Sözlerine şöyle başladı:
“Bir konu uzmanı olarak değil,
Kendini Ümmetin sorumlusu hisseden bir Müslüman olarak buradayım.”
Bu sözler bir kürsü konuşmacısının sözleri değildi. Bir vicdan, bir u/yanış davetçisinin telaşlı, dertli ve merhametli bir yürek insanının çağrısı idi.
İnsanları gelmeye çağırıyor idi…
“Kurtulmak için bir an önce gelmelisiniz artık” diyordu.
Hayır hayır!
Kendisine, partilere, derneklere, cemaatlere, kurumlara, ezberlere, projelere, vaazlara çağırmıyordu.
“Kendinize gelin bir an önce” diyordu.
Atasoy Müftüoğlu ’dan bahsediyorum. Mana yayınları’ nın düzenlediği konferans Zübeyde Hanım Kültür Merkezinde yapıldı. Salon hınca hınç dolu muydu?
Hayır!
Lakin konferansa gelenlerin, gelemeyenlerin orada olamayışlarına benim gibi üzüldüklerini düşünüyorum.
Öncelikle Mana yayınlarına bu konferansı düzenlediği için canı gönülden bir teşekkür etmek isterim.
Mana yayınlarından Latif Bey, Mütevazı bir sunum ile Atasoy Müftüoğlu’nu bize takdim ettiler.
Sahneye 70 yaşından daha uzun ve derin yaşamış bir kavga adamı çıktı. Sözlerine başladığı andan bitirdiği ana kadar salondan çıt çıkmadı.
Çünkü sözleriyle dikkatleri kendisine değil, kendimize çekiyordu. Sürekli olarak bilinçlerimizi ve ezberlerimizi tekmeliyordu. Onu dinledikçe, üzerimizdeki maddi manevi silindirleri, yerli, küresel asalakları daha iyi anlamaya başlıyoruz.
Onu dinlemek için gelemeyenler ve kendisinden haberdar olmayanlar için, sözlerinin başka kulaklarda da makes bulabilmesi amacı ile konferansta aldığım notları paylaşmak istiyorum sizlerle.
Onun meramının dışına çıkmadan, elimden geldiğince aktarmaya çalışacağım. İnşallah, bu konferansın görüntüleri ve konuşma kaydı deşifre edilerek yazıya dökülür de daha fazla insan istifade eder. Ben de notlarımdan aktaracağım için, onun ağzından aldığım notlar konuşmanın bütünü değildir. Parça parça aldığım notları birleştirerek sizlerle paylaştığımı belirtmeliyim.
”Gündemimizi kendimiz belirlemiyoruz. Modern tarihin nesnesi olduk. Algılarımız bizi yönetmiyor; bize rağmen yönetiyorlar.
Biz düşünüyor muyuz? Yoksa düşündürülüyor muyuz?
Kendimize sormamız gerekiyor. Yaşarken, ilişki kurarken, tarihe gereği gibi tanıklık ediyor muyuz; etmiyor muyuz?”
diye irkilten sorularla giriş yaptı; Atasoy Müftüoğlu.
Üzerimdeki gerilimi hissetmeye başladım, bu sözlerle. Dikkatimi daha çok yoğunlaştırdığımda karşımdaki ses git gide bilinçleri uyaran bir şelaleye dönüyordu.
”Tarihsel çerçevenin dışında yaşıyoruz. Nesneler mücadele edemezler. Müslümanlar olarak tarihin dışındayız.
Sürünün parçası olmak kolaydır. Sürüye rağmen var olmak, risk getirir. Bedel ödemeyi beraberine getirir. Bedeli ise özneler öder. Nesneler ise içinde oldukları sürüye uyar ve sürüklenirler.”
Diye devam etti sözlerine. Nesneleştirildiğimizi ve nasıl sürüklendiğimizin tahlili içinse yine tekmeleyen sorularla devam etti.
PEKİ, NASIL BU NOKTAYA GELDİK?
“Müslüman olarak son beş yüz yılda neler oldu?
Son beş yüz yıl Müslümanlar için de Batı için de çok önemli.
Endülüsten çekildik. İber yarımadasından çekildiğimizden beri bir çöküş içerisindeyiz.
Geleneksel kültürün bize alıştırdığı “Dış Güçler” etkisine alışmışız. Hâlbuki her çöküşün önce bir içsel nedenleri vardır. Bu nedenler bizi ilgilendirir. Oysa biz kendimizi suçlamak istemiyoruz. Nedenleri hep dışarıda arıyoruz.
1492’den sonra Avrupa tarihe çıktı. Bu zaman zarfında Avrupa tahakküm üreten bir hayat tarzı oluşturdu. Bu tahakküm üreten Avrupa algılarımızı da belirliyor. Avrupa Merkezli tahakküm, kavramlar, dil ve düşünce ile…
Yöntem olarak ise “Halka İlişkiler” ve iletişim ağlarını kullanarak bunu yapıyor.
Avrupa kendini merkeze alarak bunun dışındakileri taşralaştırıyor. Avrupa’ya göre her taşralı ötekidir. Bu ötekiler de insan altı gruplar olarak görülüyor.
Taşradakiler üretmez merkeze bakarlar. Merkeze mahkûmdurlar. İslam dünyası ise merkezsizdir. Paramparça…
Her taşra bir parçadır. Her parça kendi hastalığına gömülüyor. Ve hepsi kendi liderleriyle büyüleniyorlar.
Çünkü nesneler merak etmezler. Biz de merak etmiyoruz. Bu taşra pozisyonuna mahkûm edildiğimizden beri üretemiyoruz.
Merkez her parçanın sorununun ve sorusunun kendisinde olduğunu söylüyor. İçtihada gerek yok diyor.
Sessiz kalıyoruz. Sakinleştiriliyoruz.
Konuşmamız gereken yerde susuyoruz. Allah’ın koyduğu sınırlara riayet ederek anlam kazanabiliriz. Oysaki dış etkilerden çok taklit eden ve tekrar eden statüko, konformizm sebebiyle, bize yönelen Emperyal saldırılar karşısında susuyoruz.
Genç Arkadaşlar!
Taklit ettiğiniz an bilinç dışı bir alana geçmişsiniz demektir. Nesneleşirsiniz. Sorgulama, yüzleşme, gerçeği arama ihtiyacı hissetmeden sürünün bir parçası haline dönersiniz.
Taklit/tekrar edenler: Allah ne der korkusu ile değil de kamuoyu ne der korkusu ile hareket etmektedirler.”
YEREL MANEVİ TİRANLAR
Daha sonra Atasoy Müftüoğlu Tiranlardan söz açarak şunları söyledi:
“Kitleler yerel tiranlara karşı itiraz içindeler. Lakin küresel tiranlarla ilgili hiçbir rahatsızlığı yok.
Kitlesel tiranlara yönelik öfke yok.
Siyasal tiranlara yönelik kitlelerin ayağa kalkışlarının önündeki en büyük engeller manevi tiranlardır. Siyasi tiranlara karşı öfkeler, itirazlar ortaya konuyor ama manevi tiranlar eleştirilmiyorlar.”
Atasoy ağabeyimizin bu yaklaşımına ben de birkaç şey eklemek istiyorum aslında.
Mesela ABD-İSRAİL karşıtı olan ve tüm öfkelerini ABD’ye karşı veya Dış Tağut’lara karşı bileyen insanlar, çoğu zaman da yerli Tağutlar söz konusu olduğunda susmuyorlar mı?
Dış Tağutların, zalimlerin zulümlerine ses çıkaran Müslümanlar, bir çok çevreler tarafından da kendi mahallelerindeki zulümlere karşı kayıtsız kalmakla da suçlanmıyorlar mı?
Filistin’ de katledilen yavrulara gözyaşı dökenler, nice “Ceylan”ların katliamı karşısında da aynı benzeri tavrı gösterebilmişler midir acaba?
Maden işçilerini öldüren gerçekte bir iş kazası mı idi? Yoksa onlara ve onların gerçekliğine karşı sessiz kalan Müslümanlar mı?
Her fırsatta Kudüs’ten, Ümmet’ten, kardeşlikten dem vuranlar, konu Kürt sorunu olunca neden Ulusalcı reflekslere savrulurlar?
Dışarıdaki Tağutlara karşı aslan kesilenler, içerideki Tağutlara karşı neden kedi olurlar?
Geçtim Dış Tağutu-İç Tağutu, Abdestsiz Tağuta karşı Abdestli Tağutu destekleme pragmatizmine savrulmadı mı kitleler? Hayır’cıların zaten statüko şehveti ile “Hayır” dediklerini biliyoruz. Peki ya “Evet” diyenler? Yetmez diyorlardı. Ee sonra ne oldu, yetti mi?
Kemalizm/Ergenekon tu kaka, Eyvallah! Ya abdestli kapitalizmin siyasal, ekonomik versiyonları… Bugün en çok bunlar değil mi, dışımızdaki sıtmayı gösterip, içeriden ölüme razı eden?
Küresel Tiranlardan İsrail’e olan İslamcı Öfkelerimiz çoğu zaman kapitalist ilişki biçimlerimizi sorgulamanın ve onunla hesaplaşmanın da önüne geçmekte değil mi?
“Sınıfsal çelişki” ve “Zengin-Yoksul uçurumu“, ümmet taleplerinin içinde daha çok solculuk olarak suçlanmakta ve dışlanmakta. Dış tiranlara karşı bileylenen insanlar, liberalliğin “özgürlük” “demokrasi” “eşitlik” gibi kavramlarnın yüzeyselliğinin ve açmazının farkında oldukları kadar, İslamcılığın/Muhafazakarlığın sürüklendiği abdestli kapitalist tehlikenin de farkına varabiliyorlar mı?
O halde dış tiranlara sessiz kalıp yerel tiranlara karşı sesini yükseltenlerin yanında, yerel tiranlara sessiz kalıp da dış tiranlara karşı sesini yükseltmeye çalışanları da eklememiz gerekiyor.
Alelacele aldığım notlarımın arasına düştüğüm bu şerhimi de sizlerle paylaştıktan sonra hemen Atasoy Müftüoğlu ağabeyimizin sözlerine dönelim:
Şöyle devam ediyordu Atasoy Müftüoğlu:
“Cemaat liderlerinin bir tanesini bile biz seçmiyoruz. Ve hiçbiri hastalık, sağlıksızlık hallerinde bile geri çekilmiyorlar.
Bunları biz seçmedik. Ve onlarda manevi diktatörler olarak yerlerini bırakmıyorlar.
Beni taklit ederseniz 70 yaşında gibi düşünmeye başlarsınız.
Benim sizi beni taklit etmeye ve de bana itaat etmeye davet etmeye hakkım yok. Ben 70, siz ise 20’li yaşlardasınız. Beni taklit ederseniz 70 yaşında biri gibi düşünürsünüz.
Oysa ben, “Benim tecrübelerimden yararlanın ama beni mutlaka aşın.” demek zorundayım.
ULUS DEVLETİN KORUNMASI MÜSLÜMANLARA YÜKLENDİ
Ulus devlet mitolojisi Resmi Dinler tarafından kutsallaştırıldı. Bu yüzden bu ulus devlet mekanizması yüzünden daha önceleri birbirlerinin ırkıyla sorunları olmayan halklar artık birbirlerinin ırkları yüzünden birbirlerini kırıp geçirmeye başladılar. Bu kutsal devleti koruma görevi de Müslümanlara yüklendi. Devlet, seküler sebeplerle kamusal alandan çıkardığı dini kendi menfaati için araçsallaştırıp, kullanıyor.
ZİHİNSEL DEVRİM OLMADAN SİYASAL DEVRİM OLUR MU?
Biz küreselleşmeye toptan red ya da toptan kabul şeklinde de bakamayız. Biz küreselleşmeye eleştirel bir gözle bakmalıyız.
Tarihten devraldığımız gelenek bizi romantize etti. O kadar çok yenildik ve kaybettik ki, en ufak bir yenilik, gelişime hemen sarılıyoruz.
O yüzden Ortadoğu Devrimleri diyoruz. Kalabalıklara sarılıyoruz. Sokağı görüyoruz. Yüzeysel bakıyoruz. O yüzeysel kalabalıkların gerisindeki derinlikleri okumuyoruz. Okuyamıyoruz.
Bir zihinsel devrim olmadan, nasıl siyasal bir devrim olabilir?
Zihinsel derinliği olmayan, siyasal yüzeyselliği olan entelektüel kavramlar tarafından terörize ediliyoruz.
Fuhşiyat ve Münkerat Neo-Liberal politikaların kanatları altında varlığını meşrulaştırıyor.
Sömürgeciler askeri kanatlarını geri çekiyorlar. Biz onların çekildiğini sanıyoruz. Hayır! Onlar zihinsel sömürgelerini çekmiyorlar.
TEMEL İSLAMİ ŞİARLARI ÖZGÜRLEŞTİREMİYORUZ
Özellikle 11 Eylül sonrası bizi İslam’ın sadece manevi ve ruhani yönü anlamında ikna ettiler. “Siz sünnisiniz, İslam’ın siyasal talepleri ve duruşu yoktur. Bu İran’ın ve Şia’nın uydurmasıdır” dediler. Ve siyasi duruşu İsrail’e verdiler.
“İslam siyaset içermez” klişelerini eleştiriye tabi tutamıyoruz, manipüle ediliyoruz. 11 Eylül’den sonra bütün siyasi taleplerden vazgeçtik. Şimdi “Cihad” kavramı da kullanımdan çıkıyor ve yerine düşünsel kavramlar getiriliyor.
Ümmet kavramını da kaybediyoruz. Ümmetin zihinsel yardıma ihtiyacı var. Sadece sel, felaket, afetlerde yardım değil, zihinsel yardıma da ihtiyacı var.
Aziz İslam şuan tikelleştirilen yorumlarla kuşatılıyor. İslam toplumlarının yapısal sorunları var. Bununla yüzleşmiyoruz. Dini folklor haline getiriyoruz. Merasimlerden, günlerden ibaret hale geliyor.
Peygamber sadece Ruhani Lider olarak baz alınıyor. Onun siyasal, devlet başkanı, diplomasi vizyonuna dair hiçbir şey yok. Ortaya bir Budist gibi ruhani peygamber dayatılıyor. Manen tatmin oluyoruz ama eleştirel çözümleme yapamıyoruz.
Her otorite kendini dini kullanarak dayatıyor. Hatırlayın: Batı’nın kendi demokratik araçlarını kullanarak iktidara geldiği halde Cezayir’de İslami Selamet Cephesi bir gecede cezaevlerine tıkıldılar. O gün Cezayir Diyanet İşleri Başkanı TV’lerden “Ey Müslümanlar Dağılın! Evlerinize Dönün! Devlet zarar görmesin!” dedi.
Bugün de Kürdistan’da yaşanan sorun devletin kutsallığına dokunulmasının istenmemesinden kaynaklanmaktadır.
GEÇMİŞİ NEDEN BU KADAR KUTSUYORUZ?
Geçmişte iyi şeyler de var, kötü şeyler de var. Lakin modern tarihin nesnesi konumundayız. Yeniden tarihe dönmemiz gerekiyor. Bunun içinse 21.yy ile ilişki kurmamız gerekiyor. Bu ilişkiyi Kur’an ışığında kurabiliriz. Lakin son yıllarda Kur’an araştırma sempozyumlarından, Kur’an’ı Anlama çalışmalarından bir türlü kafamızı kaldıramıyoruz. Kur’an Meçhuller Kitabımıdır ki bu konulardan hala çıkamadık?
Kur’an’ı okumalıyız, evet. Ama nasıl?
Kur’an’ı ansiklopedik bilgi almak için, muhatabını bastırmak için, ne kadar bilgiliymiş, ne kadar güzel konuşuyormuş dedirtmek için değil, bugünün dünyası ile ilgili soru sorabilmek ve duruş geliştirebilmek için okumalıyız.
Melezleştik. Silikleştik. Kendimize özgü duruşumuz yok. Kendimizi Neo-Liberal Özgürlükler altında tanımlamaya çalışıyoruz.
Bu dünyada düşünen insanlar aydınlanmayı mahkum ederlerken bizim düşünen insanlarımız “aydınlanmacıyım” diyebiliyorlar.
KİRLİ BİR DİN YARATTILAR: “HOŞGÖRÜ”
Demokrasinin İslam’la uzlaşması değil; İslam’ın demokrasi ile uzlaşmasını talep ediyorlar.
Çok çirkin ve kirli bir din yarattılar. Adı Hoşgörü!
Anything Goes = Hoşgörü = Post Modern = Muktedirlerle uzlaşan bir kavram. Mustaz’aflarla ise arasına mesafe koyan bir kavram.
Neo-Nurculuk insanımızın bilincine kastediyor. Bu Neo-Nurculuk kendisini dine haslettiği için sorgulanamıyor.
Büyük bir küresel holding sayıları ve paraları ile bu Neo-Nurcular gibi kutsalların kılıfına sığınan mekanizmaları bize karşı kullanıyor.
Bir Meczup gazetesinde şöyle diyor:
“Hz.Said Nursi kıyamete kadar bütün soruların cevabını bilmiştir.”
Bir tane de düzgün İslam alimi bu gazeteyi toplatın ve bu meczubu kliniğe kaldırın diyemiyor.
Etrafınızdaki tüm meczuplar “Yarın şöyle olacaklar” der ama ertesi gün hiçbiri olmaz. Çünkü hepsi yalancı…
Bir cemaat kuruluyor. Hemen yanında menkıbe fabrikası yapılıyor. Sizi bir propaganda nesnesine çevirmek için, paralarla, yalanlarla, propaganda nesnesi yaratmaya çalışıyorlar.
İlk sömürgecilik kavramı: Uygarlık
Uygarlık-uygarlaştırma…
Korkunç bir kanlı tarih: Sömürge tarihi
Öneri: Tarihçi Niall Ferguson
İngilizlerin tarihi nasıl şekillendirdiğini anlatan bir kitap. Bu kitaba dikkatinizi çekmek isterim…
(…)
Fransa yeni bir sömürge başlattı. Yüzeyler sizi aldatmasın. Derinleri okuyabilmemiz lazım. O yüzden:
Libya’daki sorun, Kaddafi değildi.
Suriye’deki sorun, Esad değildi aslında.
Sömürgeciliğin şekli değişiyor arkadaşlar. Bunu görmemiz lazım.
Gençlere söylüyorum:
Uyanın!
Sakın Türkiye’de siyasi/etnik dinamiklere kapılmayın, Faşist olursunuz!
Bakın bu Neo-Nurculuk akımı ile İslam’ı millileştiriyorlar. Müslümanları pasifize ediyorlar. Muktedirlerle paralel bir duruşları var. Ve ne kadar direniş hareketi varsa sabote ediyorlar!
11 Eylül katillerinin siparişini kabul eden Hazret, Ortadoğu’yu şekillendiren ABD merkezli kitaplar yayınlıyor.
İstanbul’da Türkçeye çevriliyor. Bu kitap hangi mülahazalarla yazıldı biz bilmiyoruz.
Kim diye soracaksınız. Söyleyeyim:
Seyyid Hüseyn Nasr’ın oğlu, bu kitapları basan firmalara şuan danışmanlık yapıyor.
ABD yeni bir ordu kuruyor. Bu ordunun konuşlanacağı yer tartışılıyor. Muharip savaşçılardan değil, tarihçi, dil bilimci, sosyal bilimcilerden oluşan bir ordu bu.
Afrika’yı şekillendirilecek. Bunun için zihinleri esir alacak bir ordu oluşturuyorlar.
MİDDLE-EAST FORM
Bir dergi Türkiye’ye geliyor. Ortadoğu’yla ilgileniyor. Bunların temel şiarı:
“Hoşgörü!!!”
Hoşgörü İslam’ının güçlendirilmesi amacı ile çalışmalar yapan Middle-east Form ve alt kuruluşları “İyi Ötekiler” olan Neo-Nurcular ve Ilımlı İslam dedikleri çevrelerle ilişkiler kurarlarken, “Kötü Ötekiler” dedikleri Radikallerle ise savaşmaktan yanalar. İmajını kötüleyerek, onlara “terörist” diyerek yapıyorlar bunu.
Unesco “Mevlana Yılı” ilan ediyor.
Gençlere öğütlüyoruz: Yunus Emre, Mevlana, İbn-i Arabi okumayın demiyoruz ama bunları kendi tarihsel şartları içinde okuyun. Hangi dönemde, kimlere karşı ne yazmışlar. Kimlere karşı sözlerini söylemişler? Bunu araştırmadan yapacağınız okumalar, sömürgecilere hizmet edecektir.
Midle-east Form, İslam dünyasında Müslümanların siyasal ideolojilerinden vazgeçmelerini istiyor. Her gün TV’lerde bunlar, dünyanın bir çok yerinden ve Türkiye’den de düşünürler, fikir adamları , araştırmacıların da katkılarıyla bu “Hoşgörü” ortamını yaratıyorlar. Bu fikri işliyorlar.
FREEDOM HOUSE:
Ortadoğu’da etkili bir düşünce kuruluşu…
Suriye, Mısır, Libya vs. muhalif diye tanımladığı gençleri ABD’ye çağırarak onlara nasıl muhalefet edileceğini öğretiyorlar.
Bugün Tahrir meydanındaki muhaliflerinin hepsinin bu kuruluşlarla bağlantıları var. Elbette isyanları bütünüyle ABD’ye hasletmek istemiyorum. Bu klişeye mahkum etmek istemiyorum. Ama bu gerçeği görmek durumundayız.
Mısır’da, Tunus’ta İslami gruplar/Cemaatler 21.yy’da bu çağ ile nasıl iletişim kuracaklarını bilemiyorlar. Geçmişten kafalarını kurtaramıyorlar.
Küreselleşme karşısında bir ümmet tablosu ortaya çıkarmaları gerekiyor.Narsist yanlarından vazgeçmeleri gerekiyor.
GAZZE’DE MÜSLÜMAN YARDIM KURULUŞLARININ LOGO YARIŞI
Bakınız. “Şok Doktrini” kitabının yazarı Naomi Klein, Gazze’deki çatışmaların en şiddetli olduğu zamanlarda Gazze’de idi. Orada Gazze’lilerin evlerinde, sığınaklarda yüz yüze o insanların yaşamlarını ve acılarını gözlemledi. Ama “Ben Gazze’deyken…”, “Bir Gazetecinin anıları” vs. diye kitaplar yazmadı. Bundan bahsetmedi. Ama Naomi Klein şunu da anlattı. Gazze’ye Türkiye’den yardım getiren Müslüman yardım kuruluşları logolarını kaldırmak ve göstermek konusunda birbirlerini eziyorlardı. Dirsekleriyle birbirlerini iterek, hepsi kendi logosunu öne çıkarmanın peşinde idi. Soruyorum size, bu nasıl bir anlayıştır. Bunlardan arınmamız gerekiyor gençler!”
Salonda çıt yok. Herkes büyük bir dikkatle Atasoy Müftoğlu’nu dinliyor.
Bir yandan not alırken bir yandan da düşünüyorum ister istemez.
Ümmet ve Siyasallık vurgusu beraberinde o siyasallığın üzerini örttüğü bir eşitsizlik çelişkisini de gizleyebiliyor.
Emperyalizmin dört bir yandan kuşatmasına karşı Müslüman akıl bu kuşatma karşısında toparlanmak ve kendi kalelerini kurabilmek için kardeşliğe yaslanması gerekiyor. Kardeşliği ise velayet temelinde hukuksallaştırması gerekiyor. Lakin siyasal vurgu ekonomi-politik vurguları örtebiliyor. Aynı şekilde ekonomi-politik vurgular da siyasallığı gölgeleyebiliyor. Önce kendi aramızdaki kardeşliği kurmamız gerekiyor. Buraya kadar vurgular tamam!
Peki! O kardeşlik hangi yapısal temeller üzerine bina edilecek? Aynı Allah’a inanıyor olmanın ve aynı dine mensup olmanın kendisini öne sürerek, Batı’nın Emperyalist yayılmacılığı karşısında İslami kimlik ve İslami duruş diye tabir ettiğimiz Siyasal yapılanma öncelikle adil bölüşüm ve paylaşımın bir sonucu değil midir?
Zira Batı kanımıza girmeden, biz Batı’dan önce kendi kanımıza giriyor da olabiliriz. Ilımlı İslam, Manevi Tiranlar sadece Emperyalizmin uyuşturucu araçları olarak karşımıza çıkmıyor. Aynı zamanda Kapitalizmin abdestli versiyonu olarak da karşımıza dikiliyor. O yüzden her Anti-Emperyalist vurgu Anti-Kapitalist vurguyla beraber yapılmalı. Kapitalizm’le barışık Anti-Emperyalizm gibi bir çıkmaza sürükleniyor nicedir Müslümanlar.
Anti-Emperyalist söylemleri öne çıkaran Müslümanlar ile Anti-Kapitalist söylemleri ön plana çıkaran Müslümanların düşünce ve pratikteki birliktelikleri ne zaman aynı nehre doğru akmaya başlayacak acaba?
Ben bunları düşünürken Atasoy Müftüoğlu saatini kontrol ediyor ve “Tarihin Sonu” konusunda çok önemli tespitleri ve uyarıları ile devam ediyor.
TARİHİN SONU ve HUMEYNİ
“Tarihin Sonu = Avrupa’nın başarısı demektir. Buna yükledikleri anlam da budur.
Konuya “Dünya Gündemi” diye girdik. Ben size şimdi de “Tarihin Sonu” diyenlerin 1979’da nasıl büyük bir şaşkınlık yaşadıklarını hatırlatacağım.
İran’da devrim olunca Tarihin Sonu iddialarının gerçek olmadığını gördük. Tarih devam ediyor, anladık.
Lakin İslam dünyasında yaşanan tereddüt şu noktalara geldi.
İran… Evet, büyük…
Evet, derin bir ruha sahip. Ama devrimden İslami bir model çıkaramadılar. Sünni dünya, Vahhabi dünya İran’a bigane kaldılar.
İran Devrimi’ni Suudi Arabistan üzerinden kontrol etmeye başladılar. Suudi Arabistan, yeni karşıtlıklar, yeni rekabetler üreterek, İran üzerinden Müslümanları kontrol etmenin peşindeler.
Kültürel İslamileştirme yayılıyor. Bireysel Müslümanlık ile tatmin olunuyor. Dünyada küresel tiranı karşısına alıp onlarla mücadele eden tek lider: İmam Humeyni (r.a) olmuştur. Oysa şimdi gençlik onun çizgisine yabancılaştırılıyor.
Raşid Gannuşi sürgünden ülkesine döndüğü zaman ona ne hissettiği sorulduğunda Gannuşi mutluluğunu dile getirdi.
İmam Humeyni sürgünden ülkesine döndüğünde aynı soru kendisine sorulduğunda hiçbir şey hissetmediğini söylemişti. Hayretle karşıladılar. Nasıl olur diye sordular. Bir insan sürgünden vatanına döner de mutlu olmaz mı?
İmam Humeyni’nin cevabı:
-Hayır! Benim vatanım: İslam’dır…
BÖYLE BİZE NE OLDU?
Biz bu hale nasıl geldik? O kuşatıcı ufkumuzu tekrar nasıl kazanırız?
Ortadoğu’da var olan isyanlara devrim tanımlaması erken tanımlamalardır. Bahar tanımlaması daha uygun düşer.
Bu devrimler özgün bir şey yaratmıyor. Daha çok sekülerize, daha aydınlanmacı etkileri var.
Yapısal rejim değişikliği olmadı. Yüzler değişti sadece. O gençler bıraksalar Batı’da yaşayacaklar belki. Oralara gidemedikleri için Batı’yı kendilerine getiriyorlar.
Bize gelen gençlere ilk söylediğimiz şu:
Bize gelmeden önce kendinize gelin. Ne olur bizi aşın. Siz nasıl gençlersiniz ki bizleri aşamıyorsunuz. İnternet çağında bizi aşmanız lazım. Sadece ihtiyacınız olan şey Tevhidi dikkattir.
Müteyakkız olun.
Bağımsız entelektüel dünyayı takip edin.
Bir anekdot aktarmak istiyorum:
“İlk çağ düşünürlerinden Epiktedos’un bir aforizması var.
Bir şey öğrendiğinizde meydana çıkıp hemen bunu öğrendik diye ortaya çıkmayın. Bunu içselleştirin. Benim keçilerim var. Çobanlara veriyorum. Akşama kadar dolaşıyorlar. Yiyorlar. Ama akşam geldiklerinde ne yeyip ne içtiklerini anlatmıyorlar. Et-Süt-Yün olarak veriyorlar!
Ben de şimdi sizlere soruyorum:
Bu kadar bilgileniyorsunuz da neden süte dönüşmüyor?”
(…) ”
***
Hepimize yönelik bu uyarıcı konuşması ile Emperyalizmin zihinlerimize vurduğu prangalara dikkat çekerek bizleri uyaran Atasoy Müftüoğlu hocamıza can-ı gönülden teşekkürlerimi sunarım.