Din, insanların içinde bulundukları sosyolojik duruma karşı, nasıl adaletle karşı çıkılacağına yönelik bir itiraz içerdiği ve haksızlıklardan esas/temel çıkış yolu olduğu halde, dini; yukarıdan ve yabancılaştırarak kurulan bir iktidarın, basit bir inşa aracı haline getirmek, dini beslendiği zemin ve köklerden uzaklaştırmaktır. Kur’an’ı çarpıtan bir dini savunmaktır.
Merkeziyetçi bütün hegemonik iktidarlar, şiddet üretir ama din, insanların üzerinde ve insanlar arasında ebedi ve ezeli, tek ve sürekli bir iktidarın, dünyevî güç kazanmasının adaletsizliğini ve aynı zamanda beyhudeliğini kavramamızı ister. Din, insanların farklılıklarıyla bir arada, barış içinde adaletle yaşayabilme olanaklarını yaratmak için gayrete/cehde/cihada çağırır. Diğer peygamberler gibi Muhammed peygamber de, yukarıdan aşağıya klasik bir devlet kurmamış sadece yerinden yönetimci, kabileler ittifakı/federasyonu kurmuş ve hakim değil, hakem olmayı seçmiştir.
Din alanında zorlama olmadığından iktidarlaşmanın hırsı, kibiri ve riyası din alanına karıştırılmamalıdır. Örneğin hilafet, dini değil beşeri bir alandır. Ancak hilafet; bir soya, bir etnik gruba veya tek bir mezhebe dayandırıldığında din; uyuşturan, provoke eden ve zulmeden bir işlevselliğe dönüştürülür. Böylece kime, neye, hangi çağa ve hangi koşullara bağlı olduğuna bakılmaksızın kalıplaştırılan “Ehl-i sünnet” itikatlarının dışında kalanlar, sürekli tekfir edilebilmiş ve imanın bireysel olduğu unutularak, büyük zulümlere kapı açılmıştır. İşte IŞID de, İbn-i Teymiyye’nin sonuna kadar açtığı bu kapıdan girmiştir. Hâlbuki her peygamber, yaşamında savaş hukukunu değil barış hukukunu kalıcı kılmaya gayret etmiş ama savaş hukukunu din haline getiren saldırgan iktidarlaşmalar, insanlığın kaderi ve onuru gibi gösterilmiştir.
sömürgecilik cenderesi ne kadar suçluysa….
Bilimden ve felsefeden kopan İslâm coğrafyası, din alanı ile siyaset alanını ayırmayı bırakarak, işgal, talan ve imparatorluklar kurma sevdasına düşmüştür. Emevilerle başlayan bu süreç 12.Yüzyılda Moğol ve Haçlı işgallerinin ardından derinleşmiştir. Napolyon’un 1800’ lerdeki Mısır işgalinden sonra, İslam coğrafyası sömürgeleştirilmiş ve İslam, anti-sömürgeci bir zeminde yeniden filizlenmiştir. Ancak bu filizlenme İslam’ın 1000 yıl boyunca içine giren hurafe ve dogmalardan köklü bir arınma içermeden gerçekleşmiştir. İslam birliği, sömürgeciliğe karşı meşru bir savunma savaşına girerken, sömürgeciliğe karşı uyguladığı zorun meşruiyetinin ardına sığınarak, kendi içindeki farklılıkları şiddetle yok etmeyi temel alan bir zor eksenine kaymış ve şiddetin, katliamın alanı daraltılacağı yerde genişlemiştir.
Müslümanlar, sömürgecilik cenderesine girmişler ama suçu önce kendilerinde değil de sadece sömürgeci güçlerde arar olmuşlardır. Hâlbuki Müslümanların önce kendilerine dönüp, dine karıştırılan zorbalıklardan kurtulmaları ve kendi aralarında, barış ve adaletin hukukunu kurmaları zorunluydu. Bu yakıcı, stratejik görev, hâlâ sıcaklığını korumaktadır. Bunun için bilim ve felsefe aracılığıyla aklın sorgulayıcı dinamikleri harekete geçirilmeli ve hakikatin birleştiği, vicdani özgürlük yolu açılmalıdır. Kur’an’daki barış ve eşitliğin kurucu ilkeleri temelinde, aklın ve vahyin birliği sağlanmalıdır.
Bireyden topluma, yan yana
İslam’da vicdanını özgürleştirerek arınma yani doğruluğa, güzelliğe, iyiliğe uyanış ve diriliş; bireyden ve insanın kendisinden başlar. Diriliş, içten dışa doğrudur. Her insanın iç güzelliğini açığa çıkarması ve bu güzelliğini korumak için iradesini güçlendirmesi, Hakk’a ulaşmak için en güzel ve samimi yoldur. Güzellikler, bireylerden yola çıkarak, toplumsal çevrelere yayılır. Bu anlamda İslamî bir hareket, aşağıdan yukarıya doğru gelişen değil, aşağıdan yan yana gelişen, bireydeki değişim ve dönüşümü toplumsal zeminle buluşturmaya çalışan, rizomatik (kök-sap) bir harekettir.
Yukarısı denilince genellikle toplumdan kendini yalıtarak, topluma yabancılaşan ve onun üstüne dikey olarak çıkan bir iktidarlaşma anlaşılır. Bu anlamda İslamî bir yaşama açılan toplumsal zeminde; dikey çıkışlar değil, yatay geçişler temel alınır. Dikey çıkışlar yani yönetimsel erk ise, toplumun yatay ağına en uygun olacak şekilde ve toplumun denetimine en açık şekilde şeffaf ve adildir. Belirleyici olan insanlardır, insanların özgür vicdanıdır, toplumsal duyarlılık yani kamusal ortak akıldır.
.
Daha da önemlisi, bireyden başlayan hayat değişimi, zor ve şiddet zeminine düşmeden, en doğal vicdani sorgulamaları ve bireyler arasında oluşan empati zincirini, aklî sorgulamalarla birbirine eklemleyerek, toplumda yeni sağlıklı bir atmosfer ve iklim yaratma iradesi taşır. Doğruluğa ve hakikate açılan bu iradeleşme süreci; bireyden topluma doğru ilerleyen barışçıl, eşitlikçi ve dayanışmacı ortaklaşmayı güçlendiren, doğal bir iradeleşmedir.
Değişimin aşağıdan yukarıya değil, yani dikey bir çıkış ve toplumdan kendini ayıran bir özelleşme ve üstünleşme değil de, yatay bir kaynaşma ve yaygınlaşma olması gerektiği kavranmalıdır. Aslen İslami bir yaşam, sürekli katı otoriter hiyerarşiler üreten ve doğuran bir yapılaşmanın yaratılmasına izin vermez. Müslümanlık esas olarak, insanlar arasında zora, şiddete dayalı bir iktidarlaşma yaratma zeminine değil, toplumdaki vicdani özgürlük ve empati geçişlerinin sağlandığı ve bireylerin, toplulukların birbiriyle barış içinde yaşayabildiği, içsel doğal bir ağ oluşturma zeminini, toplumsal tabana yayma becerisidir.
Birbirine güvenen, birbirinin acısını,derdini anlayan bireylerden oluşan bir toplumun bütün içsel duyargaları birbirine açık olduğu için, o toplum birbirinden emin, yan yana duran, geçişli bir toplumdur. Bireyler ve topluluklar arasındaki yabancılaşma ve ötekileştirme duvarları, inançlı bir bağlılıkla ve aklın rehberliğinde kaldırılmıştır. Çünkü yabancılaştırma ve ötekileştirmeler, zora dayalı iktidarlaşmayı sürekli geri çağırır. Birbirinden emin olan bir toplumda; yalancılık, hırsızlık ve benzeri zaaflar ve düşkünlükler giderek azalır ve toplumsal taban gerçek anlamda Müslüman bir yaşamın zeminine kavuşur. Bunun için kan dökmekten ziyade, toplumdaki sevgiyi ve merhameti yüceltmek, bireyi ve toplumu; sorgulayan eleştirel bilim yoluna açık tutmak ve Hakk’ın hakikat yolundan sapmamak yeterlidir.