Türkiye’nin siyasal tarihini ve politikacıların seyir defterini Piaget’nin gelişimsel psikolojisi ile açıklamak için çok uzun bir zaman önce derslerinin SBF’de (Mülkiye) çevirmenliğini yaptığım bir Amerikalı profesörün aklımda kalan çerçevesini kullanmam gerekiyor. Adını hatırlamadığım bu sevimli Amerikalı profesör, Fulbright burslusu olarak bir sömestir Prof. Nermin Abadan Unat’ın kürsüsünde siyasal psikoloji dersini benim canlı çevirmenlik yardımımla vermiş ve onun katı ve mizahtan yoksun anlatımını, tasvir yeteneklerimin ilk sınandığı biçimde zenginleştirmemden pek memnun kalarak bana bugüne kadar siyasal analiz çerçevemde hep yer etmiş bir başlangıç sağlamıştı.
Piaget’yi bilen bilir, bilmeyen de artık Google hazretlerinin yardımına başvurabilir.
Amerikalı profesörün Piaget’nin kişisel-bireysel psikolojik gelişimsel şemasını, toplumsal gelişme şemasına döndürürken özellikle Türkiye’den örnek vermesi, bir çoklarına göre oryantalizm gibi görünse de, bana başından beri bu ülkeye cuk oturan bir siyasal çözümleme çerçevesi olarak görünmüştü.
Üstelik, o derslerin verildiği tarihte, Turgut Özal ile daha yeni yeni neo-liberal ekonomiye geçerken, “bırakın ne isterlerse yapsınlar, bırakın ne halt ederlerse etsinler” tarzı “çocukça” bir politikayı benisemiş olmanın da politikacıları çocuklaştıracağını henüz tam anlamak olanağının bilinçli bir ortamının bulunmadığını düşünürsek, Amerikalı profesörü bugün daha da fazla takdir etmemiz gerekmektedir.
Osmanlı’nın yok oluşunu ve Cumhuriyet’in kuruluşunu o dönemdeki siyasetçilerin psikolojilerine bakarak açıklarsak, olgun, bilinçli, çıkar çatışmasının yetişkin düzeyde algılayan, reel dış politikaları delikanlılıkla değil, ihtiyarî bir oturmuşlukla gereklerini yerine getiren bir kişilikler yapısı ile karşı karşıya kalırız. Tek tek o günkü politikacıları, Talat-Enver-Cemal triumvirasının çocukça hayallerinin, Kemal-İnönü-Bayar olgunluğu ile yer değiştirmesinin sürecinde anlamaya çalışırsak, tek kelime ile “yetişkin, ciddi ve olgun” bir düzleme yerleştiririz. Bu iki grubu, söylemsel olarak (söyledikleri, yazdıkları ve benisedikleriyle) karşılaştırırsak, bu psikolojik dışavurumu daha iyi anlayacak bir içerik çözümlemesi de yapmak mümkündür.
Bu kuruluş ve gelişme dönemi politikacılarını, ele aldıkları konuları, topluma bakış tarzlarını ve kişilik olarak tavır, giyim-kuşam, jest ve mimiklerle örülmüş davranışlarını tek tek ve amprik olarak henüz incelemediysek, bunu üniversite düzeyimizin de 1980’den sonra çocuklaşmasına verebiliriz.
Günümüzde yaşadığımız, politik psikolojik regrasyondur.
Amacım bu regrasyonu ana hatlarıyla anlatmaktır.
İlkönce “devletçiliğin” politik psikolojine bakalım.
Devlet baba veya ana olarak andığımız bu yönetimsel aygıtın içinde yer alan tüm politikacı aktörlerin kuşkusuz bürüneceği tek kişilik yapısı vardır: ebeveynlik. Sorumlu olduklarını varsaydıkları toplumu yetişkin olarak dünya sahnesine kazandırmak amacıyla, onlara tüm sosyal katkıyı yapabilecek alt yapıları hazırlamak, eğitim, din, sağlık, savunma ve aralarındaki geçimsizlik veya kural tanımazlığı düzenleyen yargı ve ödül-ceza sistemleri geliştirmek bir aile kavramı içindeki kadim işbölümünü göstergeler. Yönetmek, düzenlemek, kuralları koymak ve onların yerine getirilmesini denetlemek için doğal olarak olgun, ihtiyarî ve yetişkin olmak zorundadırlar. Ağlamazlar, nadiren gülerler, kaşları çatık değil ama hep ciddidirler. Hesap vermez görünürlerken tüm geri besleme mekanizmaları ile kendilerini dengelerler. Dengeli olmak, aşırılık yapmamak, istisnai koşulları hem kendilerine hem de sorumlu oldukları toplum üyelerine tanımamak; tüm bunları sistemleştirirken kendi kendilerini, açığa ve kamuya çıkmaksızın, derin bir biçimde eleştirerek, düzenlemek zorundadırlar. Politikacı olarak kabul edilmeleri veya yer edinmeleri bu tür “yetişkin” davranışlarına ve psikolojisine bağladır. Kendi aralarında kardeş kavgası değil, çıkar çatışması vardır. Nostaljik duygulanmaları yoktur, geleceğin sert ve acımasız rekabeti gerektiren kuruluş süreci düşüncesine boğulmuşlardır. Geçmiş ders alınacak bir yerdir, takılıp kalınacak, takıntı haline getirilecek bir zaman dilimi değil. Hatta, yakın geçmiş kötü, uzak geçmiş ise mükemmeliğin cenneti gibidir. Çünkü içinde bulundukları sorunlar, uzak geçmişten sapanların yarattığı yakın geçmişin onlara verdiği sorunlardır; uzak geçmişten sapmanın cezalandırdığı bir yakın geçmişi yargılarlar. Yazının ve dilin kökenine bakarlar, etimolojiden, arkeolojiden, etnik evrimleşmeden yararlanırlar; yakın geçmişlerdeki çatışmaların, savaşların ve krizlerin uzak geçmişten gelen ütopik güzellikleri yok etmesinin cezasını çekmekte olan toplumu, daha iyi ve mükemmel geleceğe hazırlamanın uzak geçmişteki hayalleri ile süslenmiş sürecinin yöneticisidirler. Akla, bilgiye ve yönteme sahiptirler; hiç tutarsızlık yapmazlar; yaparlarsa bunun gerçekten ve ikna edici sebepleri vardır. Bu sebepler üstelik somuttur, kendileri bahane olarak inşa etmemişlerdir.
İşte baba devletin ebeveyn politikacılarının özet kişilik yapıları, politikacı olarak toplumu yönetme taleplerinin psikolojisinin kalın fırça darbeleriyle yapılan resmi budur. Olgun, yetişkin, akıllı ve ağlamaz.
Oysa, neredeyse tüm dünya, kendini, 1980’lerle birlikte iki üç libero-Viyanalı iktisatçının, global kapitalizmin dijitalize olmuş alt yapısının verdiği insiyak ile serbest, özgür, libidinal olarak neredeyse sınırsız esnek üretim tarzının ve salya sümük tüketim histerisinin bir sonucu olarak, akılsız, bilinçsiz; toplumu, ne istediğini bilen ve kendi kendini yönetmek isteyen bir grup olarak tanımlamış (neo-liberal) bir çocuksu politikacılar manzumesine terk etmiştir. Artık ebeveyn olarak olgun bir psikolojiye değil, tam tersi, politikacının psikolojisi, her haltı yiyen ama sonradan çocuk gibi ya affedilen ya da cezalandırılan; ağlayan, zırlayan, nostaljik, ne istediğini bilmediğinden tutarsızlığının da pek az önemli olduğu; kardeş kavgası içine boğulmuş, dışta kalanları hep suçlayan, kendisi mükemmel ama zaman zaman da kandırılan, saf ve temiz, eğer kötü bir şey yaptıysa da bunu rüştünü daha ispatlamadığından (daha ustalaşmadığından da diyebiliriz) başkaları için iyilik olarak yapmış olduğunun düşünülmesini isteyen bir “çocuk” psikolojine dönüşmüştür. Bu tür bir psikoloji, özellikle kendilerine anlatılan masalların etkisi ile sadece taklit yeteneğinin (ritül veya nüsuk geleneğinin) onlara verdiği bir öğrenim sürecinin doğal yanlışları ile haşır neşir olurlar. Masallar yakın geçmişi yüceltmekte; uzak geçmişi ise gereksiz bırakmaktadır, çünkü toplum zaten muktedir olduğundan, yakın geçmişten gelen bir sorun pek yoktur. Uzak geçmişin soyutlamasını değil, yakın gemişin somutlanması ile meşguldürler. Bu uzak ve yakın kavramı da, ele aldıkları konunun veya durumun genelliği ile ilgilidir, bazen yakın geçmiş otuz yıldır, bazen yakın geçmiş üç yüz yıl, bazen de bin dört yüz yıl; çocuğun zamansal kavrayışsızlığına sahiptirler. Genellikle, kendi hayatları veya ideolojik hayat alanları dışındaki geçmişlere izafeten suçlamalarda bulunurlar. Güya ebeveynleri, pek de takmadıkları toplumdur; genelikle de düşünsel yani cemaatsel gruplardır. İşin ironisi ise, zaten kendileri gibi psikolojilere sahip olan bu çoğunluğun bir irade ve yönetim erki olarak görülmesidir. Politikacının çocukluğu, aslında toplumun çocuklaşmasının bir sonucudur. “Bırakın yapsınlar, bırakın geçsinler” psikolojisinin üreteceği birey-toplum çocuk olmaz da, başka ne olabilir? Bu libidinal özgürlük, toplumun geleneksel içbölümü sınırlarıyla çatışınca da, tamamıyla muhafazakâr olurlar. Bunun en iyi örneği, tezgâh arkasında faal muhafazkâr bakkal kızı Thatcher ve oynadığı filmlerde bol bol öpüşüp duran sinema aktörü Reagan’dır. Toplum azıyı almıştır ama onlar çocuksu bir saflıkla, başka alemlerde masal dinlemekte ve anlatmaktadır, ahlak ve faziletten bahsetmektedirler.
Özetle, yukarıdaki iki bölümde, Piaget’nin, anlatım sırasıyla, “symbolic functional” ve “concrete operational” (devlet baba sendromu) ile “sensory motor” ve “pre-operational” (bırakın ne halt ederlerse etsinler sendromu) düzeyini, politik psikolojinin politikacı tasviri açısından anlatmış oldum.
İçinde yaşadığımız bu ülkenin siyasal pskolojisi henüz pek kuramlaştırılmış değil ama elimizde özellikle son on yılda biriken güzel bir ampirik veriler manzumesi ile geçmişteki durumu karşılaştırma için epey enformasyon birikmiş durumda.
Her şey serbest (Hayekçi neo-liberalizm) diyenle, seni disipline ederek besleyip, yetiştireceğim (Keynesyen devletçilik) diyen arasında tarihsel bir regrasyon yaşıyor haldeyiz. Tabii ara süreçler ve katmanlar; melezleşmiş toplumsal ve ekonomik durumlar da mevcut. Hatta, Hayekçi olup, sonradan yediği paparayla, birden Keynesçi hale gelen iktisatçı gevezeler de var bol miktarda. Ya da, Lock’un sıkı bir devlet düzenlemesinden yana olduğunu yeni okuyanlar da rastlanır bu dönemlerde. Ama genel olarak, politikacı, toplumun içinden geldiği kadarıyla, genel tarzda oluşan küresel ekonomik akımların etkisindeki varlıktır.
Eğer, Türkiye’yi yukarıdaki çerçeve içinde ele alırsak, Osmanlı-Cumhuriyet dönüşümü sürecinde, sağcı veya solcu tüm politikacılar, ebeveynliğin disipline edici akılcılık zorunluluğuna sahip yetişkin bir sembolik işlevsel ve somut işlevsel dönemin psikolojsine sahiptirler. 1980 sonrasındaki süreç ise, libidinal özgürlüğün muhafazakâr dizginlerle ancak tutulabildiği ama sokakları ve evleri, kadına şiddet ve cinayet; çocukların ırzına geçmeler, onları katletmeler; töre cinayetleri, çocuk gelinlerin dramları; çalma çırpmalar ve genel bir serbestî rantçı yozluğun tüm renklerine sahip ve zaman zaman hemen bastırılması elzem olan isyankâr bir toplumsal kabarma gibi sonuçlara da yol açan bir ortamdaki duyusal motor (kendiliğinden hareket eden) ve işlem öncesi akılsızlık ile işleyen bir psikolojinin egemenliğindeki süreçtir.
İşte bu nedenle günümüz politikacıları salya sümük ağlamakta, affedilme talep etmekte, irade sanılan sandığın (aslında hiç takmadıkları ebeveynin) onayladığı her şeyin suç olarak görülmediğini sanmakta ve daha da önemlisi, masalsı dünyaların nostaljik rüyalarında gezinirken dış dünyayı bu nostaljik tahayülün sınırlarıyla yorumlamaktadırlar. Oyuncakları (hızlı trenleri, Marmarayları, muhafaza etmekle yükümlü olduklarının söyleyip durdukları silüeti bozan akıllı binaları, “hoca”nın yerini alan tabletleri ve oy aldıkları ebeveynlerinin bir kısmını oluşturan küçük esnafı yok eden AVM’leri, vd.) ile mutludurlar ve herkesin bunlarla mutlu olacağını sanmaktadırlar. Bu nedenle onlar, oyuncakları daha iyi kullandıkları süre, çıraklıktan ustalaşmaya doğru adım attıklarını sanırlar ama saflıkları ile oyuncaklar üzerinde hak iddiası ile kardeş kavgası içinde bocalarlar. Kardeşlerini dövmeye kalkarlar.
Oysa, Türkiye’nin kuruluşu ve gelişmesi sürecindeki (1980’e kadar) politikacı tipi, akılcı, geçmişle ilgilenirken ders çıkartan, tahayyül değil, somut bir neden bulduğunda geçmişi düşünsel olarak kurulabileceğini ve geleceğe yönelinelebileceğini bildiğinden bilimle uğraşan, oyuncaklar değil, somut işlevsel ve üretimi arttırıcı alt yapısal sistemleri oluşturma açabasındaki yetişkin bireylerdir. Ciddilikleri ve mizaha uzak görünmeleri, tam tersi olarak mizaha konu olmalarına yol açmakta ve bir babanın sahip olması gerektiği toleransa sahip olmayı, böylelikle de yaşam tarzı haline getirmektedirler. Bu nedenle onlara “baba-hoca-başbuğ” denmektedir.
Türkiye’de baba figürünün son temsilcisi Türkeş-Demirel-Erbakan’dır. Ecevit-Özal geçiş döneminin delikanlılıktan çocukluğa regrare eden psikolojisini simgeler. Erdoğan-Kılıçdaroğlu-Bahçeli ise artık günümüzün, bırakın ne “halt” ederlerse etsinler gözüyle görülen bir dünyanın çocuklarıdır.
Tercih sizin değildir. Toplum neyse, Piaget’nin gelişimsel psikolojik evrelerine nasıl uygun düşüyorsa, psikolojisi de odur. Büyüyüp geliştikçe yeni sorunlara ama bu kez çözülebilir sorunlara yelken açar. Şimdi ise ağlayıp zırlamakla, saflıkla affedilmeyi talep etmekle meşguldürler; önündeki sorunu ret ederek savunma mekanizması geliştirmekle, sorunu çözmek yerine, efelenerek ürkütmek yolunu tercih etmektedirler.
Oysa, asıl önemli olan, neo-liberal ekonomilerin tüm dünyayı sanal ve medyatik oyuncakçı bir çocukluğa döndürmüş olmasındaki sürecin anlaşılmasında yatmaktadır.
Şimdi iyice anlamışsınızdır, neden bizim de artık, en sapa ara bir sokak içinde bir “oyuncak” müzemizin olduğunu! Ya da, Minyatürk diye bir gezinti alanına yüzlerce “yetişkin” kişinin koşturduğunu. Arkeolojik bulgulara, çanak çömlek parçası dendiğini. Çılgın projelerle uğraşıldığını. İşlevsel olsaydı, Marmaray’ın yüz yıl önce yapılabileceğini-bugün ise pek bir işe yaramadığından oyuncak gibi kullanıldığını; işlevsel olduğu için kırk yıl önce Boğaz Köprüsü’nün, yüz yıl önce Tünel diye neredeyse o gün için dünyanın banker merkezlerinden biri ile (Galata) eğlence ve tüketim merkezini (Pera) çok gerektirdiği için birleştiren bir metronun yapıldığını. Ya da, ağır sanayi diye, ülkeyi, madem enerji üssü yapamıyoruz, bari demir-çelik-alimünyum üssü yapalım diyen “babacan”lığı. On yılda yapılan demir ağlarla övünen marşı… İlh…. Anlamışsınızdır, umarım.
Tercih sizin değil!