“Dindar/Dindarlık” ve “Semavi Dinler/Semavi Kitaplar” kavramlarını duymayan yoktur. Bu kavramlar hem yazılı metinlerde hem günlük konuşmalarda çokça kullanılır. Ancak, “dindarlık” kavramının özellikle ritüeller hususunda hassas olan insanlar tarafından birilerinin tanımlanması bağlamında daha çok kullanıldığını görüyoruz. İnsanlar varlıkları/eşyayı tanımlar ve bu tanımlara göre davranırlar. Bu kavramlarla ilgili yaklaşımlarda da buna benzer bir durum var. Öteden beri dikkatimi çeken, özellikle “semavi dinler” kavramının teoloji eğitimi sözlü ve yazılı kaynaklarında yer almasıdır. Resmi bütün eğitim basamaklarındaki Din dersleri ile ilgili kitaplarda bu şekilde yer alır. Örneğin; okullarda hem sözlü hem yazılı sınavlarda Din Dersi öğretmenlerinin öğrencilere “Semavi dinleri/kitapları yazınız/söyleyiniz” şeklinde soru sormaları ile çok karşılaştım. Bunlarhepimizin yaşadığı sıradan olaylar gibi düşünülebilir. Keşke öyle olsaydı!
Üç aylık Düşünce Dergisi Eskiyeni’nin 24. Sayısında Diyanet İşleri Eski Başkanı Prof. Dr. Ali Bardakoğlu ile “İslâm’da hukuk-toplum ilişkisi” konusunda yapılan söyleşi yayınlanmış ve ben de okudum. Aynı kavramları Ali Bardakoğlu’nun da kullandığını gördüm. Bilindiği gibi akademi dünyamızdaki literatürün çoğu çeviri/iktibas, tekrar ya da başkalarının yazdıkları üzerine yazılan yorumlardan oluşur. Bu bağlamda söz konusu ettiğimiz iki kavramın da Batılı teolojik kaynaklardaki benzer kavramlar sayesinde meşhur olup kullanım sahalarını genişlettiklerini söyleyebiliriz. Ancak şunu unutmamak gerekir; Batılı teologlar kendilerini sıkı sıkıya vahyi kaynaklarla kayıtlı ya da onlara bağlı görmezler. Ayrıca onların Tanrı, Peygamber ve
Kitap anlayışları tam olarak Müslümanlarınkine benzemez. Örneğin; Batı teolojisindeki İsa(as), İslâm’daki Muhammed(as)’e karşılık gelmez. İncil de Kur’an’ın karşılığı değildir. İllaki bir kıyaslama yapacak olursak şöyle diyebiliriz: Kur’an’ın karşılığı Hz. İsa, Sünnetin karşılığı İncil, İslam bilginlerinin toplam karşılığı Papadır. Ancak Papa yanılmaz kabul edildiği için daha çok Şia’daki imamlara karşılık gelir(1).
Söz konusu iki kavramdan önce “Semavi Dinler” üzerinde durmak istiyorum. “Semavi Dinler/Kitaplar” ifadesi, İslâm(Muhammedilik/Kur’an), Yahudilik(Musevilik/Tevrat) ve Hıristiyanlık (Nasara /İsevilik/İncil) ‘dinleri’ için kullanılıyor. (Başkaları bu bağlamda ‘dinleri’ kelimesini çok rahat bir şekilde kullanmakla birlikte, ben bu ifadeyi onlar kullandıkları için kullanmış bulunuyorum. Ayrıca bir önceki parantezde de doğrusu görüldüğü gibi ‘Hıristiyanlık’ ifadesi de kitabi değil, uydurmadır). Burada “semavi” kavramıyla dine mistik bir hava veriliyor/verilmek isteniyor. Dolayısıyla din, insanların gündelik hayatlarından çıkıp/çıkarılıp, belli zamanlarda bireysel ya da cemaat halinde yapılan bir ayinler sistemi haline geliyor/getiriliyor. Böyle olunca insanlar, diğer kimseler ve varlıklarla olan ilişkilerini heva ve heveslerine/keyiflerine göre yapıyorlar. Sonra da mistik tatminler amacıyla semadan indirildiğini söyledikleri dinin/“dinlerin” huruç/çıkış yerine yani göklere ulaşmak için, Kur’an’da bildirilen menasık dışında olmadık ayinler icat ediyorlar/bidatler türetiyorlar. Oysa tanımlama ve adlandırmalar kitabi olsaydı böyle olmazdı. “Beşeri dinler” ve “İlahi/vahyi Din/Kitap” tanımıyla ayırım yapılsaydı, daha anlamlı olabilirdi. Çünkü din bir, şeriatlar çeşitlidir…
“Semavi Dinler” ifadesi ile yukarıda da değindiğim gibi seçilen Resullere vahiyle bildirilen mesajlarda anlatılan din kast ediliyor. Evet, bu din Tektir ve başından beri İslam’dır. Yani Âdem’e, İbrahim’e verilen sahifeler ile Musa’ya, Davut’a, İsa’ya ve Muhammed(s)’e vahiy edilen kitapların hepsi bir Dinin/Müslümanlığın mesajlarını taşıyor. Dolayısıyla Allah’ın Müslümanlık olarak adlandırdığı tek Dinin “semavi dinler” adıyla parçalanıp sonra da “dinler turnuvası, festivali, bahçesi, vs” nin yapılması Dinin özüne uygun düşmez. “Söyleşide şöyle bir ifade var: “Diğer semavi dinlerden çok, onların saf ve nihai şekli olan İslâm anlamında dinin bireysel davranışlarımıza ve toplumsal hayatımıza akseden veya müdahale eden yönünü tanıtabilmek için kaba bir şekillendirme ile iç içe üç daire çizebiliriz.” Bu ifadedeki “diğer semavi dinler” kavramı ile İslâm’ı “saf ve nihai şekille” ayrı tutmasına itirazım var. Gerekçelerini yukarıda açıklamaya çalıştım. Ancak “iç içe üç daire” teorisini isabetli buluyor ve katılıyorum (Bakınız: s.48, 49).
“Dindarlık” kavramına geçmeden önce şunu da söylemek yerinde olacaktır: Bardakoğlu’nun söylediklerinde günümüz bağlamında yeni diyebileceğimiz görüşler var. Onların bir kısmı, Ali Bulaç’ ın seri yazıları ile eleştirdiği Süruş’un görüşleri ile paralel görünüyor. “Dini metnin ve hükmün lafzı değişmese bile vermek istediği mesaj, anlam kapsamına alınabilecek veya ilişkisi kurulabilecek olay ve olgular ve bu bağlamda yapılabilecek yorumlar farklı kültür ortamında, farklı tecrübe birikimine ve gözlemlere sahip toplumlarda farklılık taşıyabilecektir. Bu farklılıkları da İslâm’ın değişik veçheleri veya dinin yorumunda çelişki olarak görmek yerine dinin temel mesajı, ilke ve amaçları ile insan ve toplum gerçeği ve ihtiyaçları arasındaki uyum olarak nitelendirmek gerekir(s.50). …
Anlama, yorumlama ve bakış açısı yönüyle bireyler arasında önemli farklılıkların bulunması, üstelik insanların kültür, gelenek, bilgi ve beceri birikimlerinin dönem ve bölgelere göre de değişmekte olması aynı Kur’an ve hadis metninden aynı dönemde veya farklı dönemlerde farklı anlam ve hükümlerin çıkarılmasını kaçınılmaz kılmıştır (s.56). … Kur’an’ın metninden, sünnetin muhtevasından ve İslâm toplumunun asırlarca devam eden geleneğinden açıkça anlaşılan ve Müslümanların asgari müşterekini teşkil eden değişmez bir İslâmi öz ve ana unsur yanında bir de anlama, yorumlama ve bakış açısına göre değişebilen ve çeşitli toplumlara renk ve ton farkıyla değişerek yansıyan bir İslâmi hayattan ve gelenekten söz etmek mümkündür(s.56).
“Dindarlık” kavramına yazının başında azıcık değinmiştim, şimdi üzerinde biraz daha genişçe durmaya çalışalım. Söyleşi metninde sadece bir kez kullanılan “dindar” kavramı şöyle bir cümlede geçiyor: “… dinin bölgesel ve kültürel farklılıkları kabul edip bunlarla birlikte insanların dindar olmasına fırsat veren kuşatıcı ve örnek tavrı olarak görmek, hatta İslâm’ın evrenselliğinin gereği tabii bir durum olarak karşılamak daha yerinde olur”(s. 50). “Dindar olmak” ya da “dindarlık” ifadesinin pratik hayattaki karşılığı nedir? Başka bir deyişle, o neye tekabül eder? Metindeki haliyle; “insanların dindar olmasına fırsat vermek” demek, ne demektir? Bir ara Mehmet Altan ve başkalarının şehirlere göç nedeniyle ortaya çıkan ve kentsoyluların rahatsız oldukları “köy/varoş/kenar mahalle dindarlığı” na karşı, “kent dindarlığı” na olan özlemlerini dile getirmeleri manidardır. Aslında ikisinin de özü itibarıyla kitabi anlamda bir gerçekliği yoktur. Bu noktada “dindar” kelimesinin sözlük anlamlarına bir bakalım: “din+dâr” Arapça ve Farsçadan oluşmuş bir kelime, “dâr” ekinin bağlı, uyumlu, yakışık, yaraşır gibi anlamları var. Böyle olunca “dindar” da dine bağlı insan demek olur. Buradan hareketle ‘Allah’a inanmış ve bağlanmış olan kimse’ anlamı da çıkar. “Dindâri” dindarlık; “din-dârâne” ise Allah’a inanmış ve bağlanmış olan kimseye yakışacak şekilde, demektir(2). Dindar: dinine sıkıca bağlı, mütedeyyin olan; dindarlık ise, dinine sıkıca bağlı olma durumu, demektir(3).
Bütün bulardan sonra şöyle bir soru soralım; İster Ehli Kitap, isterse İslâm toplumunda “Dindar kişi” deyince kafamızda nasıl bir insan canlanır? Önce kendimize sonra hemen sokağa çıkıp önümüze ilk çıkan insana sorabiliriz(Gerçek araştırma budur, ben sıkça yapıyorum). Türkiye’de kendi çevremizde ve Avrupa’da herhangi bir yerde alacağımız cevap büyük bir ihtimalle aynı olacaktır, o da şu: Namazını kılan, oruç tutan, hacca/umreye giden, çok zikir yapan, Mushaf’ı çok okuyup onu hatmeden ya da aksatmadan havra/kilise ayinlerine katılan insan aklımıza gelir. Peki, bu ifadeden böyle insanların evrende özellikle insanlarla ve diğer varlıklarla olan ilişkileri hakkında bir fikir ortaya çıkar mı? Yani Adalet, eşitlik, özgürlük, güven, huzur, paylaşım, cömertlik, kaliteli üretim, ölçülü tüketim, fıtrata uygun eğitim, doğaya saygılı yapılaşma ve yeryüzünün imarı, birbirini adam yerine koymaya yönelik ortak saygı, bütün bu olumlulukların tersine ortaya çıkabilecek olumsuzluklara karşı ortak kaygı gibi değerler söz konusu dindarlığın neresinde yer alıyor? Soruyu iyice özelleştirelim: “Dindarlık” terimi yerine her konu ile ilgili bağlamına uygun Kur’an’dan bir kavram kullansak daha açıklayıcı, öğretici ve pratik hayata yönelik bir katkısı olmaz mı?
Bu noktada bazı kavramlara bakıp gündelik hayatta yönelteceği uygulamaları düşünelim. Muhsin; sürekli hayır ve iyilik üreten, muttaki; Allah’a karşı sorumluluk bilinci taşıyıp her türlü günahtan kendisini ve etrafındakileri koruyan, muhlis; her türlü inanç, düşünce ve eyleminde içten ve dürüst olan, muslih; her işini gerektiği gibi yapan ve barış, huzur, güven, kalite, saydamlık gibi değerler için çaba harcayan demektir. Daha çok kavram var(Müslim, mükrimin, mümin, fazıl, münfik, mücahit, mutedil, vb). Örnekleme için bu kadarı yeterlidir diye düşünüyorum. Dikkat edilirse bu kavramlarla tanımlanan insanın gündelik hayatındaki tutum ve davranışlarına vurgu yapılıyor. Elbette menasıkı/ ritüelleri gereği gibi yerine getirmek gereklidir. Sorun, onlarla yetinip dini dar tutmakta; bilerek veya bilmeyerek kendini dinidar yapmaktadır.
“”””””””””””””””””””””””””””””””””””
(1)Doç. Dr. Kadir Canatan, Sosyoloji söyleşileri, Eskiyeni yayınları, 2. Baskı /2012-Ankara
(2)Ferit Develioğlu, Osmanlıca-Türkçe ansiklopedik sözlük, Doğuş Matbaası, 4. Baskı, /1980-Ankara
(3)Türk Dil Kurumu, Türkçe Sözlük, Türk Tarih Kurumu basımevi, 6. Baskı,1981-Ankara