“SİZ, insanlığın iyiliği için çıkarılmış bir topluluksunuz; doğru olanı emreder, eğri olandan alıkoyarsınız ve Allah’a inanırsınız. Eğer geçmiş vahyin mensupları, (bu tür bir) inanca ermiş olsalardı, bu, kendi iyiliklerine olacaktı; (ama) içlerinde çok az inanan bulunsa da onların çoğu fasıktır. (Fakat) bunlar size gelip geçici ezadan başka bir zarar veremezler ve eğer size karşı savaşa girseler bile hemen arkalarını dönüp kaçarlar. Sonra kendilerine yardım da edilmez. Onlar, Allah’a ve insanlara karşı taahhütlerine (sadakatle) bağlanmadıkları sürece, nerede bulunurlarsa bulunsunlar zillete dûçâr olurlar. Çünkü Allah’ın gazabına uğramış ve aşağılanmaya mahkûm edilmişlerdir. Bütün bunlar (başlarına geldi). Çünkü Allah’ın mesajlarını inkârda ve peygamberleri haksız yere öldürmekte ısrar ettiler. Bütün bunlar (vaki oldu), çünkü (Allah’a) isyanda bulundular ve hakkın sınırlarını inatla ihlal ettiler. (Ama) onların hepsi aynı değil: Geçmiş vahyin izleyicileri arasında, gece boyunca Allah’ın ayetlerini okuyan ve (O’nun huzurunda) secdeye kapanan dosdoğru insanlar da vardır. Onlar, Allah’a ve ahiret gününe inanırlar; doğru olanı emreder, eğri olandan alıkoyarlar ve hayırlı işlerde birbirleriyle yarışırlar: işte bunlar dürüst ve erdemli kimselerdendir. Onların yaptığı hiçbir iyilik karşılıksız kalmayacaktır: çünkü Allah, Kendisine karşı sorumluluklarının bilincinde olanları iyi bilir. (Ali İmran 3: 110-115).[1]
Yukarıda mealleri sunulan ayetler grubu önceki vahiyleri izleyen toplulukları konu ediyor. Bu arada 114-115’nci ayetlerde Allah’a ve ahiret gününe inanıp hayırlı işler yapan dürüst insanları hatırlatıyor ve bu insanların da karşılıksız bırakılmayacakları vurgulanıyor. Bakara Suresinin şu ayetinde de aynı durumdan söz ediliyor. “Şüphesiz inanan kimseler, Yahudileşen kimseler, Nasara ve sabiler; bunlardan kim Allah’a ve ahiret gününe inanmışsa ve salih bir amel işlemişse, artık Rabbi katında onlar için ödüller vardır. Onlara korku da yoktur: onlar üzülmez de” (Bakara 2: 62). Bunlara bakarak iman etmiş olmanın başka esasları olmasının yanında, Allah’a ve Ahiret gününe inanıp Salih Amel işleyenlerin de ödüllendirileceği bildiriliyor. Bu bağlamda önceki vahiylere inananlarla Kur’an’a inananlar bu üç noktadaki tutum ve davranışlarında birlik ve beraberlik içinde olabilirler. Bu da dünya nüfusunda epeyce bir yekûn eder. İnançları kısmen farklı ve tam olarak Müslüman/mümin olmayanların sayısı çok olsa da Dünyada barış içinde yaşanabilir.
Burada konu edilen imkân ve avantaj çok önemli ve değerlidir. Buradan hareketle insanlık tarihini sahici bir bakışla gözden geçirsek çoğu savaşların yok yere yapıldığı ve çeşitli acılar çekildiği kolayca anlaşılabilir. Ne yazık ki günümüzde de emperyalist güdümlü projeler gereği anlamsız savaşlar sürüyor ve gene insanlar ölüyor, kalanlar da acılar çekiyor.
Yukarıdaki ayet meallerinden şu mesajı çıkarabiliriz: savaşlar gereksiz nedenlerle çıkarılıyor ve sürdürülüyor. Ataları Tevrat ve İncil’e inanmakta olup, onların nesillerinden gene aynı vahiylere inananların, Kur’an geldiğinde yapmaları gereken; Kur’an’a da inanmalarıydı. Ayetlerin verdiği bilgilere göre ve pratikteki uygulamaya göre böyle olmadı, onların içlerinden çok azı bunu yapabildi. Daha kötüsü imparatorlar ve hanedanlar siyasi ihtiraslarını, güç heveslerini, şehvet zevklerini, dinler ya da mezhepler üzerinden toplulukları sürekli savaştırarak elde etme yoluna gittiler. “Gâvur” diye bir laf icat edilmiş ve kelimeyi karşılıklı kullanarak krallar, padişahlar, emirler, sultanlar tebaalarını(kendilerine bağlı olan halklarını) bu söz üzerinden savaşlara sürükleyip birbirlerini öldürttüler. Yani akılları sıra dinleri için savaştılar. “Din elden gidiyor, gâvurlar dinimizi yok ediyor” dediler ve çektiler kılıçlarını, mızraklarını ve süngülerini birbirlerini öldürdüler. Şimdi de aynı noktadan hareketle savaşlar sürdürülüyor ve büyük acılar çekiliyor.
Bu noktada savaş halinden çıkışla, barış için bir çözüm üretilebilir. Gerçek böyle olmasına rağmen, gündelik pratikte bunu göremiyoruz. Belki de savaşı barışa dönüştürme yetki ve sorumluluğu hatta bunu yapabilme gücü elinde bulunanlar: “Siz hayal kuruyorsunuz. Dünyanın gerçekleri, realitesi var; Marjinal üç beş kafadar hayali bir şey uyduruyor, sonra da halkı yanıltıyorsunuz” diyorlar. Böylece gerçekler örtülerek savaşların sürmesini sağlıyorlar. Devran böyle dönüp dururken azınlığın zenginliği artıyor ve bu hiçbirimizin çıkarına ve yararına değildir. Az insanın çok zenginliği, nasıl diğer insanların yararına olabilir ki? Allah, yerlerde, göklerde ve bunların arasında bulunan nimetleri bütün insanlar için yaratmışken, bir azgın azınlık nimetlerin çoğunu zimmetine geçiriyor. Bu bir hırsızlık değil midir? Hepimizin anatomik yapıları aynı değil mi, öyle ise birileri biyolojik ve zihinsel ihtiyaçlarımızı niçin gasp ediyor? Eğitim, seyahat, beslenme, barınma ve giyinme gibi temel konularda neden büyük farklılıklar var? İnsanlar arasında böylesine derin uçurumlar varken adalet, eşitlik, hak, hukuk, ahlak, güven, mutluluk, saydamlılık gibi değerler nasıl hayat bulsun?
Bakın; “Azınlığın Zenginliği Hepimizin Çıkarına mıdır?” adlı Kitabın yazarı Zygmun Bauman neler söylüyor? “Toplumun üst kesiminde biriken zenginlik “aşağılara damlamadı”, geriye kalanları zenginleştirmedi, bizi kendi geleceğimiz ya da çocuklarımızın geleceği hakkında daha iyimser, daha güvenli ya da mutlu kılmadı” (sayfa.12).
“Dünyamızı, doğası gereği rekabetçi ekonomik bölümlere ayrılması gerektiği iddiası inandırıcı değildir. Rekabetçi ekonomilerin ortaya çıkmasının nedeni bizim onları böyle şekillendirmeye karar vermemizdir. Rekabet savaşın yüceltilmiş halidir. Savaş kesinlikle kaçınılmaz değildir. Savaş istersek savaşı seçebiliriz; fakat aynı bu şekilde, barış istersek de barışı seçebiliriz. Canımız rekabet etmek istiyorsa, rekabeti seçebiliriz, ancak onun yerine dostça bir işbirliğini de tercih edebiliriz” (30, 31)
“EKONOMİK BÜYÜME; “Asıl olan ekonomidir, gerisi teferruat” sloganı 1992 seçim kampanyalarında uydurulmuş bir slogandır. Ortaya çıkışından bu yana bu ifade tüm dünyadaki politik söylemlerde önemli bir yere sahip olmuştur.” (32)
Özünde ahlaki bir temeli bulunmadığı halde “ekonomik büyüme” ideolojisi, sanki Gerçek Dinin bir rüknü/kuralı/farzı imiş gibi insanlara sunulur/kabul ettirilir; dayatılır. Ekonomi büyürken ya da ekonomiyi büyütürken insan nelerde küçülüyor, neleri eksiliyor buna bakan yok…
“Anaparanın ve nüfusun durağanlaşması insanlığın ilerlemesinin durması anlamına gelmez. Her türlü zihinsel üretim ile ahlaki ve sosyal ilerleme için her zamanki kadar faaliyet alanı olur; zihinler geçinme derdiyle meşgul olmayı bıraktıklarında yaşam sanatının geliştirilmesi için daha fazla alan yaratılır ve gelişme olasılığı artar.” (34)
Toplumda geçim normal halinde seyrederse, daha çok üretim ve tüketim için, insan harcanmaz. İnsan harcanmazsa; insanca yaşamaya devam eder. Yaşayan zihinler sadece “ekonomik büyüme”ye yöneltilirse yaşam sanatı gelişemez, kaba saba bir hale döner, şimdiki gibi. Oysa yaşam sanatına önem ve değer verilirse insanlar aşırı tüketim içinde olmadan normal şartlarda yaşayıp daha mutlu olabilirler.
“Yazılmamış kolektif sigorta poliçesini incir yaprağı ile örter oldu…” 40’ncı sayfadan alıntı yaptığım ifade benim “cennet yaprakları” felsefesini/teorisini andırıyor. Yıllardır bu düşüncemi insanlarla paylaşıyorum, gerçi anlayanı az, ama olsun. Okuyun da görün, Zygmunt Bauman anlamış. Evet, gerçekten anlamış ve tam da benim anladığıma uygun bir yerde kullanmış. Sigortacılıktaki sahtekârlıklar ve dümenler noktasında kullanmış. Ben de ritülleri samimiyetsizce birileri görsün diye abartanları kınamak için yazdım, “Cennet Yaprakları” denemesini.[2] İkisi de ayıpları, suçları kutsal görülen örtü ile örtüp gizliyorlar ve yön şaşırtıyorlar. Sözde geçen “incir yaprağı” ile benim dediğim “cennet yaprağı” aynı şeydir; Âdem ile Havva’nın üstlerini örtüp ayıp yerleri gizlemek için kullanılan örtülerdir.
“Dağınık öfke patlamaları, genellikle ehlileştirilmiş ve bastırılmış olan zehirli duyguların geçici olarak açığa çıkmasına yol açarak, bu esnada kısa süreli bir soluklanma sağlamasına rağmen, günlük yaşamın nefret edilen ve öfke duyulan eşitsizliklerini kabullenip bunlara boyun eğmeyi biraz daha kolaylaştırmaktan öteye gidemez. Medyanın yarattığı yapmacık olaylar emekçileri kendi çaresizliklerinden uzaklaştırabiliyorsa… Para babalarının korkmalarını gerektirecek bir şey yok demektir.”(49)
“11 Eylül Saldırısının ertesi günü Georde w. Bush’un, travmadan kurtulup normale dönmeleri için Amerikalılara seslenirken bulabildiği en iyi tavsiye alışverişe devam edin” olmuştur. … “Mağazalar ve alışveriş tam ve gerçek anlamıyla uhrevi bir boyut kazanıyor. Süpermarketler bizim tapınakalrımızdır”(50)
[1] Muhammed Esed
“Zengin ülkelerdeki sosyal eşitsizlik, eşitsizlik doktrinlerine inancın sürmesi sayesinde hayatta kalabiliyor ve yaşadığımız toplumun ideolojisinin büyük bölümünde yanlışlıklar olabileceğini fark etmek insanları hayrete düşürebiliyor. Tıpkı kölelik zamanında çiftlik sahibi ailelerin kölelere sahip olmayı doğal gördüğü gibi ya da tıpkı kadınlara oy hakkı verilmemesinin “doğanın bir kanunu” olarak görüldüğü gibi, günümüzdeki çok büyük eşitsizliklerin çoğu da normalliğin fotoğrafı içinde kendine yer buluyor.”(58)
“Gerçek bir yazar olsaydım, savaşı önleyebilmem gerekirdi.”73[1] Bu sözü meşhur “Körleşme” romanının yazarı Elia Canetti, İkinci Dünya Savaşı için, kendi sorumluğu bağlamında söylemiş, Ne müthiş bir iddia, değil mi?
“””””””””””””””””””””””””””””””””””””””””””
[1] Zygmunt Bauman, Azınlığın Zenginliği Hepimizin Çıkarına mıdır? (alıntı sayfa numaraları pasajların sonlarında verilmiştir), İngilizceden çeviren: Hakan Keser, 2’nci baskı, İstanbul-2015
, Kur’an Mesajı, meal-tefsir, 1’nci cilt, s: 111, İşret Yayınları, İstanbul-1999
[2] Mustafa Demir, Adil Medya İnternet Sitesi’nde, 01.08.2013 tarihli yazı: Cennet Yaprakları
[3] Zygmunt Bauman, Azınlığın Zenginliği Hepimizin Çıkarına mıdır? (alıntı sayfa numaraları pasajların sonlarında verilmiştir), İngilizceden çeviren: Hakan Keser, 2’nci baskı, İstanbul-2015