Yaklaşık bir ay kadar önceydi. Ocağın soğuk bir akşamında güzel dostum Kadir Bal ile buluşmak üzere Taksim’e doğru gitmekteydim. Buluştuk. Karşı yakaya geçecektik ki hesapta olmadan bir ziyaret gerçekleştirmemiz icap etti. “Gel” dedi bana, “çocukları bir görelim.” Gittiğimiz yer Gümüşsuyu’nun aşağısındaki parkın en ücra köşesindeki yıkık bir evdi. Ev sahibi olarak bizi karşılayanlar o çoğunluğun huzurunu kaçıran sıfatlarıyla “tinerci çocuklar” idi. O izbe bina’nın en aşağı katında, küf ve rutubet içindeki küçük bir odada yaklaşık 6-7 kişi kalıyolardı; yanlarında da iki köpek. İçeri girmemiz ile beraber kimi şaşkınlıkla, kimi de büyük bir hürmet ile ayağa kalktı, bizi buyur ettiler. Aralarından şimdi ismini anımsayamadığım birisi ise tinerin uçuculuğunda kendinden geçmiş, halisünasyonlar içinde olduğu besbelli o bulanık zihninde apaçık bir şekilde hatırladığı, muhabbet beslediği tek imge vardı: Kadir. Ana Baba bir kardeş gibi sıkı sıkı, sevgi dolu bir biçimde sarıldı ona, hatta o kadar ki, idraki o an yerinde olan arkadaşları tarafından zor ayrılabildi. Odanın içi nefes alınamayacak derecede yoğun bir şekilde tiner ve bali kokuyordu, ben 4-5 dakikadan fazla duramadım; zira artık nefes almakta epey zorlanıyordum ve başım dönmeye başlamıştı. Merdivenleri tırmanarak yukarıya, dışarı çıktım. Bilenler bilir, parkın tam karşısında plaza vari bir yapı yükselir. Gözüm bir an oraya ilişti, başımı yukarı doğru kaldırdım. Işıklı camların ardında, şık masalarda hanımefendiler, beyfendiler gayet mükellef ve nezih bir yemek yemekteydiler; sağa sola nazik bir telaş içinde yürüyüp duran garsonlar da bu tablonun seçkinliği tescilli numuneleriydi.
Hayat, hayretli bir şey… Sefalet ile zenginliğin ve şatafatın bu kadar burun buruna olması, aralarındaki mesafenin kısalığına rağmen birbirinden tamamen bihaber hayatlar; neredeyse iki ayrı dünya gibi. Bu manzaraları peş peşe görmek benim için sarsıcı olmuştu doğrusu. Herhalde kim olsa şöyle bir durup düşünme ihtiyacı hissederdi. Okuyacak ve okumakta olanların dikkatini çekmek isterim ki, bu satırlar bir yeraltı edebiyatı teşebbüsü değildir. Hüzün ya da merhamet duygusu uyandırmak niyetinde de değiliz. Sayın Başbakan’ın o talihsiz beyanlarını duyunca, ister istemez bu görüntüler tekrar gözümün önünde canlanıverdi. Toplumda genel bir eğilim olarak, bu çocuklara kerameti kendinden menkul kötülük objeleri olarak yaklaşılıyor. Kimse onlarla ilgili bir şey duymak istemiyor, sokakta karşılaşınca kaçar adımlarla yol değiştiriliyor, görenler başlarını sanki ölümü görmüş gibi çeviriyorlar. Medya’nın gaddarca karalamalarına maruz kalıyorlar; gün geçmiyor ki haklarında bir haber yapılmasın, spotlar malum: Tinerci dehşeti, tinerci vahşeti, tinerciler korku saçtı, vs… İşte o an, şehid Malcolm’un sözü beynimde yankılanıyor: “Eğer dikkatli değilseniz gazeteler sizin zulüm gören insanlardan nefret etmenizi ve zulmü uygulayan insanlara muhabbet beslemenizi sağlar.”
Ne medya’nın işgüzarlığı ne toplumdaki genel eğilim, ne de bu toplumu yönetenlerin vurdumduymaz lafları hakikati değiştiriyor. Kimse anasının karnından tiner çekerek dünyaya gelmiyor. Ne de bu çocuklar macera peşinde olduklarından “it bağlasan durmaz” yıkıntılarda, sokaklarda yaşıyorlar. Onlar mağdur. Sınıf altı yoksulluk skalasına bile giremiyorlar çünkü onlar var bile değiller; yoklar. Toplumsal çukurun en dibine itilmişler ve kimse yüzlerini görmek istemiyor. Onlardan korkuluyor, tiksinti duyuluyor; hatta bazen nefret ediliyor. Tinerin kucağında yok olmaya sürüklenen talihsiz ruhlar oldukları, bir kimlikleri olamadığı için yaşamaları ile ölmeleri arasında bir fark yok. Yeri geliyor hunharca dövülüyorlar, yeri geliyor cinayetler üstlerine yıkılarak hapislere atılıyorlar. Bir semtte toplandıkları vakit rahatsızlık kaynağı oluyor, başka bir semte sürülüyorlar. Nereye giderlerse gitsinler görülmek istenmiyorlar. Her ne durumda olursa olsun, var olamıyorlar, yok sayılıyorlar, günün birinde de ya soğuktan donarak ya da başka hazin şekillerde ölüm ile buluşuyorlar. Başka bir dünyadan gelmediler; bizim uygarlığımızın üvey evlatları onlar. Yemek yedirmek, para vermek, sokaktan toplayıp yurtlara kapatmak bir netice teşkil etmiyor. Çünkü yadırganmaya, tiksinti duyulmaya devam ediliyorlar. İçinde bulundukları durumu değiştirmek için bir çare gerekiyorsa, bu çare çok sıradışı bir şey değil: Sevgi. Bu çocukları dönüştüren bir şey varsa ve bu bir keşif ise eğer biz onun sevgi ve merhamet olduğuna inanıyoruz. Cenab-ı peygamber Hira’dan indiğinde Hatice annemiz onun şaşkınlığını ve korkusunu şu şekilde teskin etmişti: “Sen öksüzü korursun, yoksulla beraber olursun ve asla yalan söylemezsin. Bu duyduğun sesler, İbrahim’e, Musa’ya, İsa’ya gelen namus-u ekber’dir. Korkma.”
Evet… Bu sözde bir hikmet gizli dostlar. Yoksula, düşküne, mazluma, mağdur olmuşa yardım etmek değil, onlarla beraber olmak. Onların bizim “üstten” yaptığımız, sonra korunaklı meskenlerimize çekildiğimiz yardımlara ihtiyacı yok. Onlara yapacağımız yardım, onlarla hemhal olmak ile başlarsa, sevgi ve merhamet ile başlarsa bir şeylerin değiştiğini göreceksiniz, değişiyor. Korku kaynağı “tinerci çocuklar”’dan, pırıl pırıl gençler çıkıyor. Bundan hiç şüpheniz olmasın.