Üniversiteyi tıpçılar yönetirse, bu Türkiye’nin geleceği için hiç hayırlı olmaz. Geçmişi için de olmamıştır. Dünyanın hiçbir ülkesinde üniversiteleri tıpçılar yönetmez. Bu konuya bir başka açıdan daha önceki bir yazımda değinmiştim: “Yeni üniversite düzeni”
Tıpçılığın Türkiye topraklarının yönetilmesi açısından ne kadar da fazla ve yanlış etkileri olduğu, modernleşme sürecine şöyle bir baktığımızda apaçık ortaya çıkar. Yalan yanlış bir tarih kırılması, eksen kayması olarak okunan ve neredeyse güncel yaşantımızın tek müsebbibi olarak gösterilen İttihat ve Terakki’nin kurucuları tıpçıdır; Gürkan Hacır’ın, hiç de hak edilmeyen bir övgüyle anlatıyor ama, bu konuda çok güzel bir envanteri var, birlikte okuyalım (Rıza Nur’u ve benzerlerinin çoğunu atlamış ama olsun… Son on yılda tıpçılık özellikle üniversitelerde öne çıkarken genel siyasal hayatımızdan azar azar yok oluyor. Bkz: Ali Aslan):
POLiTiKA DUNYAMIZ DOKTORLARLA YOĞRULDU:
“Cumhuriyet dönemi siyasetimizin omurgası sayılan İttihat Terakki için ‘bir doktor hareketidir’ dersek yanılmış olmayız. Çünkü İttihat Terakki’nin temeli askeri tıbbiyenin odunluğunda atılmıştı. Dr. Reşid Bey (daha sonra intihar ederek yaşamına son verdi) Dr. İshak Sukuti Bey ve İbrahim Temo hastanenin odunluğunda cemiyeti kurmaya karar vermişlerdi. İlerleyen yıllarda İttihat Terakki kadrolarında onlarca doktor daha yer aldı. Dr. Bahattin Şakir, Doktor Nazım, Dr. Hasan Rıza, Dr. İbrahim Tali, Dr. Fuat Sabit, Dr Nihat Sezai, bunlardan sadece bir kısmıydı. Birçoğu sadece İttihat Terakki’de yer almakla kalmamış, Teşkilat-ı Mahsusa’da da görev almışlardı.
Peki ya Milli mücadelede… Orada da onlarca tıbbiyeli görev aldılar.
Bandırma vapurunda 19 kişiden üçü Tıbbiyeliydi. Dr. İbrahim Tali, Dr. Refik Saydam ve pek bilinmeyen bir isim Dr. Behçet Feyzioğlu.
Dr. Refik Saydam cumhuriyet hükümetlerinde önce sağlık bakanı ardından Başbakan olarak görev aldı. Ve başbakanlık koltuğunu bir sağlık sorunuyla devretmek zorunda kaldı. Kalp krizinden hayatını kaybetti.
Peki başka doktor başbakanımız oldu mu? Evet Dr. Sadi Irmak 1974’de partiler üstü hükümeti kurdu. Güvenoyu alamadı. Ama 1975’e kadar başbakanlık yaptı. Irmak’tan daha kısa süreyle başbakanlık yapan bir doktorumuz da pek kimse bilmez ama Ahmet Fikri Tüzer’dir. Saracoğlu hükümeti kurulmadan önce tam 34 günlüğüne geçici olarak başbakanlık yaptı. O da meslektaşı Refik Saydam gibi görevi başındayken kalp krizinden öldü.
Ama tam olarak başbakan olarak bile hatırlanamadı.
Bir başka ‘olamayan’ doktor ise Demirel’in ezeli rakibi koca reis ‘Sadettin Bilgiç’ ti. İstanbul Tıp mezunu bir cerrah olan Dr. Bilgiç yeni kurulan Adalet Partisi’nin tek hakimi olarak görülüyordu. Ama her ne olduysa oldu. Ve kongrede hemen burnunun dibinden çıkıveren bir mühendis hemşehrisi Süleyman Demirel lider koltuğunu kapıverdi. (Saadettin Bey bunun etkisinden kurtulamadı. Ve Masonların bölünmesine yol açan Demirel’in mason olduğuna ilişkin belgeyi yayınladı. Bu arada yeri gelmişken belirteyim. Siyasetimizde rol alan birçok doktor aynı zamanda masondu)
Süleyman Bey’in yakınında hep doktorlar oldu. Ama en vazgeçemediği doktoru Münif İslamoğlu’ydu. En son Cumhurbaşkanlığı’nda danışmanlık görevi verdi.
VE DOKTORCULAR
Peki ya sol siyaset… Solun içinde en ünlü doktor ‘Hikmet Kıvılcımlı’ydı. TKP’nin bu unutulmaz doktorunun izinden gidenlere bile mesleğiyle ilgili bir isim takılmıştı. ‘Doktorcular’. Tıbbiyeden mezun olmasına karşın siyasal faaliyetlerinden dolayı doktorluk yapmaya fırsat bulamadı.
(Konumuzdan fazla uzaklaşmayalım. Ama küçük bir dipnotu eklememe izin veriniz lütfen. Doktorlarımız sadece legal siyasette yer almadılar. İllegal sol örgütlerin bir çok üst düzey yöneticisi tıp hekimleriydi. Hatta o kadar öyle ki DHKP-C nin üst düzey yöneticilerinden doktor İlginç Özkeskin, ölüm orucunda yaşamını yitirdi. Bu dünyada bir ilktir.)
Yine sol aydınlarımızdan Prof. Hüsnü Göksel aynı zamanda ünlü bir tıp hekimiydi. 80 yönetimine karşı hazırlanan ünlü aydınlar dilekçesinin mimarlarındandı. Zarafeti ve entelektüel birikimiyle sol aydınların cumhurbaşkanı adayı olarak görülüyordu. Ne ömrü ne de 12 Eylül buna müsaade etti. Sol entelijansiyanın Hüsnü Hoca’dan biraz sonraki adayları ise şimdi Ergenekon hükümlüsü olan Prof. Mehmet Haberal’dı. Haberal ürkek bir aydın izlenimi verse de Aydınlar dilekçesinin içinde yer almıştı. Epey sonra O da kendisini cumhurbaşkanı adayı olarak gördü. Ama finali acı sonuçlandı.”
Gürkan Hacır’ın yukarıdaki panoraması, mesele üniversiteye gelince daha da acı bir resim halini almaktadır. Üniversite içindeki tıpçılar, hukuku anlamadıkları ve/veya tersinden okuduklarından, içinde yaşadığımız garabet farikası üniversite düzenini yaratmışlardır. Bu konuyu, ilgilenenlerin ilgi ile okuyacakları ancak ilgilenmeyenlerin de, ilgilenmedikleri için başlarını taşa vurup, taşın ne olduğunu bilememekte mündemiç bir ironiye sahip olacaklarını belirterek, Vistilef’te yayınladığım bir yazı ile örneklendirmek istiyorum:
Konunun özü şu: Herhangi bir öğretim üyesine de sorsanız, alacağınız cevap bir tıpçı öğretim üyesinden farklı olmasa da, üniversitede çalışma esaslarını yaratan devamlı-kısmî statü denilen hukuksal kavramın anlaşılması, tıpçı öğretim üyelerinin bir sorunu ve algısı olarak günlük mesai saatine icra edildiğinde, sekiz saatin karşılığı olarak “tam gün” adıyla anılması ve kamuda yaygın bir algısal yanlışlık yaratması. Hatta, Sağlık Bakanlığı’nın bile bu durumu (şu andaki Bakan’ın bir tıpçı olmasından da kaynaklanıyor olabilir) tam anlayamadığından, maddelerinde bir tek bile “tam gün” tabiri geçmemesine karşın yeni çıkardığı yasaya TAM GÜN YASASI adını vermesine kadar uzanıyor bu yanlış algı. Oysa, Türk hukukunda “tam gün” diye bir terim veya tabir yok. (Bu konuda Anayasa Mahkemesi Raportörü Hakim Ahmet Kırtepe’nin bile kafası karışık.) Şimdi Vistilef’te yayınladığım yazıyı okuyalım:
Bilindiği gibi 2547 sayılı yasa’nın 36. Maddesi 31 Ocak 2011’de yürürlüğe girerek değişti. Eskisi iki sayfa olan bu madde şimdi sadece bir paragraf ve şu cümle ile başlıyor: “Öğretim elemanları, üniversitede devamlı statüde görev yapar.”
Eski metin şöyleydi: “Üniversitede devamlı statüde görev yapan … profesör ve doçentler bütün mesailerini üniversite ile ilgili çalışmalara hasrederler.” Şu anda Yasada olmayan eski bir madde de şöyleydi: “Devamlı statüde bulunan öğretim üyeleri ile aylıklı öğretim yardımcıları en az Devlet memurları için kabul edilmiş olan haftalık çalışma süresi kadar bir süre eğitim-öğretim, bilimsel araştırma, uygulama ve yönetim görevleriyle üniversite organlarınca verilen diğer görevleri yapmakla yükümlüdürler.”
Bu tanımların tamamı değiştirilmiş olan yeni 36. maddede artık yok. [Bkz: altta EK.2]
Zaten eski maddede yer aldığı şekli ile de TAM GÜN tabir edilen durumla ilişkili olmayan hukuki bir kavram “devamlı statü.”
Eski maddede yer aldığı gibi bu statü, günün tamamında üniversitede bulunmak değil, mesainin tamamını (genel olarak haftalık 40 saati) eğitim-öğretim, bilimsel çalışma, uygulama ve yönetim görevlerine ayırmaktır. Ancak eski maddede şu ibareler herkesi yanıltmaktaydı: “Üniversitede kısmi statüde görev yapan … profesör ve doçentler haftada en az yirmi saat üniversitede bulunmak, eğitim – öğretim, uygulama ve araştırmaları bölüm başkanının gösterdiği yerde ve onun denetimi altında yapmakla yükümlüdürler.” [Bu hüküm ne yazık ki, tıpçıları üniversite hastanelerinde çalışmaya zorlamak için yazılmıştır ve bugüne kadar, üniversite hastanesi ile üniversite eğitimi işte bu hüküm çerçevesinde karıştırılmıştır. İşin gerçeği, “üniversite” denen yerde, öğretim üyesi bir tıpçının, eğitim ve öğretim ve araştırma dışında, üniversite ile ilgili çalışma yapması beklenmemelidir. Ancak hem yer belirterek, hem de “uygulama” diye bir akademik çalışma keşfederek, bütün tıpçılara bu garabet zorlanmıştır. Tıp dışı öğretim elemanları da bu “ucube” ile yaşamak zorunda bırakılmıştır.]
Devamlı statüde belirtilmeyen “mesai esnasında bulunulması gereken yer”, kısmî statüde “üniversite içi” olarak belirlenmişti. Peki, Yasa mı karışıktı, kafalar mı?
2547 sayılı Yasa, ne kadar eleştirilirse eleştirilsin, değişikliklerinden önce, ilk haliyle çok “matematik” bir yasaydı. Konumuz olan çalışma esaslarını belirleyen 36. madde en fazla değiştirilmiş maddelerden biri olarak matematik dengesi en fazla bozulmuş olanıdır.
4.11.1981’de kabul edilen Yükseköğretim Kanununda;
• Başlangıçta; toplam 68 madde ve 49 geçici madde vardı.
• Sonradan;
– 20 geçici madde daha eklendi. (1982’de 2652 sayılı Kanunla)
– 24 Ek madde eklendi. (15’i 1983’de)
– 51 noktada değişiklik yapıldı. (14’ü 1983’de)
• Sonuçta;
– Sadece ilk 2 yılda 49 madde, ya değiştirilmiş ya da ek madde yapılmış oldu.
– Bugüne kadar, Kanuna 96 noktada müdahale edilmiş oldu. 2010 değişikliği ile bu 100 noktayı aşmıştır.
Her şeyden önce, Yasayı ilk yapanlar şunun farkındaydı: “akademik mesainin yeri ve zamanı olmaz.” Bir akademik-bilimsel çalışma, gece de yapılabilir gündüz de, kütüphanede de yapılabilir, evde de. Ders bahçede de verilir, gezide de, laboratuarda da… Bu nedenle, yasanın ilk halinde, çalışma yeri değil, süresi belirlenmişti. Zaten o zaman kısmi statü diye ayrıca bir statü de yasada yer almıyordu.
Yasanın ilk halinde, “Üniversite ile ilgili çalışma yapmak” kavramı, tam da akademik mesainin tanımını yere ve süreye bağlı kalmaksızın yapıyordu. [Şu anda bu satırları gecenin tam ortasında yazıyoruz ve akademik mesai yapıyoruz.] Yasa’yı matematik bir dengeden çıkartıp, bir “ucube” haline getiren tıp fakülteleri ve onların akademik çalışmaya bakış açılarıydı. Bu bakış açısı, gecenin ilerlemiş saatinde “üniversite ile ilgili çalışma” yapmayı anlamayacaktır kuşkusuz. Sanki poliklinikte hasta bakmak akademiklikmiş gibi, gün ışığında akademik çalışma yapmanın erdemine inanmışlardır.
Şu anda da zaten bütün üniversite, aslında toplamda azınlık olan tıpçıların dertleri ile, üniversitenin nasıl deforme olduğunu seyrediyorlar.
Devamlı (daimi, sürekli) statü, çalışma mevzuatına göre sözleşmeli olmayan çalışma esası, yani belli bir “kadro”ya bağlı olarak çalışmak demektir. Günlük mesai saati ile ilgisi yoktur.
Bunun tersi de, “geçici statü” olarak 2547 sayılı eski hükmünde tanımlanan “kısmî statü”, yani “sözleşmeli” statüdür. Eski 36. madde hükmü, zaten hatırlanacaktır ki, kısmi statülü profesör ve doçentleri de, iki yılda bir yenilenmek şartıyla “sözleşmeli” yapmaktaydı. Bu statüdeki üniversite öğretim üyelerine ise, haftada en az 20 saat, “üniversitede bulunmak” koşulunu getiriyordu. Fakat burada kanunun yazılış şekli ve amacı açısından, daimi statüye haftada genel olarak 40 saatlik ve yere bağımlı mesai şartı hükmetmemişti. Ama uyanık rektör ve genel sekreterler daimi statüye TAM GÜN, kısmi statüye de PART-TIME demeyi uygun bulmuşlar ve Türk hukukunda olmayan bu iki kavram ile üniversiteleri emir komuta zinciri içinde kışlaya çevirmişlerdir. Tıp fakülteleri şimdi yarattıkları ucubenin pislikleri içinde boğuluyorlar, diğer fakülteleri de paçalarından aşağıya çekme tevessülünde bulunuyorlar.
Bu uyanıklar, 657 sayılı Devlet Memurları kanununu emsal göstererek ve 2547’de bulunmayan hükümlerin, 657’deki gibi uygulanacağından dem vurarak, meseleye hukuki bir kılıf bulmakta da zorlanmıyorlardı. [Tabii işin gerçeği şuydu: 2547 sayılı yasada atıfta bulunulan 657 sayılı yasa tadat edilirse, bunların sadece akçeli işlerle ilgili olduğu görülecektir, yani “2547’de tanımlanmayan hükümlerin 657’ye göre tanımlanacağı” bir safsata ve şehir efsanesidir.] Ancak, bu kadar uyanık olmayan hukuk fakültesi öğretim üyelerinden ses seda çıkmıyordu; onlar da kısmi statünün kendilerine getirdiği “avukatlık bürosu veya yazıhane açma” hakkından yararlanabildiklerinden, bu devamlı ve kısmi statü kelimelerini TAM GÜN veya PART-TIME olarak tanımlanmasına ses çıkartmıyorlardı. [Oysa biliyorlardı ki, Türk Çalışma Hukukunda bu tür tanımlar ve hükümler bulunmamaktadır. Devlet memurları 657’ye göre “haftada genel olarak 40 saat çalışırlar” ve öğretim elemanları da yer ve zaman kısıtı olmaksızın devamlı statüde “üniversite ile ilgili çalışma” yaparlar. Yasal mevzuat bundan ibarettir. Her iki kanunda da, “günlük sekiz saatten” ima bile yoktur. Günlük sekiz saat sadece GENEL bir teamüldür. Bilenleriniz bilir, bir zamanlar devlet memurları Cumartesi de dört saat çalışıyorlardı. Bu kanunla değil, genelge ile değişti.]
2011 Ocak ayında yürürlüğe giren yasa değişikliği ile bu tartışma artık bitmiştir. Çünkü, artık, “kısmi statüdeki mesai saati tanımı ve yeri” yasa maddesinden çıkartılmış ve “devamlı statü” tanımı “sözleşmeli olmayan belli bir kadroda bulunma” tanımına kavuşmuştur. Yani, öğretim elemanları artık sözleşmeli değil, kadroya tabi olarak üniversite ile ilgili çalışma yapacaklardır, yer ve saat bu mesai için tanımlanması ve zorlanması olanağı olmayan çalışma esası haline gelmiştir. Özün özü şudur: Üniversitede istihdam edilen öğretim elemanları (33a ve 50d’ye bağlı olanlar dahil araştırma görevliler ve vakıf üniversiteleri dahil) devamlı olarak bir kadroya bağlı halde, üniversite ile ilgili çalışmalar yapmakla mükelleftir ve Anayasa Mahkemesi’nin iptal ettiği cümlenin kısıtları artık kalkmış ve istedikleri gibi ek iş yapma ve istedikleri gibi çalışma hürriyetine kavuşmuşlardır. Çünkü 2547 sayılı Yasa’ya bağlı olan öğretim elemanları 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu’na tabi değildir. Anayasa Mahkemesi’nin gerekçeli kararı açıkça bu durumu hüküm altına almıştır [Ayrıntısı için Bkz: aşağıda EK]:
“Anayasa’da üniversite, bilimsel çalışmaların yapıldığı ve bilimin öğretildiği kurum olarak nitelendirilip bilimsel ve idari özerkliğe sahip kılınarak diğer kamu kurumlarından farklı değerlendirilmiş, öğretim üyelerine de kamu görevlisi olmakla birlikte genel sınıflandırma içinde ayrı bir yer verilerek kendilerine özgü önem ve değerde bir meslek sınıfı olduğu belirtilmiştir. Öğretim üyelerinin bu konumları dikkate alındığında bunları diğer kamu görevlileri gibi değerlendirmek mümkün değildir.”
Anayasa Mahkemesi kararı açıktır. Ancak gelin görün ki, tıpçı “akademisyenler” kendilerini illâ da “memur” yapacak “rektör” aramaktadırlar; ararlar ararlar, bulurlar da. [VB-Vistilef]
Evet, şimdi anlatabildim mi, tıpçıların üniversiteyi yönetmezi neden caiz değil?
EK
2547 sayılı Yasa’nın 36. Maddesinde Yapılan 2010 Değişikliği:
MADDE 3 – 4/11/1981 tarihli ve 2547 sayılı Yükseköğretim Kanununun 36 ncı maddesi aşağıdaki şekilde değiştirilmiştir.
“MADDE 36 – Öğretim elemanları, üniversitede devamlı statüde görev yapar.
Öğretim elemanları, bu Kanun ile diğer kanunlarda belirlenen görevler ve telif hakları hariç olmak üzere, yükseköğretim kurumlarından başka yerlerde ücretli veya ücretsiz, resmi veya özel başka herhangi bir iş göremezler, ek görev alamazlar, serbest meslek icra edemezler. [Bu cümle Anayasa Mahkemesi tarafından 31 Ocak 2011’de yürürlüğe girmek üzere iptal edildi.] Öğretim elemanının görevi ile bağlantılı olarak verdiği hizmetin karşılığında telif ücreti adıyla bir bedel tahsil etmesi halinde 58 inci madde hükümleri uygulanır.
Öğretim üyesi, kadrosunun bulunduğu yükseköğretim birimi ile sınırlı olmaksızın ve ihtiyaç bulunması halinde görevli olduğu üniversitede haftada asgari on saat ders vermekle yükümlüdür. Öğretim görevlisi ve okutmanlar ise, haftada asgari on iki saat ders vermekle yükümlüdür.
Öğretim elemanlarının, ders dışındaki uygulama, seminer, proje, bitirme ödevi ve tez danışmanlıklarının kaç ders saatine karşılık geldiği; kendi üniversitesi dışındaki devlet veya vakıf üniversitelerine bağlı yükseköğretim kurumlarında haftada verebileceği azami ders saatleri ve uzaktan öğretim programlarında verdikleri derslerin örgün öğretim programlarında verilen kaç ders saatine tekabül ettiği Yükseköğretim Kurulu tarafından belirlenir.
Rektör, rektör yardımcısı, dekan, enstitü ve yüksekokul müdürlerinin ders verme yükümlülüğü yoktur. Başhekimler, dekan yardımcıları, enstitü ve yüksekokul müdür yardımcıları ve bölüm başkanları, bu madde hükümlerine göre haftada asgari beş saat ders vermekle yükümlüdür.”