla ilgilidir. Bu nedenle konuyu somut bir isim üzerinden tartışmanın, eğer öyle bir olasılık varsa bile bizim gibi iflah olmaz bir komünistten gelmesinin o isme zarar vereceğini düşünerek, dolayısıyla yanlış olabileceği düşüncesiyle bir bekleme ve gözleme döneminde bulunuyordum.
Arkadaş da aynı yaklaşımdaydı ve Bekaroğlu gibi birinin adaylığını BDP’nin değil de, örneğin her partiden nispeten aykırı ve bağımsız birkaç milletvekilinden oluşan bir grubun göstermesinin daha etkili olabileceği yönündeki görüşünü ifade etti. Bizce de elbet böyle davranılabilirdi ve bunu bozacak bir davranıştan kaçınılmalıydı. Bu nedenle yazarsam genel bir yazı yazacağımı arkadaşa da belirttim.
Birkaç gün sonra başka bir arkadaş, bize, Birgün gazetesinde “Muhalefetin Cumhurbaşkanı adayı kim olmalı?” başlıklı kocaman bir Bekaroğlu resminin de bulunduğu, imzasız ve sadece editörün adı olan bir yazı gösterdi. Yazı’da Bekaroğlu öneriliyordu.
Yazıyı okuyunca, aslında yazının görünenin tam tersi bir amaç için yazıldığı sonucuna ulaştım. Arkadaşa, “HDP’nin ve Bekaroğlu’nun önünü kesmek için yazılmış bir yazı, gerçekte göründüğünden tam zıddına hizmet ediyor” diye yorumladım. Gösteren arkadaş da aynı yorumu az önce kendisinin de yaptığını söyledi.
Yazı ismi açıkça zikrederek, yukarıda değinilen inceliklerden yoksun davranarak hem Bekaroğlu’nun, hem de eğer bir girişimi varsa HDP’nin önünü kesiyordu. Bir de Bekaroğlu’na dört farklı güç diye dört CHP’liyi (Mansur, Pavey Oktay, Tanrıkulu) sözde dört farklı eğilim veya partinin temsilcisi gibi “çalışma arkadaşı” olarak öneriyordu.
Madem Birgün (ve muhtemelen CHP) böyle bir hamleyle Bekaroğlu’nun önünü kesmeye çalışıyor ve eğer varsa Bekaroğlu’nun adaylığını önerecek HDP’nin böyle bir girişimini sabote ediyor, o zaman HDP’nin bu durumu veri kabul edip; açık bir tavırla Bekaroğlu’nu önermeli ve bunu savunmalıdır.
Bu nedenle, HDP’ye Bekaroğlu’nu Cumhurbaşkanı adayı olarak, ama kendi adayı olarak değil; tüm toplumun kabulüne en uygun aday olarak gördüğü için önerdiğini, açıkça ilan edip savunmasını öneriyoruz.
HDP bu önerisini Cumhurbaşkanlığı seçimine ilişkin bir değişik seçim sistemi önerisiyle birlikte önermeli ve toplumu bu konuyu tartışmaya çekmeyi de denemelidir.
Seçtiremese ve başarıya ulaşamasa bile tartışılmasının kendisi HDP’nin muazzam bir yol kat edip Türkiye Politikası’na ayak basmasını; önyargıların yıkılmasını sağlamış olur.
Yani HDP’nin stratejik hedefleri açısından Batı’da “Kürt partisi” imajından kurtulmak için bir taktik hamledir tartıştığımız konu. Türkiye Partisi olma amacına hizmet edip etmediği açısından doğruluğu ve yanlışlığı tartışılabilir.
*
Bekaroğlu’nun ön büyük özelliği şudur. Hem iktidarın içinden çıktığı politik İslam kesimindendir, yani onların çok büyük bir bölümü için kabul veya tercih edilebilecek en azından tam bir retle karşılanmayacak bir isimdir; hem insan hakları ve hukuk alanındaki tavrıyla İktidarın karşısındaki kesimlerin (CHP) ve Kürt hareketinin de saygı duyduğu ve kabul edilebilir bir isimdir. Ayrıca bütün söz ve davranışlarının ardına sinmiş bulunan, özünde devletin uzun vadeli çıkarlarını savunan perspektifiyle derin devletin ya da “Devlet aklı”nın uzun vadeli düşünen kesimlerinin bile desteğini veya hayırhah bir tarafsızlığını sağlayabilecek ve direncini minimuma indirebilecek bir isimdir.
Bütün bu özellikleri ona Erdoğan karşısında, eğer karşı karşıya kalırlarsa, daha büyük bir şans verir. Ve böylece Erdoğan, bir anda “Dimyat’a pirince giderken, evdeki bulgurdan” olabilir. Erdoğan’ın böyle bir yenilgisi Türkiye’deki demokratik güçlere bir kendine güven; iktidarın mutlak gücünü biraz olsun dengeleyecek; demokratik ve insan haklarına nispeten daha duyarlı bir karşı güç de daha geniş bir hareket alanı sağlar.
Ama burada bizim açımızdan esas önemli olan, bunu açıkça savunması halinde, HDP’nin uzlaşmalara ve herkesin kabul edebileceği isimlere açık tavrı ve bu tavrını açıkça savunmasıyla kat edeceği önemli mesafedir. Böylece Kürt gettosundan çıkıp başka kıtalarda küçük de olsa bazı köprübaşları elde edebilir.
Tabii bu öneri sadece böyle kalmamalı. Aynı zamanda Cumhurbaşkanı Seçimi için somut bir seçim kanunu ve biçimi değişikliği önermeli. Önerilmesi gereken biçimi aşağıda ayrıntısıyla açıklayacağız. Şöyle özetlenebilir; yurttaşların kimi istediklerine göre değil; kimi ne kadar istemediklerine ilişkin bir oylama ve yöntemle Cumhurbaşkanlığı seçimi.
Bu ne demek?
Demokrasi bizim kafamızda oylama ve çoğunluk ile özdeşleşmiştir. Cumhurbaşkanlığı seçimi de zaten bu yöntemle yapılacak. En büyük çoğunluğun oyunu alan seçilecek. Ancak bu yöntem, Cumhurbaşkanlığı için en uygunsuz yöntemdir.
Neden?
Cumhurbaşkanı aynı zamanda devletin başkanı olduğundan; devlet de siyasi farklı görüşler karşısında en azından teorik olarak tarafsız olası gerektiğinden, birçok ülkede ve zamanda bile, Cumhurbaşkanı seçilirken, istediği adayı seçtirebilecek güçteki partiler bile, diğer partilerin de kabul edebileceği; çok fazla itiraz etmeyeceği; en azından devletin tarafsızlık, siyasi görüşlerden bağımsızlık imajını zedelemeyecek adaylar göstermeye dikkat ederler. Yani tüm yurttaşlar onda kendinden bir şeyler bulmalıdır.
Erdoğan’ın adaylığı ise bu durumun tam tersi bir anlama geliyor ve kökten bir anlayış değişikliği ve güç dağılımı yaratıyor. Erdoğan hem bir partinin görüşlerini savunuyor; hem de o parti içindeki en kutuplaştırıcı olan çizgiyi temsil ediyor. Bir CHP’li bile bugünkü durumda, diyelim ki, Erdoğan ve Gül arasında bir seçim yapmak durumunda kalsa, Gül’e oyunu verme eğilimi gösterir.
Yani Erdoğan’a oy verecekler, seçmenlerin yarısı veya yakını olabilir ama ona neredeyse yüzde yüz karşı olanlar ve onu kendi varlıkları için bir tehdit olarak görenler de nüfusun bir diğer yarısını veya yarısına yakınını oluşturmaktadır.
Bu aynı zamanda iki sonuç ortaya çıkarmaktadır.
Birincisi, tehlikeli bir kutuplaşma. Bu kutuplaşma ilk krizde çok ciddi çatışmalara ve iç savaşa bile evirilebilir. Böyle bir gidişte Ordunun ve bir darbenin tekrar bir kurtarıcı olarak karşılanabileceği bir durum ortaya çıkabilir. (ki böyle giderse gidiş bu yöndedir. Darbe ve Kemalizm karşıtı liberallerin olayların böyle bir evrimi içinde tıpkı Mısır’ın liberallerinin Sisi’yi daveti gibi, bir Türk Sisi’sini memnuniyetle karşılayacakları bile görüler. Bu bizi şaşırtmaz, çünkü bugünün liberalleri aslında bir zamanların darbecileriydi. Onlardaki değişim kökten ve metodolojik değildi. Gün Zileli gibi bir “Anarşist” bile seçimlerde CHP’ye oy verin çağrısı yaparken bunun ipuçlarını veriyordu.)
Ama bu kutuplaşma ve riskin artması, bizzat kutuplaşmanın kendisine karşı güçlerin de direnme ve birleşme eğilimlerini güçlendirir. Yani AKP’ye oy veren hiç de küçümsenmeyecek bir kesim, Erdoğan’ın kutuplaştırıcı ve nüfusun geniş bir kesiminde total bir ret oluşturacak adaylığı karşısında, başkalarının ve kendilerinin de kabul edebileceği; daha geniş bir kesim tarafından benimsenebilecek bir adaya oy vermeye eğilimlidir. Türkiye’de “halkın sağduyusu” denen veya denecek şey de budur.
İşte Bekaroğlu’nu Erdoğan karşısında şanslı yapabilecek olan tam da böyle bir durum için en ideal isimlerden biri olmasıdır. Yani en çok oy alacak değildir ama belki en az reddedilecektir. En az reddedileni bulma da bir demokrasi yöntemdir. Hatta dünyanın en eski ve en yaygın demokratik karar yöntemidir.
*
Bu yöntem son yıllarda matematikçi, bilgisayarcılarca da geliştirilip bilimsel bir kavram ve işleyişe de kavuşturulmuştur. Buna Almancada SK Prensibi, yani Sistematik Uzlaşma Prensibi diye çevrilebilecek bir isim verilmektedir (Das SK-Prinzip: Systemisches Konsensieren
).
İşte HDP’ye önerilen Cumhurbaşkanı adayı ve yöntemi özetle böyledir. Açıkça tartışılması dileğiyle.
“Cumhurbaşkanlığı Seçimi” Değil “Plebisiter Bir Diktatörlük İçin Plebisit”
Öncelikle, politika değişiklikleriyle yapısal değişikliklerin farkını iyi görmek gerekir.
Ama aynı zamanda en azından yarısı veya yarısının biraz üstü, Erdoğan’ın politikalarından memnundur.
Elbet şöyle diyenler de çıkabilir: “Burjuva devletinin şöyle veya böyle olması bizi ilgilendirmez.”
Muhtemelen her zaman olduğu gibi yine çıkacaktır da.
Şimdi bu açıdan iki örneği ele alalım.
Yani Erdoğan’dan daha kötü olamayacağına göre oylar İhsanoğlu’na diyorlar.
Bu yanlışın tipik bir örneğini bizzat Demirtaş’ın örneğinde de görelim.
Örneğin şöyle yazıyor yine aynı sitede:
Daha önce yapılanlar da bunu ihsas ettirmektedir.
Demirtaş’ın adaylığı bu bakımdan yanlıştı.
İkinci olarak Demirtaş adaylığını adeta bir emrivaki yaparak açıkladı.
Elbet şu aşamada, Taktik olarak konuşması gerekmeyebilir. Bu anlaşılabilir.
Ama bu seçimin seçim değil, yapı üzerine bir plebisit oluğunu söyleyebilirdi örneğin.
Bunu derseniz çıkarsamanız başka olur. O zaman ikinci turda boykot savunulamaz.
Kürt özgürlük hareketi Batı’ya açılmak, Türkiye’nin ezilenlerini kazanmak mı istiyor?
Önce eşyayı adıyla anması gerekiyor.
Birine ne kadar oy vermeyi öneriyorsak onun politikalarına da o kadar sert eleştiriler yapmalıyız.