Deniz Tarsus, ‘Ayrıkotu’nu yayınladıktan iki yıl sonra ‘İt Gözü’ ile yeniden okuyucularıyla buluştu. Bu kitap Deniz Tarsus’a öykü dalında Orhan Kemal Ödülü’nü de getirdi
SERAP ÇAKIR
Deniz Tarsus’la tanışalı çok olmadı. Gencecik, pırıl pırıl, akıllı ve son derece yaratıcı. Benim en sevdiğim kadın figürü yani. Merak ettiğim çok şey vardı hakkında ve işte böyle keyifli bir sohbet oldu.
» İlk olarak 1972’de Yılmaz Güney, Orhan Kemal Roman Ödülü’nü almıştı. Daha sonra, Sevgi Soysal, Erdal Öz, Yaşar Kemal gibi çok önemli isimler bu ödüle layık görüldü. Şimdi de Deniz Tarsus aldı öykü dalında bu ödülü; çok klasik bir soruyla başlayacağım. Nasıl bir duygu?
Gerçekten çok emek sarf ediyorsun. Bu öykü kitabı için iki sene uğraştım. Ayrıkotu yayınlandıktan sonra başladım ‘İt Gözü’nü yazmaya. Çok ciddi mesai, emek var. Gio Ödülü’nü aldıktan sonra çok rahat uyumuştum, sonra Orhan Kemal Ödülü’nü duyunca, iş yerinde zıplayarak arkadaşlarıma söyledim. Ödülü aldığımı öğrendikten hemen sonra annemi aradım, annemin sesi titredi. Ve şöyle düşündüm: Annemin sesinin titrediği an için bile iki yıl çalışmaya değer.
» Bu ödül, diğer yazacağın eserler adına korku yaratıyor mu?
Ödül korku, baskı yaratmadı. Kitabın kendisi zaten büyük iddia. Ben basılan kitaptan korkuyorum.
» İt Gözü’ne geçelim. Bir ‘Hadım’ serisi var. ‘Can Kuşu’ öykünde madencileri anlatıyorsun. Toplumcu bir bakış açısına sahip olduğun açık şekilde hissediliyor. Soma’da çok büyük bir kaza oldu, bu öyküler ortaya çıkarken seni etkileyen bu trajik olay mıydı?
Ben önce Mengü’yü çalışmıştım, o öyküyü hazırladım. Orada da madenciler anlatılıyor fakat asıl odak, toprağı paylaşmak ve bölüşmek üzerineydi. Sonrasında, Soma’dan önceydi, ben madencileri anlatayım diye düşündüm, dağın insanları yiyip yuttuğu bir hikâye olsun istedim ve çalışmaya başladım. Maden nedir, insanlar nasıl çalışır, mekaniği nedir üzerinden ‘Can Kuşu’na başladım. Hatta ilk gün beş sayfa hızlı hızlı yazdım. Ancak birkaç gün sonra Soma kazası meydana geldi. Yine de öyküye devam etme kararı aldım; ancak olaylardan çok fazla etkilendim, yazamadım. Bir sene kadar bu öyküyü bir kenara bıraktım ve sonra tekrar kaleme aldım. O yüzden yeri çok başka bende o öykünün.
» Deniz, öykülerin fantastik öğeler içeriyor bolca. Kaç kadın vardır fantastik yazan Türkiye’de emin değilim. Ama sen fantastik edebiyatın içine balıklama dalmışsın öyle söyleyeyim sana.
Aslında fantastik edebiyatı çılgınca takip eden bir insan değilim; ama durduramıyorum kafam öyle çalışıyor. Öyküler öyle çıkıyor. Bir yandan bahsettiğim olaylarda toplumcu-gerçekçi diyebileceğimiz sorunları işlemeye çalışıyorum, özellikle tarihe kafamı sokmaya çalışıyorum, ama farkına varmadan atmosferi fantastiğe atıp karakterleri içine yerleştiriyorum. Refleks gibi.
» Mesela Çakır öykün tamamen fantastik…
O öyküde de tersten çalıştım. Kitap için çalışmaya başladığım ilk öykü. Çakır’ın akrabaları vardı mesela köyde. Öyküyü durduramadım, 40 sayfayı geçti. Çok fazla karakter ve çok fazla olay vardı. Hikâye çok uzayınca Çakır’ı yalnızlaştırarak okuduğunuz kısmını ortaya çıkardım. Ancak onun uzun hali duruyor, belki ilerde uzatarak çalışırım.
» ‘Mengü’ öykünde kapitalizmi çok iyi betimliyorsun. Sert bir teknoloji eleştirisi de var. Bodrumlu Deniz’in gözünde doğanın katli nasıl gerçekleşiyor?
Ben Bodrum’da doğup büyüdüm. O yüzden hayal meyal de olsa çok güzel bir çocukluk geçirdim. Biz üç dört kuşaklı Bodrumluyuz. Ben açıkçası çok ciddi karmaşalarla büyüdüm Bodrum’da.
» Ne gibi Deniz?
Şimdi şöyle; biz köy kökenliyiz. Bodrum sosyetik, gündemde diye gösterilen bir kasaba ama ben onun tersine Bodrum’da çok naif bir dünyada büyüdüm. Annem babam öğretmendi. Köyde öğretmenlik yapıyorlardı önce. Gündoğan’da beş yaşıma kadar kaldım ve sonra Bodrum’a taşındık. Kasaba kültüründe büyüdüm. Herkesin barış içerisinde yaşadığı bir yerdi. Ama zamanla Bodrum gündeme oturdu, popülerleşti, insanlar yavaş yavaş taşınmaya başladı; taşınan insanlar Bodrum’un yerlileri tarafından kabul görmedi ve onlar da Bodrum’da kendi kulelerini kurdular haliyle. Bir şekilde kendilerini güvenceye aldılar ama onlarla birlikte Bodrum’un insanı da değişmeye başladı. Yeni gelenleri taklit etmek istediler. Kendi yaşam şekillerinin kıymetini bilemediler. Topraklar kıymetlendi, herkes toprağını sattı. Çok büyük arazisi olan insanlar on sene kadar çok zengin olup, sonra her şeyini tüketip şimdi kirada yaşıyorlar.
» Deniz öykülerinde doğanın nüvelerine çok fazla rastlıyoruz ve bunun yanında bazı kelimeler de çok dikkat çekiyor. Aklıma hemen Yaşar Kemal’i getiren ‘balkıdı’, ‘şavkıdı” gibi kelimeler. Bunları diline nasıl kattın, anlatır mısın? ‘Şavkımak’ kelimesini jenerasyonun bilmezmiş gibi geliyor bana.
O kelimelerin sebebi çoğunlukla anneannem ve babaannem, onlar çok kullanıyorlar. Bir de eski metinlerden kökler çalışıp, sürekli not alıyorum. Mesela yeni kitap için Dede Korkut çalışıyorum. Dede Korkut üzerine yazılan makaleleri okuyorum, onlar için çıkarılan sözlükleri inceliyorum vb. Bazen de kendim üretiyorum.
» Bu konuşmamızdan senin çok sistematik çalıştığını anladım. Çok az öykücümüzde olan bir özelliktir bu. Hani romanda başvururlar belki ama öykülerde çok az duyduğum bir şey.
Evet, matematiği seviyorum. Öykülerde ne geliyorsa aklıma yazmıyorum, keşke bilinç akışıyla yazabilsem ama hiç yapabildiğim bir şey değil. O yüzden öncesinde ciddi bir çalışmaya giriyorum, araştırıyorum, yapımı kuruyorum sonra yazıya geçiyorum
» Anadolu’dan beslendiğini kitaplarını okuyanlar görecekler. Bunun yanı sıra hurafeler de öykülerinde sık sık başvurduğun bir kaynak.
Bodrum’un köylerinde de dedikodular, hurafeler döner. İnsanın hayatına yansıyan ve çekiç etkisi yaratan bir şey bu aslında. Bir yandan inanıp, bir yandan hurafe olduğunu biliyorlar. Benim uyurgezerliğime benziyor, arada bir çizgide yaşıyorlar.
» Gerçekle gerçekdışı arasında.
Evet, bunun arasında yaşıyor ve nereye çarpacaklarını kestiremiyorlar aslında.