Taksim Gezisi İsyanı, Erdoğanizm’in (1994-2014), Kemalizm (1919-1939) kadar toplumu dönüştürmekte başarısız olduğunu göstermiştir.
Uluslararası sosyal bilim literatürüne şimdiden “tarihte hiç rastlanmamış yegâne toplumsal bir kalkış” olarak giren, on beş gün kadar süren ve değişik biçimlerde devam etmekte olan bu olayların sosyolojik tek sonucu budur.
[Bir sosyal bilimci olarak bu terimsel ayırımı yaparken çok dikkatli olmam lazım. Açıkçası kullandığım terimler gündelik olarak birbirlerini suçlarken her iki tarafın kullandığı terimler. Bu bağlamda, bilinmelidir ki, ne Erdoğanizmi, ne de Kemalizmi, adını aldıkları kişilerle özdeşleştirmiyorum, ne de laiklik ve dindarlıkla. Olsa olsa bu iki terimin birine laikçi, diğerine dinci diyebiliriz. Diyorum da. Bu iki “izm”, homojenlikten uzak düşünce konstelasyonları. İkisi de teorik öncüllerden yoksun, ikisi de pragmatik. Hatta birbirlerine dönüşen çok yönleri var. Aynı devlet aygıtını kullanıyorlar mesela. Hem İslamist-Liberal, hem de Cumhuriyetçi-Devletçi lafazanlara aykırı gelecek ama her ikisinin de kökü İttihatçılık: İT’i kuran İbrahim Temo ve Ahmet Rıza tam bir Avrupa Birlikçisi. (Zıt zannedilenlerin birbirine dönüşünü, Türkiye tarihinde “eksen kırılması veya eğilmesi” olarak tanımlıyorum; şu anda tam bir eksen kırılması yaşıyoruz.) Bütün bunlar apayrı ve çokça yapılmış tartışmalar. Ancak kabul edilmelidir ki, Recep Tayyip Erdoğan Türkiye Cumhuriyeti tarihinde halkın önemli bir bölümünün ifadesi olarak Mustafa Kemal Atatürk kadar etkili ve yaygın bir kabul görmektedir. İdeolojik at gözlüklerini ve politik hırsları bir yana bırakan herkesin sosyolojik olarak kabullenebileceği bir hakikattir bu. Her iki politik liderin kişisel nitelikleri hiç kuşkusuz karşılaştırılamayacak kadar farklı ve tezattır. Kişisel farklılıklar yapılmak istenenin (toplumu kendi “izm”i yörüngesinde dönüştürülmesinin) aynılaşmasını önlememektedir. Doğal ki tam ters yönlerden… Her iki dönemin de “parlak” sayılabilecek toplumsal, politik ve ekonomik eserleri mevcuttur; her iki dönemin de toplumun zaman zaman büyük çoğunluğunu içeren olgusal görünümleri vardır.]
Kemalizm yirmi yıllık kronolojik bir sürecin sonunda nasıl kendi politik ve ekonomik hedeflerini ve oluşumlarını karşıtının ideolojisine ve iktidarına bırakmışsa (1938 sonrası); Erdoğanizm de yirmi yıllık toplumu (politik vesayeti) dönüştürme projesinde hiç de hesap etmediği bir barikatla karşılaşmıştır (2013); ve görünen odur ki, aynı Kemalizmin egemen ideoloji olarak sürdüğü seksen yıllık gelgitli sürecin içindeki konumuna girerek bir iktidar yapısı olarak var oluşunu bir süre sürdürecek fakat Kemalizme göre daha düşük bir entelektüel birikime sahip olduğundan ve “global modernite” (Arif Dirlik) olarak adlandırdığımız merkez kaç güçlerin ve teknolojik sayısallığın etkileşiminin devasa boyutlarda hızlandırdığı ve çoğalttığı kutupsallıkların güncel uluslararası konumundan dolayı, bu süre oldukça ve görece kısa ama mutlak etkisi Kemalizm ile benzer olacaktır. İki ideoloji de, önderliğini üstlendiği toplam Türkiye toplumunun tamamına değil, bir kısmına, güncel söylemdeki oranla “yüzde elliye” hitap etmektedir.
Toplumun tam yarısı diğer yarısına boyun eğmemektedir.
Aynı zamanda bu “yüzde elliler”, “komplo” teorisyenlerinin tanımladıkları biçimlerde ne uluslararası merkez güçler tarafından, ne de tam olarak içsel dinamiklerden manipüle edilebilecek nicelikler değillerdir [Diğer her konuda karşıt olduğum, bu konuda benimle paralel düşünen Mümtaz’er Türköne ve İhsan Dağı’nın Zaman’daki yorumları okunmalı.]
Daha önceki üç yazımda Gezi olaylarını irdelerken şu karşıtlığın tam bir ekonomi politik olarak Gezi sosyolojisinin sınıfsal dışa vurumu olduğunu söylemiştim:
Vergi veren, katma değer üreten ve vatandaşlık bağını kimlik olarak benimseyenler, vergi vermeyen, katma değer üretmeyen ve vatandaşlık bağını önemsemeyenler tarafından yönetildiklerinde (global modernitede, yani AKP iktidarında), bir de kendi bireysel ve özel hayatlarına karışılmasını istemiyorlar. Hayat tarzı bir üretim ve paylaşım tarzıdır da aynı zamanda. İşte dönüşmeyen budur. “Köylü efendimizdir” demekle, ya da “kime karıştık ki” demogojisiyle dönüşüm sağlanamıyor.
Şimdi yeni şeyler söylemek lazım.
Söylemek lazım da, söylenebilir mi?
Arif Dirlik, Küreselleşmenin Sonu mu? (Çev: İsmail Kovacı-Veysel Batmaz, Ayrıntı Yay. 2012) kitabında,
“… Sonlanmakta olan modernite değil, bu haliyle Avromodernitedir, yani, global hedeflerini realize etmek isterken kendisini yadsıyacak konuma gelen modernitenin iki yüzyıllık Avro/Amerikan egemenliğidir. … Bir kavram olarak ‘global modernite,’ ortaklıktaki farklılık (veya farklılıktaki ortaklık) durumunu yakalamayı hedeflemiştir; bu hedef, ulusal veya uluslararası düzeyde gündelik politikayı harekete geçiren zıtlıkları üretmekle kalmayıp, aynı zamanda bunları anlamak için gerekli kavramsal aygıtların aranması çabalarını da kapsamaktadır. Benim bu terimi kullanırken temel aldığım anlam, kapitalist modernite tarafından biçimlenen bir dünyada yaşarken, küresel bir kapitalist ekonominin evrensel talepleri ve gerekleri ile buna yönelik yerelleşmiş kültürel talepler arasındaki birçok yüzleşmede, esas belirleyici olan ve yeniden işleme uğrayan modernitenin kendisi olduğudur. Modernitenin parçalara ayrılışı modernitenin sonu olarak algılanabilir; tarihselleştirilmesi için de bir fırsat sunabilir, şu anda hangi konumda olduğunu tanımamıza yardımcı da olabilir ve bugünkü uygun bir noktadan geçmişe ışık tutar…” demektedir.
Yeni olan budur. Gezi olayları işte bu farklılıkların ortaklığı veya ortaklığın farklılıklarının ifadesi olarak, Avromodernite olarak konumlanmış Kemalizmin sönüşünün son evresine ve aynı zamanda global modernite olarak konumlanmış sanki bir Pangolasyan başlangıç yaşıyormuş aldatısı içindeki Erdoğanizmin sönümlenmesine yol açan değişik bir toplumsal momenttir. Ne biri, ne de öbürünün toplumu kendinin şekline sokamayacağının ilanıdır. İşte tam bu momentte yeni bir şeyler oluşmaktadır.
Bu yeninin en önemli tanımı belki de Taksim Gezisindeki “solcu”ların ortasındaki mescittir; Miraç anışıdır, Cuma’dır. Bir diğeri ise Yeryüzü Sofraları’dır.
Bir başkası, “cebime sıçayım” diye haykıran genç kızın bilincidir. (Tklz: http://www.adilmedya.com/saskinlarin-komplosu-h37575.haber )
Ya da, Türkiyelilik üstkimliği ile orada isyanı dillendiren Kürtler ve Türklerdir. Liste uzatılabilir.
Bu yeniyi şaşkınlıkla karşılamak, farklılıkların ortaklığının ve ortaklığın farklılıklarının farkında olunmaması demektir.
Ama bu “yeni” kesinlikle, Erdoğanizm veya Kemalizm olarak güncel dilde adlandırabileceğimiz baskın ideolojinin devamlılıklarından biri veya her ikisi de, bunların yenilenmiş yüzleri de değildir.
Arif Dirlik’in kitabının arka kapağına “yaşadığımız dünyada eskiler sonlanıyor ama yeniler başlamıyor” diye yazmıştım,. Çok geçmeden yanıldım. Gezi hem Kemalizmin, hem de Erdoğanizmin başarısızlığı ve yeninin başlamasıdır. Bu yeni hiç bir zaman iktidarını politik olan üzerinden kurmayacaktır, hiçbir zaman ekonomi önceliği ile hareket etmeyecektir, hiçbir zaman kalkınmasalcılık demogojisine boyun eğmeyecektir.
Bir partisi olmaktan çok, teknolojik bir iletişim organı olacaktır.
Bir STK’dan çok, Sivil Bireysel Kurgu (SBK) halinde gücünü hissettirecektir.
Ekonomik yerine ekümenik yaşamı izleyecektir.
Meclis yerine, zaman zaman, belki de nüsuk gibi, cuma’larda toplanacaktır. (Her Cumartesi güne artık alışageldiğimiz İstiklal Caddesi-Gezi eylemleri, Yeryüzü Sofraları, park forumları bu “yeni”nin prototipidir.)
Sandık yerine, tweet beyanını “oy” kabul edecektir.
Bunların hepsi olmuştur; daha başkaları ve daha da işlevsel olanları, “iktidar sen değilsin, biziz” diye bağıranları ve bunu kabul ettirenleri de bu “yeni”nin içinden filizlenecektir. Global modernitenin teknolojik dönüşümü buna cevaz vermektedir.
Ama neden?
Günah keçisi ve Erdoganizmin hedefi haline getirilen bir dizi oyuncusunun, “bu üç beş ağaç için değil, anlamadın mı?” tweeti ne kadar da yanlış.
Çünkü, Gezi İsyanı, ağaç içindir, doğa/insan paylaşımı içindir, insan içindir.
Bunlara bazılarımız sadece “Allah” der. Bazılarımız sadece “doğa/kâinat” der. Bazılarımız da “her ikisi” de der. Gezi’de ortaklıktaki farklılık, farklılıktaki ortaklık artık tekleşmiştir. Rektör Yunus Söylet için yaptığım bir açıklamada, “Gezi Hicret sonrası Medine’ye benziyor” demiştim. (Tklz: http://www.vistilefblog.blogspot.com/2013/06/zorunlu-aciklama.html )
Erdoğanizm ve Kemalizmin bağlı oldukları farklı modernite dönemlerinin baskın otoriterliği yerine, artık bir ağaç gibi hür, bir orman gibi kardeşçesine ve fikri, zikri, vicdanı özgür bir yeninin doğuşuna tanık olmuşluğun eminliği içinde, yalnızca bir toplum kurgusu olan “sandıktan çıkana boyun eğeceksin” diskuru kadar, “muasır medeniyet seviyesi” gibi kalkınmasalcı afâki hedeflerin de başarısızlığını anlatan bir “büyük anlatı” ile karşı karşıyayız. İkisi de başarısız; birbirini dönüştüremedi. Ya da “zamanın ruhu” ikisini de aştı. İki farklı kesim olarak birbirine bakıyor, bu farklılığın ortaklığı olan Gezi’de ise tencere tava, bir “yeni” hava esiyor.