Bugün yeryüzünde Hakk’ın hâkimiyetinde ve Müslümanların uygulayıcısı olduğu bir devlet yoktur. Yeryüzü, kapitalist modernizmin gösteri demokrasisi ağıyla kuşatılıp denetlenmektedir.
Müslümanların devleti; ırk ve etnik bir temele dayanarak ayrışmayan, belli bir zümrenin veya “soylu” bir hanedanın, ya da seçkin/üstün bir kişinin hükmetmesine bağımlı kılınmayan bir devlettir.
Müslüman devlet, bütün ayrıcalık ve ötekileştirmeyi yok eden kardeşlik inancını, önce Müslümanlar arasında daha sonrada Müslüman olmayan farklı inançlar arasında sürdürebilmekle yükümlüdür.
Müslümanlar, saldırgan zora dayanan bütün tahakküm biçimlerini reddeden bir anlayışla toplumsal hayatı kavramak ve toplumda hırs, kibir, bencillik ve kıskançlıkla beslenen bölünmeleri yok etmek zorundadırlar. Müslümanlar, hayata sadece maddi pencereden değil, maneviyat penceresinden de bakarak, özellikle insanların sevgi ve merhametini güçlendirmeyi, insanlar arasında kin ve nefreti çoğaltan bütün zorbalıklardan onları uzaklaştırmak için; bilimin, irfanın ve ilhamın nezaketiyle insanları kucaklamayı temel alırlar. İnanç, gönülden bir rıza işi olduğundan, insanları zorlayarak şiddetle yönlendirmek, Müslümanların yol ve yöntemi değildir. İnsanların hakikatte birleşmesi ve sadece hakikatin önünde eğilmeleri için, büyük bir zihniyet dönüşümünü yaratmak ve sürdürmek çabasına sadakatle sarılmaları yeterlidir.
Müslümanların yolu, engellerle kaplı çok dik bir yokuşu, sağlam bir inançla çıkarak başlar. En büyük engel de insanın kendisidir. Çünkü insanların çoğunluğu, önce kendini düşünmekte ve hayata özellikle kendi çıkarlarına göre yön vermek isteğiyle yanıp tutuşmaktadır. İnsanların çoğunluğu, hayatın değişim ve dönüşümünü; “Kamusal Ortak İyilik” ekseninde değil de, sadece kendi çıkarları açısından iyi olup olmadığıyla değerlendirmektedir. Bu nedenle her tarihsel değişimde, insanlar arasındaki didişme, çekişme ve bozgunculuk, iyilik ve doğruluktan daha çabuk güç kazanabilmektedir. Müslümanlar, bu riski bütün yönleriyle çözümlemek, göğüslemek ve bertaraf etmek durumundadır.
Müslümanlar, bir yandan küçük bir azınlık olan bilinçli entrikacıların komplolarına karşı direnmek, itiraz etmek ve bütün gizli hesapları açık etmekle yükümlüdürler. Öte yandan, çoğunluğu oluşturan insanların zaaflarına ve dar anlayışlarına karşı, sabırlı ve şefkatli olmak zorundadırlar. Her toplumsal hareket büyüdükçe, zaaflarına yenik düşen ve sürekli savrulan yığınların, ana gövdesine katılımıyla, başlangıçtaki halinden farklı ve daha zor sorunlarla karşılaşır. Müslümanların devleti de; eğer toplumda güçlü, yaygın, içselleşmiş ve gönüllü bir eğitim çarkını kurumsallaştıramazsa, katılımı sürekli artan yığınların çekişme ve didişmeleri içinde, enerjisini zayıflatabilir, rotasını kaybedebilir ve bin bir zahmetle kurduğu “Rıza Toplumu” dağılabilir. Toplumsal tarih, iktidar hırsıyla yanıp tutuşan küçük bir azınlığın komplolarına en büyük desteğin, zaaflarına boyun eğen kararsız ve kaygan yığınlardan geldiğini kanıtlamaktadır.
Bugün Müslümanların bölgesel ve küresel çapta ortaklaşma ve birleşme iradeleri, çok zayıftır. Müslümanlar, eğer komşu coğrafyalarda yaşıyor ve şirke tapan devletlerce bölünmüş halde bulunuyorlarsa, birden fazla devlet içinde bölünmüş olarak yaşamanın anlamsızlığını aşarak, tek bir Müslüman devletin çatısı altında birleşmek zorundadırlar. Kendilerinden coğrafi olarak uzakta olan diğer Müslümanlarla da, kardeşlik hukuku gereği birlikte hareket etmek zorundadırlar. Bu anlamda kapitalist modernizmin ulus-devlet safsataları çoktan aşınmış ve aşılmaktadır. Ancak küresel finans tekelleri, varolan ulus-devletleri denetimli bir şekilde dönüştürme ve küresel sömürü ve istismar çarkına eklemlemek istemektedir.
Müslümanların birliğinin önünde, küresel güçlerin kuklasına dönüşen ve halkları bölüp parçalayan makro ulus-devlet milliyetçilikleri, hâlâ önemli bir engeldir. 18.Yüzyıldan itibaren Avrupa ve Amerika’da kurumsallaşan makro ulus-devletler, birçok farklı ulusun olabildiğince asimile edildiği, fıtratından uzaklaştırıldığı ve tekleştirilip bir merkezi potada eritilmeye çalışıldığı Şirk devletleridir.
Zenginler kulubü olan küresel kapitalist hegemonya, son 20 yıldır Asya’da ve Afrika’da makro ulus-devletler içinde varlıklarını koruyan mikro milliyetleri harekete geçirerek, makro ulus-devletleri parçalayıp bölme noktasında bir dinamik olarak kulanmak için atağa geçmiştir. Kapitalist metropol devletlerin kendileri de çok milliyetli oldukları halde, böyle bir bölünmeden uzak tutulmaktadır. Öte yandan İslam coğrafyası olan Ön Asya, Orta Doğu ve Kuzey Afrika’daki mikro ulus-devletlerin kurulması için, operasyonlar derinleştirilerek sürdürülmektedir.
Müslümanlar, “Önce herkes kendi ulus-devletini bağımsız kılsın sonra kendi aramızda birliğimizi sağlarız” dedikçe, hem boşa zaman kaybetmekte, hem de küresel tezgâhın kirleten işleyişine daha kolay bir yem olmaktadırlar. Ulus-devletlerin 21.Yüzyılda, küresel kapitalizmi aşacak tekil güçler olmaktan çıkabilmesi ve yeniden, kardeşlik ve dayanışma ekseninde birleşerek düzenlenmesi, esas olarak Müslümanlar arasındaki birliğin sağlanması ve sağlamlaştırılmasından geçmektedir.
Müslümanlar, küresel çapta aşırı zenginlik ve israf içinde olan kapitalist sapkınlığın doğrudan karşısında olmak durumundadır. İslam’ın, toplumdaki uçları yani en yoksullarla en zenginler arasındaki uçurumu kapatma ve toplumu orta düzeyde bir refah içinde bütünleştirip, birleştirme yolu olduğunu belirtmek gerekir ama İslam, bunu özellikle aşağıdan yukarıya gerçekleştirir, çünkü doğal ve samimi, kalıcı ve sağlıklı olan yol, bu yoldur. Toplumsal bütünleşme, kardeşleşme ve eşitlenme, aile ve akraba şûralarından başlayarak, bütün beldelerde oluşturulan şûraların kararlarıyla, adım adım uygulanmak durumundadır.
Burada hassas olan ilk temel ilke, kainatın tek egemeni ve yaratıcısı olan Hakk’ın ilkelerine teslim olan Müslüman toplumun, Kur’ânî ilkeler ekseninde yaşayabilmesi için, uygulaması halkın elinde ama egemenliği Hakk’ın elinde olan bir işleyiş ağına kavuşturulmasıdır.
Müslüman toplumun kendi kendini yönetmesi, çift yapılı bir ağ sayesinde birbirine eklemlenen şûralarla sağlanır. Toplumu rıza temelinde ören bu şûralar, Halk Şûraları ve Karar şûraları olarak iki yapı halinde toplumu kucaklayabilir.
Karar organı olan ve uygulamaların Kur’ân ilkeriyle uyuşmasına azami dikkat gösteren şûraların; akîl, alîm ve liyâkat sahibi Müslümanlardan seçilerek kurulmasına, azami dikkat edilmesi zorunludur.
Her beldede, hem en geniş ‘Halk Şûraları’ ve hem de, ehliyet sa-hibi seçilmişlerden oluşan ‘Karar Şûraları’ var olmalıdır. Bu şûralar birbirlerini bilgilendirme, birbirlerini farklı önerilerle destekleme, yaratılan samimi ve canlı müzakere ağıyla birbirlerine danışarak en uygun çözümü bulma noktasında, Müslüman toplumun hem kalbi hem de beynidirler. Öte yandan bu fıtrati yolun, göz boyamacı bir maskaralıktan başka bir şey olmayan gösteri demokrasisi ile karıştırılması, Hakk’ tan yana değil, batıldan yana olmak demektir.