Doç. Dr. Orhangazi: Türkiye ekonomisi tamamıyla dışa açık. Kısa vadeli sermaye girişlerine ihtiyacı çok fazla olan ekonomide şartlar bu şekilde devam ederse ciddi bir küçülmeye gidilebilir
EKİN AKYAZ
Türkiye ekonomisinin içinde bulunduğu yapısal kriz dinamikleri farklı yaklaşımlarla değerlendiriliyor. Ekonominin bu kırılganlığı hangi unsurlardan kaynaklanıyor? Krizin yarattığı tahribatı hafifletmek mümkün mü? Hükümetin attığı adımlar yeterli mi? Tüm bunları; Türkiye ekonomisinin dış sermayeye bağımlı, borç artışına dayanan, inşaat odaklı büyüme modelinin ortaya çıkardığı bir krizle karşı karşıya olduğunu söyleyen Kadir Has Üniversitesi Ekonomi bölümünden Doç. Dr. Özgür Orhangazi ile konuştuk.
»Türkiye’nin bugün içinde olduğu süreci nasıl tanımlıyorsunuz? Bir kriz tanımı yapmak istersek nasıl bir krizin içindeyiz?
Türkiye ekonomisi, dış sermayeye bağımlı, borç artışına dayanan, inşaat odaklı büyüme modelinin ortaya çıkardığı bir krizle karşı karşıyadır. Bu model, çok yüksek miktarda dış sermaye girişlerinin bir yandan TL’yi değerli kılmasına bir yandan da reel faiz oranlarının oldukça düşük seviyelerde seyretmesine dayanıyordu. 2000’li yılların başında dünya piyasalarındaki likidite bolluğu ve 2008 krizi sonrasında ABD, Avrupa ve Japonya merkez bankalarının faizleri 0’a çekmekle kalmayıp ‘miktarsal genişleme’ programlarıyla daha önce hiç görülmemiş bir miktarda parasal genişlemeye gitmesi, aralarında Türkiye’nin de olduğu ‘yükselen piyasalar’a yoğun bir dış sermaye girişine yol açtı. Ancak 2015’ten sonra ABD’nin parasal genişlemeye son vermesi ve yavaş yavaş faizleri arttırmaya başlamasıyla birlikte bu piyasalarda dış borç oranlarının çok fazla arttığı ve giderek daha kırılgan hale geldikleri belirgin hale geldi. Uluslararası finansal sermaye kısmen bu piyasalardan çekilirken borçların yenilenmesi için de daha yüksek faiz talep etmeye başladı. Dolayısıyla 2015’ten itibaren Türkiye ve benzeri ülkelerin sorunlar yaşamaya başlayacağı çok açık bir hale gelmişti. Hatta daha öncesinde, 2013’te ‘kırılgan beşli’ sınıflandırması ortaya atılmış ve Türkiye ile birlikte Endonezya, Güney Afrika, Brezilya ve Hindistan ekonomilerinin oldukça kırılgan hale geldiğine dikkat çekilmişti.
» Bu krizi önceki krizlerle karşılaştırmak istersek, aralarında nasıl farklar görüyorsunuz? 2001 krizi benzer süreçler mi yaşanıyor yoksa yeni ve bilinmeyen bir süreç ile mi karşı karşıyayız? 2008 krizini bugünü anlamada nereye koyuyorsunuz?
Bugün yaşananların 2001 krizinden birkaç önemli farkı vardır. Birincisi, 2001 krizi yaşandığında özel sektörün ve özellikle de reel sektörün dış borcu çok düşük seviyelerdeydi. Esas sorun kamu borcunun sürdürülemez hale gelmesiydi. Bugün ise dış borcun büyük kısmı özel sektöre ait. İkincisi, 2001 krizine giden süreçte Türkiye’de sabit kur rejimine dayalı istikrar programı uygulanmaktaydı. Bugünse dalgalı kur rejimindeyiz. Zaten dalgalı kur rejimine geçilmesinin en önemli sebebi de sabit kur rejimlerinin hemen her defasında döviz krizi ile sonuçlanmasıydı. Üçüncüsü, Türkiye 2001 kriziyle karşılaştığında bankacılık sektörü oldukça zayıf durumdaydı. Fakat yine de her ne kadar bankaların dış borçlarını döndürmelerinde şimdilik bir sorun olmasa da maliyetleri Türkiye’nin riskinin artmasında ötürü giderek artmakta. Ancak en azından bankacılık sektörünün, reel sektörü aksine, döviz açık pozisyonu olmaması önemli bir gösterge. Döviz geliri olmayan işletmelerin bu borçları yeni kurdan ödeyebilmesi ise imkânsız hale geldi.
Doç. Dr. Özgür Orhangazi
»Hükümet tarafından atılan adımların uzun vadede etkili (olumlu anlamda) olması mümkün mü?
Şu anda Türkiye’nin önünde çok fazla seçenek yok. Ekonomisi tamamıyla dışa açık, kısa vadeli sermaye girişlerine ihtiyacı çok fazla olan ekonominin şartlar bu şekilde devam ederse ciddi bir küçülmeye girmesi beklenebilir. Esasında Türkiye’nin durumu bir yandan da uluslararası finansal sistem için de riskler yaratmaya başladı. Özellikle dış borcun büyük kısmını elinde tutan Avrupa bankalarının birbiri ardına Türkiye’deki gelişmelerden nasıl etkilenecekleri veya etkilenmeyecekleri üzerine açıklamalar yapması bir yana konsa da Avrupa Merkez Bankası’nın şimdiden endişelenmeye başladığını görüyoruz. Bu da Türkiye bankaları için Avrupa merkezli bir kurtarma operasyonunu gerekli hale getirebilir. Hükümetin önündeki bir seçenek, uluslararası finansal sermayeye istediğini vererek durumu stabilize etmeye çalışmak olabilir. Yani, faiz oranlarını arttırmak ve kamu harcamalarını kısarken vergileri yükselterek uluslararası sermayeye hem daha yüksek getiri vaat etmek hem de ödemeleri yapmak için harcamalardan kısmak ve vergileri arttırmak. Ancak bu reçetenin işe yarayabilmesi için özel sektörün dış borçlarının en azından bir kısmının yeniden yapılandırılması ve hükümetin borcunu ödeyemeyen özel sektörün borçlarını garanti altına alması beklenecektir. Bu da krizin maliyetinin kamu maliyesi üzerinden geniş kitlelere aktarılması anlamına gelecektir. Ancak uluslararası finansal sermaye IMF’nin dahli olmadan bu reçetenin uygulanacağına güven duyup Türkiye’ye yeniden yatırım yapmayabilir.
‘Sermaye kontrolleri sağlanmadı’
İkinci bir seçenek olaraksa sermaye kontrolleri konuşulmaya başlandı. Ancak bu konuda iki sorun var. Birincisi, sermaye kontrolleri esasen kriz yaşandığında değil tam tersine krize yol açabilecek spekülatif sermaye hareketlerini en baştan sınırlamak üzere kullanılması gereken kontrollerdir. Örneğin, 2009’dan itibaren ‘yükselen piyasalara’ yoğun sermaye girişi başladığında Brezilya gibi bazı ülkeler bu sermaye girişlerinin ileride sorunlara yol açmaması için girişleri yavaşlatacak bazı sermaye kontrollerini devreye sokmuştu. Türkiye ise aynı yıl tam tersi bir yola gidip şirketlerin dövizle borçlanmasının önündeki tüm engelleri ortadan kaldırmayı tercih etmişti. İkinci sorun ise, cari açık ve dış borç ödemeleriyle birlikte yıllık finansman ihtiyacının ve özel sektörün dış borcunun bu kadar yüksek seviyelerde olduğu; enerjide dışa bağımlı ve üretimde ithal girdi oranı yüksek olan bir ekonomide devreye sokulacak sermaye kontrollerinin etkileri oldukça olumsuz olabilir. P. Krugman’ın Türkiye’ye sermaye kontrolleri önerirken verdiği 1997 Malezya örneği ile 2018 Türkiye örneği arasında bu anlamda oldukça ciddi farklılıklar bulunmakta. Son bir seçenekse Türkiye’ye farklı kaynaklardan (bazı Arap ülkeleri veya Çin) sermaye çekerek süreci atlatmaya çalışmak olabilir. Bunun mümkün olup olmadığı, iktisadi ve siyasi temelleri ile yol açacağı sonuçları ayrıca tartışmak gerekecektir.
»Bu adımları öngörerek ve kriz dinamiklerinden yola çıkarak gelecekte nasıl bir Türkiye ekonomisi bekliyorsunuz? Vatandaşı nasıl bir ekonomik ortam bekliyor?
Önümüzdeki dönemde Türkiye ekonomisinin dinamiklerini uluslararası finansal sermayenin yatırım kararları ile hükümetin hangi politika tercihlerinde bulunacağı belirleyecektir. Ancak Türkiye ekonomisinin kırılganlığı oldukça artarak uluslararası yatırımcılar açısından riskli bir yatırım bölgesi olarak görülmeye başlandığı için iç veya dış siyasetteki herhangi bir olumsuzluk ve gerginlik normal şartlarda yaşanmayacak piyasa oynaklıklarına ve belirsizliklere yol açabilecektir. Dış sermaye girişlerinde yaşanan yavaşlama ile birlikte kredi faizlerinin artması ekonominin yavaşlamasını ve bir resesyon ihtimalini giderek arttırıyor. Aslında, 2016’dan itibaren ekonominin yavaşlaması ve hatta küçülmesi kaçınılmaz hale gelmişti. Bu yavaşlama iki şekilde olabilirdi. TL’nin kontrollü bir şekilde değer kaybettiği, kredi genişlemesinin yavaş yavaş azaldığı ve özel sektörün borçlarını azaltmaya başladığı bir duraklama olası senaryolardan birisiydi. Ancak bu senaryonun finansal bir paniğe yol açmadan hayata geçirilmesi çok kolay değildi.
‘Türk Lirası saldırılara açık’
Özellikle de cari açığın ve kısa vadeli dış finansman ihtiyacının çok yüksek olması ve buna karşılık Merkez Bankası’nın elindeki döviz rezervlerinin yeterince yüksek olmaması TL’yi spekülatif saldırılara açık bir hale getiriyordu. Böylesi bir senaryonun uygulanabilmesi için faiz oranlarının arttırılması ve dış sermayenin yüksek getiri vaadiyle Türkiye’de tutulabilmesi gerekiyordu ki faizlerin arttırılması ve kredi genişlemesinin yavaşlaması ekonomiyi kaçınılmaz olarak yavaşlatacaktı. Birinci senaryonun tercih edilmediği ve Kredi Garanti Fonu gibi ekstra önlemlerle kredi genişlemesinin ve inşaat ekonomisinin desteklenmeye devam edildiği ikinci senaryoda ise inisiyatif esasen uluslararası finansal sermayeye bırakıldı. 2018’de Türkiye’ye giren dış sermaye miktarının azalması ve son aylarda özellikle kısa vadeli yatırımlarda çıkışların yaşanması TL’nin değer kaybetmeye başlamasına yol açarken son yaşanan gelişmeler bu süreci hızlandırıcı bir rol oynadılar.
***
Fatura emekçiye kesilecek
»Bugün bu krizden, toplumun emekçi kesimlerine minimum zararla çıkılması için ne gibi çözüm önerileri sunmak istersiniz? Kısa ve uzun vadede hangi adımlar atılmalı?
Burada iki nokta önemli. Birincisi, özel sektörün borçlarının bir kısmının kamu tarafından üstlenileceği artık açık bir şekilde ortaya çıkmıştır. Bu da krizin maliyetinin kamu maliyesi üzerinden geniş kitlelere aktarılması anlamına gelecektir. İkincisi, standart ticaret teorisine göre, TL’nin değer kaybetmesinin ihracatı arttırıcı bir etki yaratması beklenecek olsa da artık ihracatın da yüksek oranda ithalata bağımlığından ötürü maliyetlerin de artacak olması bu etkiyi sınırlı tutacaktır. Bazılarının şimdiden dile getirmeye başladığı gibi, emek maliyetlerinin iyiden iyiye düşürülmesi yoluyla ihracatçıların rekabet gücünün arttırılması çabalarının (ücretlerin baskılanması, esnek istihdam modellerinin daha da yayılması vb.) önümüzdeki dönemde yoğunlaşmasını bekleyebiliriz.