“Camera Ottomana: Osmanlı İmparatorluğu’nda Fotoğraf ve Modernite, 1840-1914” isimli sergi, Ömer M. Koç Koleksiyonu’nun yanı sıra farklı arşiv ve koleksiyonlardan derlenen fotoğraf, albüm, obje, yayın ve belgelerden oluşuyor. Koç Üniversitesi Anadolu Medeniyetleri Araştırma Merkezi (ANAMED)’nin düzenlediği, 19 Ağustos’a kadar açık kalacak serginin küratörleri Zeynep Çelik, Edhem Eldem ve Bahattin Öztuncay. Sergiyi Radikal’den Cem Erciyes, Prof. Dr. Edhem Eldem ile konuştu.
Fotoğraf Osmanlı modernizmine nasıl tanıklık ediyor?
İki şekilde birincisi araç olarak, moderniteyi sergilemek için kullanılıyor. Moderniteyi belgelemek ve sergilemek. Sergilediğinizde görülmesi şart değil. Abdülhamid Albümleri böyle. Bu albümler Londra ve Washington’a gönderiliyor ama 1980’lere kadar kimse bakmıyor. O zaman birden keşfediliyor, ‘a ne ilginç’ diye. İkincisi fotoğrafın kendisinin bir modernite olması ve dolayısıyla insan ilişkilerine kadar herşeyi değiştiriyor olması.
İnsan ilişkilerini nasıl değiştiriyor fotoğraf.
En basit örneği portre. 1840’lardan 50’lerden itibaren portre son derece seçkinci, fiyatı nedeniyle. Üstelik unique, biricik, daggerreotip’i düşünürseniz çoğaltılabilen bir şey değil. Dolayısıyla resimden farkı yok. Yavaş yavaş bu daha ulaşılır oluyor. Ama son kertesi nedir? Devlet fotoğrafı şart koşuyor. Şahadetnamede, hapishanede, okulda vs. Birden bir tercih ve bir lüks olan bir şey, bir mecburiyet ve kontrol aracı oluyor. Alın size fotoğrafın insan ilişkilerini değiştirmesi. Diyoruz ki demokratikleşiyor filan. Değil. Aslında tam aksine sizin okullarda hapishanelerde filan insanlar ben fotoğraf çektireyim diye gelmiyor, fotoğrafları zoraki çekiliyor ve oradaki kişi kendi insiyatifini kullanamamış oluyor.
Fotoğrafçıların bu görselliğin oluşmasında nasıl bir etkileri var. Hepsini tek tek biliyoruz, serginin bir kısmı onlara ayrılmış.
1850’de fotoğraf zor ve pahalı bir teknolojiydi. Dolayısıyla bunun mütehassısları var. Onlar da bu adamlar. Fotoğrafa hemen talep oluyor burada. Saray var saray çevresi var, bir de turizm var. İlk fotoğrafı çekenler turistler, yani seyyahlar. Bir de unutmayalım ki 1839 Tanzimat Fermanı, yani fotoğrafın kullanılması Batılılaşmayla çok alakalı. Tabi şöyle bir gerçek var ki Osmanlılar resmi, yani fırçalı boyalı resmi de fotoğrafla neredeyse aynı zamanda öğreniyorlar. Bu garip bir şey, çünkü Avrupa’da aslında resmin çok uzun bir jeneolojisi var. Dolayısıyla burada fotoğrafla bir yumuşak geçişi var.
Fotoğrafa resme olduğu bir tepki var mı?
Bunun en iyi ölçüsü kadın fotoğrafı olabilir. Osmanlı, Müslüman kadın fotoğrafı o dönemde çok az. Ancak 1910’lardan itibaren bu çoğalmaya başlıyor. Ama günah meselesi çok yok. Bu konuda fetvalar filan da çıkıyor, günah değildir diye. Teolojik bir şey olduğu için çok detayına giremeyeceğim ama şununla alakalı: Resim bir kişinin yorumu olduğu için taklit vs. gibi tanımlanabiliyor, fotoğraf ise ‘neyse o’.
Hicaz demir yolu bir yana, bu belediye resmi dair fotoğraflarına baktığımda çoğunun Balkanlar olduğunu gördüm. Hani hep söylenir ya Osmanlı en çok Balkanlar’a yatırım yaptı Anadolu’yu ihmal etti diye…
O kadar da değil ona bakarsanız Suriye, Yemen, Lübnan, Trablusgarp da var. Anadolu’da da var. Bunu söylemeden evvel hepsini alıp koyup bakmak lazım. Bunlar Abdülhamid Albümleri denilen koleksiyonlarda çokça var. Benim için ilginç olan Abdülhamid Albümleri’nin birer kapalı kutu olması. Sokaktan geçen adam Yıldız Sarayı’na gelip şu albümlere bir bakayım demiyor. Bence Abdülhamid bile bakmıyor; ilk başta heyecan duymuştur belki sonra sıkılmıştır. Benim için daha önemlisi bunların basına yansıması. Yani Servet-i Fünun’da, Malumat’ta yani o dönemin dergilerinde kapağın üzerinde “Halifemiz sayesinde yeni açılan Niğde’nin bilmem ne köyündeki kışla…” yazması. Burada ne konması gerektiği’ne dönük bir tür ‘pozitif sansür’ var. Onu çok iyi görebiliyorsunuz bu yayınlarda. Bir dergi için her ay her hafta Allah’ın bir ücra yerindeki bir hükümet binasının resmini basmak çok eğlenceli değil. Belli ki bu bir mecburiyet ya da işgüzarlık… Tabi bir adım ötesi de önemli, yani bunu eline alan sokaktaki insan, “Allah kahretsin, gene mi!” mi diyor, yoksa “Vay, Padişahımız Efendimiz gene yaptırmış güzel bir eser” mi diyor? Bunu bilmekte çok zayıfız. O boşluğu tarihçi kendisi dolduruyor. Bir fotoğrafın bütün seyrini incelemek istiyorsanız kameradan görenin gözüne kadar gidebilmeniz lazım. Halbuki biz bir yere kadar gidebiliyoruz, en fazla bu derginin üstüne kadar gidiyoruz. ‘Görüp de ne yapıyor?’ sorusunun yanıtını nereden öğreneceksiniz? Anılarında birisi yazacak da öyle öğreneceksiniz. Basın o tür geri bildirimlerin yer aldığı bir yer değil. Sansürlü basın sadece müspet olana yer veriyor. O boşluğu ‘her halde, olsa olsa…’ metoduyla doldurmak da bana yanlış geliyor.
Peki bu kadar çok görsel malzemenin üretildiği bu dijital çağda çekilen o fotoğraflar vesikaya dönüşecek mi? Ne diyorsunuz?
Sanmıyorum. Ve inşallah dönüşmez çünkü istiap haddi diye bir şey var. Blogdu, twitti, telefon konuşmasıydı… bütün bunlar yok olacak. İyi ki yok olacak yoksa…
Ama yazık değil mi geleceğin tarihçilerine, o zaman hiçbir şey kalmayacak ellerinde.
Kalacak tabii ki. Ama inşallah kalan, temsil kabiliyetine sahip şeyler olur. Veya olmayanı, kaybolanı bulmanın yolları bulunacak. Osmanlı fotoğrafçılığındaki en büyük kamburlardan biri sadece İstanbul ’u biliyor olmamız. Taşrada bir şey yok. Ermeni tehciri vesaire her şey tarümar oldu.
Yok değil ama, mesela Dildilyan arşivi var.
İşte Dildilyan kuralı teyid eden istisna. Ona bakarak kaybolanın ne olduğunu anlayabilirsiniz.
TEPEDEN İNME MODERNLEŞME BİZE KISA DEVRE YAPTIRDI
Bir söyleşinizde ‘Batılılaşma ile Modernleşme birbirine karıştırılıyor Türkiye’de’ diyorsunuz. Biri nerede başlıyor diğeri nerede bitiyor, neden karıştırıyoruz?
Türk modernleşmesi Batılılaşma ile oldu. Dolayısıyla insan kendi örneğine bakıp dünyayı anlamaya çalıştığı için böyle bir kanıya varmamız normal. Oysa Avrupa dışında, Avrupa’dan esinlenerek ama tamamen Batılılaşma olmadan da modernleşme olabileceğini mesela Japonya’dan biliyoruz. İkincisi modernleşmeyi biz 19. Yüzyılda sanayisiyle vesairesiyle gelen bir şey olarak düşünüyoruz. Oysa Avrupa’da Ortaçağ ile modern dönem arasında kalan döneme özellikle Anlosakson literatürde ‘erken modern’ deniyor. Burada moderniteyle özdeşleşen bir çok kavramın başladığını görüyorsunuz. Osmanlı İmparatorluğu’nun yaya kaldığı ve ancak batılılaşma yoluyla kendini kurtarabileceğini varsaydığımız bu 18.yy sonu 19. yy başı gibi bir dönemden daha öncesinde de bir modernleşme olduğunu anlıyoruz. Osmanlı’nın 15 ve 16. Yüzyıllarda kendine göre bir modernitesi var. 17 ve 18. Yüzyılda bir sürü değişim oluyor ve bu değişimlerin neredeyse hiçbirini Avrupa etkisiyle izah etmek mümkün değil. Zaten 18. Yüzyılın en büyük sorunu budur. 19. Yüzyılda batılılaşma, 18. Yüzyılda bir kıpırdanma gördüğümüz için buna geriye projeksiyon yaparak bu her halde batılılaşmanın doğum sancıları diye bakılıyor. Oysa o dönemde Osmanlılar kendi yağlarında kavrularak bir şeyleri değiştiriyorlar, sekülerleşiyorlar. Kendi uzmanlık dallarımdan biri olan mezar taşlarından biliyorum, 18. Yüzyılda mezar taşlarında dini unsur gittikçe azalıyor, kişi ortaya çıkıyor. Bunun Avrupa’yla alakası yok. 19. Yüzyılda Avrupa modernleşmesi devlet kanalıyla tepeden inme geliyor. Orada şöyle bir problem oluyor, yerel moderniteler bir bakıma kısa devre yapıyor. Ya da marjinalize oluyor veya önü kesiliyor. Tekke ve zaviyelerin kapatılması vesaire olumsuz etki yaptı deniliyor ama aslında çok daha öncesinde o kısa devre neticesinde kökler kuruyor. Dolayısıyla bugün sufi veya İslami düşünce yerine televizyonlarda gördüğünüz hurafeler yaygınlaşıyor. Batı modernitesinin buradaki dengeleri bozduğunu söyleyebiliriz. Ama bunu kötü bir şey olarak da söylemiyorum. Bu böyledir ve biz de bunun ürünüyüz. Bize ait, buralarda çıkmış bir geleneği kaybettik, diğerini de ithal yoluyla aldığımız için gayet yüzeysel biliyoruz. Türkiye’de en büyük problem bu. Bir derinlik olmamasının nedeni bu.