Anayasa paketinin meclisten geçmesini, 12 Eylül anayasasından kurtulmak biçiminde yorumlayan yazarları hayretle okuyorum. Ardından da kendi kendime soruyorum. Yani şimdi biz sivil mi olduk? Bu iş bu kadar kolay idiyse şimdiye kadar neyi ve kimi bekledik?
Ne olur bana “paketin kimi eksikleri var ama…”diye başlayan cümleler kurmayın. Atı arabanın önüne bağlayıp, sonra bunu hukukun üstünlüğü diye tarif etmeyi, özgürlük mücadelesi verenlerle dalga geçmek olarak görüyorum. Böyle bir paketin bile heyecan uyandıracak olumlu gelişme hanesine yazılması mümkün olabilirdi elbette. Demokratikleşemeye uzanan yolda bir ilk adım olabilirdi. Bir tek şartla. Doğru düzgün planlanmış bir katılım süreci. Oysa şimdi, diyaloga kapıları baştan kapatanla, diyalog kurmak isteyene aynı muameleyi yapmayı tercih eden bir süreçten bahsediyoruz. Müzakere şart mı? Neden paketin içeriğine bakmıyorsunuz? Evet şart. Aksi taktirde 27 Mayıs darbesini yapanların hazırladığı anayasayı öve öve bitiremeyenlere söyleyecek sözünüz olamaz. Kendisine esastan ya da usulden itiraz eden herkesi aynı cephede tanımlama hastalığı en hafif ifadeyle benmerkezci siyaset anlayışının yansımasıdır. MHP, CHP ve BDP’yi ruh üçüzü ilan eden başbakan, kendi elleri ile seçtiği kimi eski meclis başkanı ve bakanları da aynı suçla itham etmiş olmuyor mu?
Şimdi gelinen noktayı halkoyu ile pekiştirmek aynı zamanda 12 Eylül anayasasını meşrulaştırmaya hizmet etmeyecek mi? Madem referandum göze alınmıştı neden köklü bir değişiklik paketinden özenle ve ısrarla kaçınıldı?
Sözü daha fazla uzatmadan ifade etmeliyim. Bu süreçte anayasa değişikliği bir amaç olsaydı ona uygun araçlar, ilişkiler geliştirilirdi. Asıl amacın referandum psikolojini egemen kılmak olduğu bir süreçte, toplumun demokratikleşme özlemi taşıyan çevrelerinin iyi niyetli beklentileri kullanılmıştır. Bunu ortaya çıkaracak olan da silahlı çatışma sürecidir. Başbakan’ın iddia ettiği gibi, üstünlerin hukukundan, hukukun üstünlüğüne geçilecekse bunun ilk şartı savaşın durmasıdır. Savaş ve hukukun üstünlüğü birlikte yaşaması imkânsız kavramlardır. Elbette savaşın da kendisine göre bir hukuku vardır. Ama Türkiye bugüne kadar barışı egemen kılamadığı gibi savaş hukukuna da riayet etmedi.
Hukukun üstünlüğü kavramı başına “kimin” sorusu eklenmeyecek bir değeri ifade eder. On yıllardır yaşananların öğrettiği güvensizlik,“Kimin hukukunun üstünlüğü?” sorusunu kaçınılmaz olarak aklımıza getiriyorsa bu kavramın da canına okumuşuz demektir. Ya da bazılarının dediği gibi “hukukun üstünlüğü” diye bir şey hiçbir zaman olmamıştır ve olmayacaktır. Egemenler değiştiğinde, yeni gelenlerin hukuku egemen olur.
Bu durumda, insan hakları dâhil tüm kazanım alanları içi boş kavramlara dönüşür.
Evet, şimdilik, yargı bürokrasisi karşısında siyasi iktidar önemli bir mevzi kazanmış gözükmektedir. Bundan sonraki sürecin nelere gebe olduğunu hep birlikte göreceğiz. Ancak savaşın tüm can yakıcılığı ile devam ettiği bir dönemde yeni bir hukuku oylamak, Türkiye’ye özgü bir soğuk şakaya benzemektedir. Bazı şeylerin şakası olmayacağını öğrenmek için daha çok ölmek ve daha çok öldürmekten başka yol gözükmüyorsa tehlikeli bir dönemece girmişiz demektir.