Toplumsal ekoloji düşünürleri M. Bookchin ile F. Capra (*1) doğanın kendi içinde hiç de hiyerarşik bir oluşum ve gelişim içinde olmadığını ve doğanın, bu anti-hiyerarşik yapısallaşmasından hareketle, toplumun da doğanın aklına/hikmetine uygun düşecek şekilde, âdemi-merkeziyetçi ve konfederalist oluşumlara açılması gerektiğine inanırlar.
Bu düşünürler, doğadaki çok çeşitlilik ve farklılaşmanın doğal oluşundan ve bu doğallığın rizomatik bir kaynaşma zinciri oluşturmasından dolayı ve yine doğanın; zora dayalı ve kaçınılmaz bir hiyerarşi oluşturmaması ve bütün öğelerin birbirini tamamlayacak bir eko-sistem içinde konumlanmasından yola çıkarak düşüncelerini açıklarlar. Çıkış noktaları içinden geldiğimiz ama farklılaştığımız doğadır. Ancak doğal yaşamın inşası ve işleyişi üzerine yapılan kimi doğru saptamaları; toplumun ve insanın, mevcut ekolojik sisteme uyum sağlamasının mutlak bir zorunluluk olduğunu savunmaya kadar götürüldüğünde, mantık uyumsuzluğu ve zorlama yorumlar açığa çıkmaktaktadır.
Onlar, doğadan gözlemlediklerini, topluma doğrudan yansıtırlar. Toplumun, özgürce çeşitlilik ve farklılıklar içerebilmesi, merkeziyetçi olmaması ve toplumu oluşturan unsurların, birbirlerini tamamlayıcı bir düzenleme içinde olması için, hiyerarşik olmayan bir doğallığın, toplumda zorunlu olmasını savunurlar. Onlara göre, doğada ve evrende rastlanmayan hiyerarşi, toplumda doğallığın sağlanmasıyla doğrudan söndürülebilecektir.
Doğalcı-ekolojik bir etiği savunan bu düşünürler, doğayı bağlayıcı ve belirleyici ilkeler bütünlüğü olarak ele almakta ve bütünselci ve indirgemeci bir anlayışla, toplumsal yaşamda dâhil olmak üzere, evrendeki her şeyin bu ‘doğal’ zorunluluklar dairesi içinde oluştuğunu ve toplumun da buna eklemlenmesi gerektiğini ifade etmektedirler.
Bu anlayış, “Doğal zorunluluk” lardan asla kaçılamayacağını, özgürleşme anlayışlarının temeli ve özü olarak ifade eder ve yine bu anlayışa göre, doğa üzerindeki her tür tahakkümden doğayı arındırmak ve doğayı, eko-sistemine yeniden kavuşturmak için, ‘doğal etik’ çerçevesinde ‘ekolojik bir toplumsallaşma’ yaratmak zorunlu görülmektedir.
- Bookchin, “doğaya içkin bir anlam” dan ve hatta “kâinatta etik bir anlam” dan bahseder. “ Doğa ve kâinat, insan ve toplum için bağlayıcıdır. Ekolojik bir toplum, doğanın ve kâinatın yolunu önceden çizdiği “ ekolojinin gereklerine uygun” olan bir toplum biçimidir. (*2)
Görüldüğü gibi burada, doğa; hareket noktası ve belirleyici unsurlar bütünlüğü olarak ele alınmakta ve toplumun, doğanın akışına uyum sağlamasıyla sorunlarının çözüleceği anlatılmaktadır. Bu mantık, toplumsal özgürlükle, doğanın özgün dengesinin korunması anlamına gelen ekolojinin örtüştürüldüğü bir mantıktır. Bilim tarihinde ekoloji, ilk önce doğal yaşamı paylaşan organizmaların aralarındaki karşılıklı etkileşimlerin nasıl bir bağ ve birlik oluşturduğunu araştıran doğa biliminin dalıydı. Fakat daha sonra ekolojik denge zincirine, toplum ve toplumsal kuralların doğaya uyum sağlayıp sağlamadığı sorunu da katıldı ve sonuçta, toplum ve insan doğasıyla bütünleştirilen mevcut ekolojik uyumu bozmanın, gezegenin geleceğinde tayin edici bir çelişki oluşturabileceği kabul edildi.
‘Doğanın Diyalektiği’ni yazan F.Engels ve ‘Mantık Bilimi’ni yazan Hegel, “bütün bireysel akıllar, tek ve evrensel bir aklın görünüş biçimleridir” diyerek akılcılığın yolunu açan Spinoza ve İbn-i Rüşt ile köken itibariyle buluşmuşlardır. Hepsi de doğanın, özünde neden-sonuç ilişkilerine bağımlı, diyalektik ve evrimsel olduğunu ve insan düşüncesinin, bunu yansıtmaktan yani doğanın bir izdüşümü olmaktan başka bir şey yapamadığını söylerler. Yani düşünce, (dıştan) doğayı diyalektik bir düzene sokmamakta, doğanın bizzat kendisi diyalektik bir özellik taşımaktadır. (*3)
Bu anlayışta insan, doğayla birlikte varolabilen, onsuz asla var olamayan, doğanın bağlayıcı ve belirleyici düzenine ve ilkelerine bağımlı olan sınırlı bir varlıktır. İnsanın doğanın dinamik işleyişine mutlak bir zorunluluk olarak bağımlı olması bir gerçekliktir ve insanların kendi aralarındaki tahakküm zincirini kırmaları zorunludur ama insanların, doğanın eko-sistemini bozmadan ondan faydalanmaya devam etmeleri de zorunludur. İnsanların doğadan faydalanmaları onun üzerinde tahakküm kurmaları anlamına gelmez. Yeter ki doğadan devşirdikleri ve biriktirdikleri, ihtiyaçlarından fazlası olmasın ve nimetlerin bölüşümün de bir adaletsizlik yaratılmasın.
Yukarıda bahsedilen anlayışlarda olduğu gibi zora dayalı hiyerarşiyi çözme mücadelesinde, siyasal/toplumsal dönüşüm için gerekli olan; farklı ve özgün dinamikleri yanlış mevzilendirmek, farklı tahakküm ilişkilerini iç içe geçirmek ya da keskin bir şekilde ayrıştırmak, başlangıç noktasında fark edilmesi zor, ince ve hassas sapmalara yol açmaktadır. Sonuçta, toplumsal değişim mücadelesinin gelişimini belirsiz, bulanık ve kaotik kılmaktadır.
__________________________________________
(*1) F. Capra – Yeni Bir Düşünce – Çev. Mustafa Armağan – Ağaç Y. 1992
(*2) Rolf Cantzen – Daha az Devlet Daha çok Toplum – Ayrıntı Y. 2000 Sf.225
(*3) Age. Sf.226 Dipnotu