İstanbul’a kar yağıyor.
Sokaklardan gelen kardeşlerim, Afrikalı mülteci dostlarım ve bir sürü çocukla beraber bir kayak pistinde kutladım doğum günümü.
Pist dediysem İstanbul’un kentsel cehennemlerinden bir semt olan Tarlabaşı’nın yokuş bir sokağında, leğenler, tahta parçaları, plastik parçalarının üstünde sokağın bir başından diğer ucuna kaya kaya pist halini alan sokakta Kürtçe, İngilizce, Arapça, Zazaca, Türkçe kahkahaların bir birine karıştığı bir gece idi…
Kağıt işçileri, hırsızlar, esrarkeşler, işsizler, sahipsizler, potansiyel suçlular; kısacası şehrin tüm “öteki”leri arasında, düşe kalka, yüreğimize sarılarak, ama inadına ta ciğerden kahkaha atarak geçirdim…
O kahkahalar arasında hayal meyal çocukluğum geldi gitti kareler halinde gözlerimin önüne.
Bozova-Haymana-Konya-Mersin-Urfa…
1984’ün Ocak’ında henüz 16’sında Urfa-Bozova’ya babamla sürgün yemiş “Ben seni doğuracağım diye neler çektim a oğlum” diyen annemin ilk çocuğu olarak, kitapları, tayinleri ve borçları arasına bölünmüş sessiz ve onurlu-ciddi bir babanın çok sesli ve haşarı oğlu olarak küçüldüm!
Küçüldüm!
“Büyüdüm” diyemiyorum, zira çocukluğum Milli Öğütüm Sistemi çatıları altında bir o okuldan bir bu okula savrulurken; içimdeki; itiraz eden, oyun seven, doğayı ve hayvanları seven, kendini seven, hep pasaklı, sümüklü, yardım sever, çocuğu Ulusal ve Kapital düzene uyumlu bir “vatandaş” yapmak için uğraştılar. O yüzden büyümek yerine bizi hep küçük tuttular. Ne uğruna? Vatana millete zehir olmayalım diye!…
Şimdi kendime Velâ’lar ile Berâ’lar arasında sarılmış haldeyim.
Yaşamak bir kayboluş…Buluş, kaybediş, buluş, kaybediş…Benim de payıma bunca kentte düşen bir kayıplık işte: Kayıpkentli misali…
YA BÜYÜMEK?…
Zira bunun üzerinde biraz düşünmem lazım. Bunca yıl yaşamış olmak büyümek midir deyu…
Zira küçükken daha büyüktük! Şimdi büyüdükçe küçülüyoruz.
Küçüldükçe anlıyoruz büyümenin nasıl haram-talan olduğunu…
Zira öyle bir zaman da yaşıyoruz ki hayal kurmayı öğrenmeden önce tezgah kurmasını öğrenmek zorunda kaldığımız bir çağ!
Bundan dolayı korkuyla karışık bir heyecan var içimde yaşama karşı.
Yaşam öyle kırılgan ve zeminler öyle allak bullak ki! …
Bugün varız yarın yokuz! Elimize yüzümüze bulaştıra bulaştıra yaşadığımız şu ömrün hakkını verebilmek için ömrümüze pençe atmış tüm zalimlerin ellerini zulümden ve yakalarımızı pençelerinden kurtarabilmemiz ümidi ile… Yâr’in gül yanağından gayrısını en yalnız ve kimsesizlerimizden başlamak üzere bölüşe bölüşe çoğalarak…
…
Ben başka şeyler diyecektim halbuki! Geçelim…
Ne diyordum:
Hah!
Doğum günü diyordum:
Doğum günü vesile ile ümitlerini, temennilerini, iyi dileklerini ileten tüm sokaklardaki kardeşlerime, Afrika’lı kağıt işçisi dostlarıma, İşini gücünü kaybetmiş ama gülüşlerini kaybetmemiş tüm arkadaşlarıma, her biri ayrı bir alem ve varlıklarıyla güç veren güzel insanlara… Aileme… Hepinizin bana varlığınızla bulunmuş olduğunuz katkılardan ötürü minnettarım!
/Rabbenâ!
âtina fid’dünyâ haseneten ve fil’âhireti haseneten ve kınâ azâbennâr./
Evimizin içinde bir iç evim olan ve dışımdaki hayatın en mert yoldaşlarından biri olan kardeşim Ömer, yeni yaşım vesilesi ile bir not göndermiş. Onun notunu paylaşmak istiyorum sizlerle.
***
DOĞUM GÜNLERİNİ NE YAPSAK?
Doğum günleri hayatımızda çok önemli bir yere sahip. Hatırlanması ne derece iyi, hoş, sosyal ilişkiler açısından olumlu bir şeyse; unutulması da aynı ölçüde ayıplanacak bir şey. Doğum gününü hatırlamak karşımızdaki için bir jest olabiliyorken, unutmak ise onunla ilişkimizin bitmesine bile yol açabiliyor. Ben de hayatımdaki önemli bir kişiye hediye olarak da kabul edilebilecek bir yazı kaleme almak istedim.
Öncelikle doğum günü kutlamalarının tarihçesine bir göz atalım.
Tarihteki ilk doğum günü kutlaması, M.Ö. 3000’lerde yaşamış bir firavuna ait. Mısır ve Pers’lerden Yunanlara geçen bu adete bir de pasta kesme ekleniyor. Ay tanrıçası Artemis’i simgeleyen mum da pastaya bu dönemde ekleniyor. İlk Hristiyanlar, dünyanın pis bir yer olduğuna, ölümün bu dünyadan kurtuluş olduğuna inandıkları için, ölüm günü kutluyorlardı. Hatta Hz. İsa’nın doğum günü konusunda fikir birliğine vardıkları zaman bile, doğum günü kutlamanın günah olduğunu düşündüler. Ancak 12.yy’dan sonra Avrupa’da günümüzdeki doğum günü kutlanmaya başladı.
Ben de Avrupa’nın aksine, yaklaşık 12. yaşımdan sonra doğum günlerini (kendiminkiler de dahil) önemsememeye başladım. Çoğu kişi buna vurdumduymazlık dedi. Ben de uzun bir zaman bu “vurdumduymazlığı” kendime açıklayamıyordum. Sonunda kendime ve insanlara bu derdimi açayım dedim. Bunca vurdumduymazlık sürecinde vardığım sonuç şu oldu. Doğum günlerini önemsememem, doğum gününü gölgede bırakacak bir şeyi önemsememden kaynaklanıyordu: Amel/Praksis !
Hepimizin, dünyaya geldiğine lanet okuduğu günler olur. Yine hepimizin birisi için “iyi ki var” olduğu olur. “Ölseydim de bu günleri görmeseydim” deriz. “Ölmeden şunu gördüm ya gam yemem” deriz. Hepsini bir potaya koyduğumuz zaman, benim için “doğum”, kutlanacak ya da üzülecek bir şey olma değerini yitiriyor. Onu kutlamamıza sebep olan, hayatın içindeki pratiğin yönü, değeri oluyor.
12 Eylül darbesinden sonra, o sonbahar, acaba o baharları çalınan gençlerden doğum günü kutlayanlar oldu mu? Bütün vücudu titreyerek bulduğu bir aralıktan gökyüzünü görebilenler “iyi ki dünyaya gelmişim” demiş midir?
Ülkem’de, Somali’de, Patani’de, Filistin’de, Kürdistan’da, Doğu’da Batı’da, Ortadoğu’da…
Çarlık Rusyasının öldürdükleri,
Kızıl Rusyanın öldürdükleri,
Beyaz Rusya’nın öldürdükleri,
ABDnin öldürdükleri,
sonu gelmez fıkhi tartışmalara konu olan müslüman devletlerinin öldürdükleri…
Bütün devletlerin, sistemlerin, örgütlerin, paktların, cemiyetlerin öldürdükleri…
Ölenler, öldürülenler, acaba “iyi ki” doğmuş muydu?
Tüm bu tablo, biyolojik ölümle acısı sonlanmayanlarla, yani yaşarken fiziksel ve zihinsel tecavüze uğrayan, uğramakta olanlarla devam ediyor. Nihayet, görece, tüm bu tablo karşısında bir şey yapamamak cezası çeken dünyanın geri kalanı (bunu da kim üstüne alıyorsa) ile sona eriyor. Şu vaziyette, birisine “iyi ki doğdun” demek, bana mantıklı gelmiyor. Kendini “iyi ki doğmuş” hisseden birinin ömrünün geri kalanında hiç ağlamaması gerekir, ya da “keşke doğmasaydım” diyen birinin bir daha gülmemesi gerekir, ama hayatımızda iki duyguya da sık sık kapılıyoruz. Öyleyse neden her sene kendimize yalan söylüyoruz?
Peki, yas ve karamsarlık içinde birbirimize hiçbir şey demeden ölüp gitmeyi mi beklemek lazım? Ona da hayır. Çünkü ben hayatımda hiç bir zenciye dokunmamışken bizim ellerimizi kavuşturan, elimi Sierra Leone’den gelmiş bir göçmenin yüzüne değdiren, bana sahip olduğum değer yargısını kazandıran insanlar var.
Hepimizin hayatında da vardır. O insanların doğum günleri kutlu olmasın mı? Demek ki “amel/praksis”, yani yapılanlar, yaptıklarımız; aktüelite, yani yaptığımız “an”, belirlemekte “kutlu” olmayı, ya da olmamayı. Bu da her an değişiyor, değişmeye mahkum. Her an değişebilen bir şeyi neden tamamen “iyi” gibi kutlamaya ya da tamamen kötü gibi kutlamamaya mahkum edelim ki? Öyleyse fiziksel varlığın başlamasından daha öte, başka bir şey bulmamız ve onu kutlamamız ve onu atılan bir tarihten azad etmemiz gerekir gibi hissediyorum.
Demem o ki, doğum günü, hem bir ceza, hem de bir lütuftur. Hem geçmiş, hem gelecektir. Hem bir garanti, hem bir risktir. Doğmuş olmak bir insanı mutlu ya da hayırlı kılmaz, ölmüş olmak da onun fikirlerini, hayırlı işlerini öldürmez. Asıl doğum “ıslah etme savaşı”, asıl ölüm de “ifsad etme savaşı”dır. Asıl gülmeyi birincisi sağlar, asıl ağlamaya da ikincisi neden olur. Sonuç olarak, etken her zaman Salih Amel/Doğru davranışı etkin kılmaktır; doğum ise edilgen kalır. Bu satırların ışığında, ben de birini şu şekilde tebrik etmek istiyorum:
Sevgili Abim, Yoldaşım, EYLEMİN KUTLU OLSUN!
31.Ocak.2012 Salı
MERSİN
Çağdaşkent
***
Not: Almanya’daki manevi Hatice annem/iz şahsında tanıdığım tüm yaralı annelerin ellerinden öpüyorum, saygıyla:
“Yaralarının kabuğunu kaldırıp soğuklarda üzerimizi örten kadın,
seni saran tüm acılar kahrolsun! –(Kayıpkentli)”