(2006 Temmuzunda kızımın doğumundan bir ay öncesinde kaleme aldığım bu yazı, ‘Yalnızlık Sözleri’ dergisinin ilk sayısında yer almıştı. İçinde başka heyecanları da taşıdığım bu yazımı sizlerle tekrar paylaşıyorum.)
Şimdi biliyorum bir hazine sandığının içine sığamayacak çapta ve değerdeymişim. Bunu bilmek bir ölünün uyanışıyla içinde bulunduğu tabutu parçalaması gibi ferahlatıcı.
Kabuğunu çatlatan tohumun havayla ilk teması biraz acı, biraz buruk bir sevinç taşıyor.
Böyle düşünüyorum çünkü insanı, insan olanı ne kadar anlamadığımı biliyorum.
Anlamak..
Bir bütün olarak anlamak neymiş?
Neymiş kendine ait olmayan gözlerle de bakabilmek kendine.
Kendin olana yani insana.
Belki tüm insanlığa şöyle bir göz ucuyla…
O zaman göz pınarlarında birikenin tuzu bu kadar acı vermezdi, tatsız, tuzsuz bir dünyada..
O zaman bir mikroskopla bakmak yerine bir teleskopla da bakabilirdik insana… İşte o kadar büyürdü insan..
Ya da Roger Garaudy’nin bir kitabında dediği gibi ‘ayın toprağını çiğnerken’ bunu yapabilirdik.
Şöyle diyordu Garaudy;
“Dünya buradan güzel ve ışıklı görünüyor. Yeryüzü bir bütün halinde ve sakin. Ayın toprağını çiğnerken bu şekilde konuşan uzay adamı, dünyayı bütünlüğü içinde uzaktan gören ilk insandı.”(*)
Çünkü dünya böyle bir sükûnet ve bütünlük içinde görünmedi ki bize. Yıllar süren savaşlar, katliamlar ve düş kırıklıkları..
Sömürenle sömürüleni el ele gördü yoksullaşan dünya. Yani anlamadık birbirimizi.
Ve Garaudy devam ediyor;
“Uzayda sınır bilmeden birlik ve bütünlüğü içinde biz de algılayabilecek miyiz dünyayı?
Bunun ipuçlarını da yolumuza bırakıyor Garaudy;
“Batılı adamın bakışıyla değil. Dünyaya kendiliğinden görünebildiği haliyle bütünlük ve birliği içinde herkesin gözleriyle görmek ve bakmak.”
Benzeri görülmemiş bir acıyı soluyan Filistinli çocuğun gözüyle onun hayatına bakabilir miyiz?
Yoksulluktan arındırılmış görkemli evlerimizin gölgesinden
Ya da bir annenin içinde kor bir ateş taşır gibi taşıdığı sızıyı, sıkıntıyı neşeyi yaşayabilsek.
Doğacak olan çocuğuma bir de annenin gözleriyle bakabilsem. Kendi içimdeymiş gibi bakabilsem o mucizeye.
Tek yapabildiğimiz karanlıkta birbirimize gülümsemek mi en mutlu anlarımızda bile?..
Cemil Meriç; “Düşünen adam kendini, daha fazla tashih ve tasfiye eden adamdır.” Diyor.
Şimdiye kadar ağzımızdan çıkan kelimeleri harf harf, satır satır tashih edip, her nefeste
O’nu söyleyip O’nu anlatan iki dudak aramızda dizgiye verebildik mi?
Kelimelerimiz ne kadar yaşayabilir Ondan uzak bir köşede soluksuz ve solgun.
Üstelik kaç insanı yaşatır, kaç insanı diriltir ya da soldurmadan bırakır kelimelerimiz?.
Hem ne kadar tasfiye edebildik kendi kirlenmişliğimizi, farkında lığımızın ilk günlerinden beri, şöyle bir geçmişe bakıp kaç acı unutturabildik üzerine basıp çiğnediğimiz kalplerde?
Düşünmüşlüğümüzü değil düşüncesizliğimizi sürükledik peşimizden. Aç köpeklerimizdi onlar bizim.
Şimdi biliyorum demiştim ya!..
Biliyorum; insanın doğmamışlığını
onu var kılmaya çalışan, tükenmişliğinin son merhalesinde olduğunu
Şimdi, bir hazine sandığının içine sığamayacak çapta ve değerdeymişim, bildim…
………………….
(*) İnsanlığın Medeniyet Destanı, Roger Garaudy, s:9 Pınar yayınları