Her eğitim yılı ülkemizde ekonomik anlamda bir dert yükü olarak başlar ve öylece devam eder.
Anne babalar evde eğitim ve öğretime dair bir bütçe hazırlarken, Milli Eğitim Bakanlığı da öğretmen atamalarının getireceği ekonomik yükü düşünerek, ölçüp tartıya vurarak bir bütçe hazırlar. Sayısal değerler, rakamlar istatistikler havada uçuşur ve eğitimin ayağı bir türlü yere basmaz, eğitimin öznesi insan unutulur gider…
Tayinler olur, atamalar yapılır, oryantasyon çalışmaları devam eder, ailelerin eline ihtiyaç listeleri tutuşturulur. Artık eğitim ve öğretime dair her şey hazırdır.
Oysa hiçbir şey hazır değildir. Kontrolsüz, denetimsiz, kuralsız, sağlıklı bir ideolojisi olmadan, doğru dürüst bir politika yürütülmeden devam eder bir yıl boyunca eğitim ve öğretim, ertesi yıla tüm sorunlarını devredene dek..
Biraz daha hayatın içinden bakmak gerekirse, bazen bir velinin ağzından dökülür dertler. Bir veliyle karşılaşırsınız, sancısını dindiremeyeceğinizi bildiğiniz halde dinlersiniz onu.
“Çocuğum geçen sene önemli ve temel derslerden biri olmasına rağmen hiç Fen dersi görmedi.”
“Peki, neden bu dersi görmedi?”
“Çünkü bu dersin öğretmeni bazen üç ay, bazen altı ay raporluydu.”
Dedim ki, “Bir insan hamile olsa üç ayda, altı ayda doğuramaz. Hasta olsa bir ayda iyileşir. Bu nasıl bir rapor, vallahi ben bunu çözemedim.”
Üstelik okul müdürleri yerine bir ücretli öğretmen de görevlendirmemiş.
Bu örnekleri çoğaltmak mümkün…
Demek ki, Milli Eğitim, toplumu eğitimin dışına iten, devletin varlık nedeni olmaktan çok uzak, memur sınıfının yozlaştırdığı, halk adına tükettiği bir değermiş.
Halkın denetleyemediği, sorgulayamadığı sendikalı bir üst sınıfın oluşu bizi hiç şaşırtmamalı. Böyle bir üst sınıfa yükselmek için geniş çaplı, organize KPSS kopya şebekesi oluşturuyorsanız ve muhafazakâr iktidarınız, eğitime dair sağlıksız bir ideolojiyle bütünleşmiş gayri insani kökleri söküp atmıyorsa, bir farklılık olarak sadece kendi zehirli ayrık otlarını ekiyorsa, bu topraklar çorak kalmaya devam edecek demektir.
Böyle çorak topraklarda, seyrek insanların çıkması tabiidir. Ahlakı, politikası olmayan bir eğitimin ne üreteceği ve kendi değirmenine neyi taşıyacağı ortada değil mi?
Aslında bu kadar ucundan ve kenarından baksanız bile eğitime dair sorunun ne kadar derinde olduğunu görebilirsiniz.
Ama sakın problemin çözümünü muhafazakâr zihnin kodlarında aramayın. Çünkü tarih, muhafazakâr zihnin haritasında tekrarlanıp durur. Dolayısıyla sorunlar da kendi öncesi ve sonrasında tekrarlanarak çözümsüz kalır.
Devlet olarak söyleyecek bir sözünüz kalmamışsa, bir eğitim politikanız ve ahlakınız yoksa sadece kadrolaşırsınız, yani eğitimin merkezine asla insanı koymazsınız, daha doğrusu koyamazsınız. İnandığınız din de sadece ritüellerden ibaret kaldığı için ideolojik bir projektör olamaz size. Mistik yanılsamalarınız olarak geri döner ve sizi siz olmaktan, siz yapan değerlerden de ayrı bırakır.
Hâlâ her şeyde olduğu gibi insanı çevrenin ürünü olarak gören anlayış devam ediyorsa, hiçbir şeyi değiştirme gücüne sahip olamazsınız.
Aliya İzzetbegoviç “tarih boyunca gayri insani bütün hukuk ve sosyoloji nazariyelerinin, materyalizmin bu temel görüşüne isnat edildiğini” söyler.
Eğitimde yıllar süren yapısalcı yaklaşımlar bunun en çarpıcı örneğidir. Bu durumda eğitimin insani olduğunu söylemek çok doğru olmayacaktır.
” Eğitim de gayri insani olabilir: Eğer tek taraflı, yönlendirilmiş, endoktrine olursa, gayesi düşündürmek değil de hazır çözümler sunmak suretiyle insanların ufuklarını ve dolayısıyla insan hürriyetini daraltıp, kişileri sırf fonksiyonel bir duruma hazırlamaksa…” (1)
Hele katıksız bir hırsla donatmışsanız bunun için insanı; yabancılaşmanın en ıssız, en dip ve en çaresiz kuyularında sabahlarsınız. Ve kendinize ucuzundan başarı kalıpları biçersiniz. Gerçekte sizin olmadığınız, hep başkalarının sizi görmek istediği yerlere adanırsınız.
“İnsan, daha çocukluk döneminden başlayarak, gözde olmanın talep edilmek olduğunu ve kendisinin de kişilik çarşısına uyum sağlaması gerektiğini öğrenmiştir. Ne var ki, kendisine belletilen hırs, uyanıklık ve başkalarının taleplerine göre kendini uyarlayabilme gibi erdemler, başarı kalıpları olamayacak kadar genel niteliktedir. Bu nedenle daha özel başarı kalıplarını tanımak için çok tutulan kitaplara, gazetelere ve filmlere yönelerek piyasadaki en çekici, en yeni modellerle karşılaşır ve bunlara öykünür.
Bu koşulların altında, insanın öz-değer duygusunun ağır yara alması pek şaşırtıcı değildir. İnsan öz saygısı için gerekli koşulları denetleme olanağına sahip değildir. Sürekli olarak onaylanmaya gereksinim duyar ve bu onay için başkalarına bağımlıdır; bunun kaçınılmaz sonuçları ise umarsızlık ve güvensizliktir.
İnsan, pazarlama yönelimi içinde kendi kimliğini yitirir, kendisine yabancılaşır.
İnsanın sahip olduğu değer başarıysa (ki, eğitim ve öğretimin temeline her zaman bu yerleştirilir), sevgi, gerçek, adalet, sevecenlik, acıma duygusu gibi değerlerin ona hiç yararı yoksa insan bu ülkülerden övgüyle söz etse bile, bunlara ulaşmak için çaba göstermez.” (2)
Çünkü bütün bunların bir fayda getirmeyeceği, finansal zemin üzerinden dünyaya bakan biri için mümkündür. Pratik fayda sağlama algısı gelişmiş böyle bir insan için yabancılaşma bu aşamada başlamış demektir.
İnsan olma çabası uyanık ve dikkatli kalarak, bir süreklilik gerektirdiğinden bir anlık duraksama ve dalgınlık, insanı geriye dönüşü olmayan bir bağımlılığa ve güvensizliğe adım atmaya zorlayacaktır.
İnsanın hem bağımlı hem de güvensiz olması, Erich Fromm’un deyimiyle amaçlarının ülküleştirilmesinden başka bir şey olmayan bir puta tapınmakla sonuçlanacaktır.
Yabancılaşma puta tapınmakla zirve noktasına ulaşır böylece. Maddi her gerekçe, insanın varoluş nedeni haline gelir.
Sonuç olarak kendi içinde yaşadığı topluma yabancılaşmanın çok daha fazla ötesine geçer ve insan değer olarak kendine yabancılaşır, kendinden ayrı düşer.
Ne öğretmen okul sıralarında hayata aç bekleşen çocuklarının farkında olur ve ne de öğretmen olmaya aday ama insan olmaktan uzak KPSS vurguncuları hukuk dışı kaldıklarının, yani insanlık alanında sınıfta kaldıklarının farkında olurlar.
O zaman eğitimde bir seferberlikten söz edeceksek, tarihin dinamik köklerinden kopmadan bir reform hareketi başlatmak zorunluluğu var. Yine bu çağda insan son bir kez kurtuluşu adına bir inşa hareketi başlatmak zorundadır. Birincisini içinde yaşadığı toplumu adına ikincisini kendi adına başarmalıdır bunu.
(1) Doğu – Batı Arasında İslam, Aliya İzzetbegoviç, s. 72, Nehir Yay.
(2) Psikanaliz Ve Din, Erich Fromm, s. 96, Kabalcı Yay.