IŞİD’in Musul’u ele geçirmesinden sonra bu örgütün üzerine çokça yazılıp çizildi. Yazılıp-çizilen verilerin çoğunun sakat olduğu gerçeğini bir kenara koyarsak, aynı zamanda IŞİD ve Irak’la alakalı ”sözüm ona uzman”ların yaptığı analizlerin kahve sohbetlerinden farksız olduğunu söylebiliriz. Bunun nedenlerinin başında ”analistlerimizin Suriye’de veya Irak’ta bir taksiye binip şehri gezdikten sonra kendilerini Ortadoğu uzmanı sanması geliyor.” Neyse geçelim asıl konumuza: ”IŞİD kimdir?”
Öncelikle IŞİD’in felsefi-tarihsel köklerini irdelemekte fayda var. Örgütün daha iyi anlaşılması için Hz. Ali ve Muaviye arasında yaşanan ”Sıffın savaşı”ndan sonra sorunun çözümü için hakeme gidinilmesinin kararlaştırılması ve bu karara tepki olarak çıkan bir grubun, ”Lâ hukme illâ lillâh-hüküm yalnızca Allah’ındır-” diyerek ”Hz. Ali ve Muaviye’yi tekfir etmesini incelemek gelir.” Bu çıkışla, ”Hz. Ali ve Muaviye’yi katledilmesi gereken kişiler olarak gören ve harici diye tanımlanan bir fraksiyon oluştu.” Bu fraksiyon ”İslam tarihinde ilk suikastçi” yapı olarak bilinir. Zira ”Hz. Ali’yi şehid edip” Muaviye ve Amr b. el Âs’a çeşitli suikast girişimleri olmuştur. Daha sonra Muaviye’nin valilerinin şiddet politikaları sonucu büyük oranda ezilmişlerdir. Ancak ”fıkıhtaki, kelamdaki etkileri o günden bu güne sarsıntılar geçirmek suretiyle devam etmiştir.” Haricilerin en ayırt edici özelliği ”kendileri dışındaki hiçbir gruba yaşam hakkı tanımamaları”dır. Eğer bir düşünce, ideoloji haricilerin dünya görüşüne halef bir tutum içerisindeyse, kesinlikle düşüncenin sahibinin öldürülmesi caizdir. ”Bu caiziyet aynı zamanda beraberinde çocuklarının da katlini, hanımlarının da cariye olarak alınmasını getiriyor. Altı yüz, yedi yüz yıllık fıkıh kitaplarıyla amel etmeye çalışan Haricilerin bu gün en güçlü temsilci hiç şüphesiz IŞİD’tir.”
Kuruluşu 1991’deki Körfez savaşına giden örgüt, ”El Kaide’yle birçok kez iletişim kurması ve ara ara biat ederek bozmasına karşın, Kaide’ye göre daha sekter bir tavır” takınmıştır. 2004’ten sonra kendini revizyona tabii tutmuş ve ”Irak’ın çeşitli yerlerinde devletçiler kurarak Sünni bölgelerin yönetimini” ele almıştır. Aynı zamanda yer yer Amerikan ordusuyla da çatışmalara girmiş ve elindeki devletçileri kaybedip alma üzerine inişli çıkışlı bir grafik çizmiştir. Cema’at el-Tevhid vel-Cihad ismiyle faaliyete başlayan ve bu gün IŞİD adını alan örgütün ”El Kaide’den ayrıldığı temel nokta bir İslam devleti istemesidir.” Kaide ise küresel cihad taraftarıdır. Hatta bu yüzden birçok defa ”Kaide ile teorik çatışmalara girmişler ve bu çatışmaları 2013’te silahlı eyleme dökmüşlerdir.” ”Kaide lideri olan Dr. ez-Zevahiri’nin ‘IŞİD’in Suriye Kaidesine, yani Nusra ve Halifesi Muhammed Colani’ye biat ederek aldığı yerleri boşaltmasını emretmiştir.’ Fakat, IŞİD ‘Zevahiri’ye bunaklar artık cihad yapamaz!’ diyerek hareket etmek suretiyle Nusra’ya savaş açmış ve Rakka dahil birçok önemli bölgeyi Nusra’dan almış, tabiri caizse Nusra’nın karizmasını çok ağır bir şekilde çizmiştir.”
Nusra’yla girdiği çatışmalardan galip ayrılan IŞİD arkasından diğer muhalif gruplarla sert savaşlara girmiş ve birçoğunu da mağlup etme başarısı göstermiştir. Bunun tek istisnası ”Rojava’da YPG askeri karşısında tutunamamasıdır. Bunun nedeni ise hem YPG’lilerin iyi savaşçılar olması hem de halk desteğini arkasına almasıyla ilintili olduğu şüphe götürmez bir realitedir.” Aynı zamanda ”IŞİD, muhaliflerin Esad’dan aldığı yerleri tekrar Esad’dan almış ve oralarda çok katı bir yönetim sergileyerek halkı sindirmiştir.” İlginç olan şudur ki, ”bütün gruplarla çatışan bu yapı, Esad’la doğru dürüst çatışmaya girmemiş ve Esad da bu örgüte karşı hava saldırılarında bulunmamamıştır.” Bu ise akıllarda soru işaretleri bırakmakla birlikte ”Ortadoğu’daki kum siyasetinin bir sonucu” olarak görülmelidir.
Yine IŞİD’e katılan gençlerin dünyanın her yerinden gelen Müslümanlardan meydana geldiğini ancak bunların kahir ekseriyetinin ”İslam dünyasının en sorunlu bölgelerinden olduğunu, aynı zamanda ekonomik ve sosyal olarak en alt tabakalarda yer alan çoğrafyalardan teşekkül ettiğini söylemek yanlış olmayacaktır.” Tanıştığım çoğu ”IŞİD militanının Rakka’da devlet kurulduktan sonra iş bulup evlilik için cihadın vazgeçilmez olduğunu söylemeleri de bunu durumun örgüt mensuplarının tercihlerinde ne kadar etkili olduğunu gözler önüne sermektedir.”
Bir İslam devleti hayaliyle hareket ettiği söyleyen örgütün Irak’ın Anber eyaletine geçişi de bir hayli ilgiç olmuştur. ”Maliki’nin 11 senedir uyguladığı mezhepçi ve baskıcı politikalardan bıkan Sünni aşiretlerin merkeze karşı kalkışmalarından sonra IŞİD’i eyaletin Felluce ve Ramadi şehirlerine davet edip savaşın liderliğini Halefleri Ebu Bekir el Bağdadi’ye vermesiyle beraber çatışmaların seyri değişmiş, Irak ordusu Felluce’yi kaybetmiş ve Ramadi’nin de belli kısımlarını IŞİD’e kaptırmıştır.” Son ”seçimlerde Maliki’nin kazanması”yla artık Sünni aşiretlerin Irak yönetiminde söz sahibi olmayacaklarını ve zaten mezhepsel-etnik olarak ayrışmış olan Irak’ta mevcut durumlarıyla karşılık bulamayacaklarını düşünmeleriyle Musul’da ayaklanma baş göstermiştir. Bu ayaklanmanın hemen ardından Anbar’da yapılan yapılarak sevk ve idare IŞİD’e verilmiştir. Halkın komple ayaklanacağından korkan Maliki’ de ”özel Şia birlikleriyle yönettiği ve çoğunluğu Sünni Arap olan Musul’dan çekilmiş ve Kürdistan ordusuna teslim olarak güçsüzlüğünü ve motivasyonsuzluğunu ortaya koymuştur.”
Şu bir gerçektir ki, IŞİD kendi kendine peyda olmamıştır. O siyasal, ekonomik, sosyolojik ve psikolojik olarak çökmüş kişilerin bir isyan bayrağı olarak görülmüş ve son çıkış olarak addedilmiştir. Bu addetme bilinçli veya istekli bir şekilde yapılmamış, aksine kapitalist ve maddeci yıkımın bir dayatması olarak ortaya çıkmıştır. İslam dünyasının milyarlarca insanın karşı karşıya kaldığı çaresizliğe bir reçete çıkarmaması durumunda da IŞİD tarzı örgütler ilelebet varlığını sürdürecektir. ”Irak’ta küçük bir Ortadoğu ve dünya merkezi olarak bu tahribatın en çok yaşandığı bir alan olarak hem dini hem de eko-politik olarak kırılganlığın bir neticesi olarak IŞİD’e daha çok sarılacaktır. Sünni bölgerin çoğunun IŞİD’in eline geçmesi işten bile değildir. Artık bir Sünni devlete hazırlık yapılması daha mantıklıdır.”
İşte bu iklimde Türkiye ve Kürdistan’ın tarihi rolleri ortaya çıkmaktadır. Bölgenin en istikrarlı ve tarihsel olarak akraba olan halklarından Türkler ve Kürtler birleşerek mevcut konjoktürü tersine çevirebilir ve bir ortaklık altında bütün dünyaya örnek bir yönetim sergileyebilir. Bunun yolu da halihazırda Kürtler tarafından yönetilen Suriye ve Irak tarafındaki Kürt bölgelerinin, ”Anadolu Federasyonu” çatısı altında Türkiye’yle birleşerek ortak bir irade göstermeleriyle mümkündür. Mevcut konjonktür Kürt-Türk barışına, birliğine, ortaklığa uygundur. Yeter ki, birbirimize ihtiyacımız olduğunun farkında olalım.