Yanlış Medya’da Doğru Söylenmez, (Naos Yayınları, 2004, Baskısı tükendi) kitabımda da yayınlanan (s: 137) aşağıdaki yazı neredeyse on yıl önce yazıldı ve haber3.com’da yayınlandı (Elektronik kopyası haber3.com arşivlerinde duruyor. 4 Aralık 2002).
AKP henüz iktidar olmuştu. Ortaya, benim hep savunduğum iki partili bir Meclis çıkmıştı. 3 Kasım 2002 seçiminden önce, haber3.com’da sürekli yazı yazarken, “Solcuysanız CHP’ye, sağcıysanız AKP’ye oy verin!” sloganlı bir seçim destek kampanyası yürütmüştüm. İki partili meclisi ve Başkanlık sistemini Türkiyenin 2000 yılı sonrasındaki konumu açısından hep savundum, üstelik bir Marksist olarak. Aynı zamanda, siyaset yasaklı olan Tayyip Erdoğan için, (Bkz: 17 Eylül 2002, haber3.com; ve Yanlış Medya’da Doğru Söylenmez, s: 100) “Tayyip Erdoğan’ın seçilme hakkı siyaseten, yargı yoluyla kendisine verilmelidir. YSK’ya; Yargıtay’a; bazı hukuk-siyaset bilmez hukuk profesörlerine (mesela Süheyl Batum, mesela Hikmet Sami Türk) ve siyasîlere duyurulur. Tayyip Erdoğan’ın seçilmesini önleyerek, seçimi erteletmesine izin vermek; derin devleti de derinden yaralar.” cümlesi ile biten bir destek sunmuştum, seçim öncesinde, ne kadar etkili olduysa! Aşağıdaki yazı ile birlikte tüm bunların değerlendirmesini adilmedya.com okurlarına sunuyorum. Çünkü, aşağıdaki yazıda, bundan sonra sürekli olarak hatırlamamız gereken önemli bir tarihsel sürecin başlangıcını anlatıyorum. Söylediklerimin neredeyse tamamı oldu, bir sonraki on yıllık dönemde hepsi tek tek gerçekleşti. O nedenle, 2004’de yayınladığım Yanlış Medya’da Doğru Söylenmez kitabının üst başlığını Internet’te Siyaset Kehanetleri koymuştum. Reel ekonomi-politik’in felsefesinin yapılması için belki bir temel teşkil eder diye tekrar yayınlıyorum. Ben dememiş miydim, demek için…
AKP NEDEN AB’Yİ ve ABD’Yİ SAVUNUYOR?…
AKP, AB’ye girmek için Mesut Yılmaz’dan da fazla ve stratejik çalışıyor. ABD ise AKP’nin iktidarından önce de destek aradığı ve savunduğu bir süper güç. Her ikisinden de aynı anda verim alabilir mi? Soru bu: To be or not to be at the same time on both sides of Atlantic?
Bu, bizim, Mainstream Medya’da (MEME ya da kısacası MM—bundan sonra MM dediğim zaman, bileceksiniz ki, bu bizim mümtaz medya ya da mainstream medya…16 ulusal Tv+16 ulusal gazete.) farklı yorumlara sebep oluyor. Onların (MM’nin) bilmediği bazı bilgileri belki de burada açıklayıp, MM’nin o halis “Türk” kanı akan beyin damarlarını zonklatıcı, o güzel kafalarındaki boşlukları doldurarak onlara yardımcı olucu bir çabaya da girmeyi artık YENİ DÖNEM’de bir borç biliyorum. Gavurun medyası değil onlar, benim yurdum medyası. Severim hepsini; akılları ile yazdıkları arasında iyi bir rabıta vardır hepsinin…
(Senin çok sık kullandığın şu “yurdum medyası” lâfının, senin hep beceriksiz dediğin (iletişimin niyet edilen etkisi açısından beceriksiz dediğimi de burada geçerken değinmeden edemiyeceğim.) Ali Taran’ın lâfı değil mi diyenleriniz olabilir. Aslında Lemancıların güzel bir buluşu olan lâf “Yurdum İnsanı,” ben biraz mevzu itibariyle değiştirmiş bulunuyorum ama açıklayayım: –ben yiğide vururum, öldürmem—ama hakkını da yemem; lâf güzel ama kullandığı context’te Telsim’in amacı açısındean ETKİLİ değil, ben onu etkili kılıyorum. Durum iletişim bilimi açısından kısaca bu.)
Evet, AKP neden AB’yi ve ABD’yi savunuyor; onlarla, İslamcıların bile şaşkınlıkla izlediği bir alış-veriş içinde?:
Bunu MEME’nin akıl edemediği çok açık bir cevabı var: Başka çaresi yok da ondan.
Şimdi bu kadar basit, basit olduğu kadar da açıklamaya muhtaç, açıklamaya muhtaç olduğu kadar da sıradan ve anlaşılabilir saptamaya geçmeden bir anektod sözüm vardı, Erhan Göksel ile birlikte yaşadığımız bir olayı, izninizle sizlerle paylaşmak, publisize etmek, kamusal kılmak veya publish etmek istiyorum. (Bu arada yine medyatik flozofiye…, bir küçük katkı yapmadan da, gene duramayacağım: Bu kamu (yani, public) lâfının operasyonel tanımı açısından Amerikan İngilizcesinde kullanımı ile İngiliz İngilizcesinde kullanımı arasında dağlar kadar fark vardır: Amerikada, bizim kamu iktisadi teşebbüsü veya temel ihtiyaç maddeleri üreten ve dağıtan kurumlar –MM bunlara KİT der ve tam 15 yıldır Türk halkına bu konuda yanlış şeyler söyler– bağlamında kullanılan kamusal kurumlar ile, İngilizlerin Public Works dediği biçimdeki kurumlara “Common Carriers” (Ortak ya da Kamusal Taşıyıcı) denir. Ben bunu tam 11 yıl önce Cumhuriyet’te yazdım; anlaşılan kimse okumamış. Açıkçası iletişim dağıtımı için de hayati bir durum olan bu farklılık, bizim iletişim—basın/yayın– hukuku ile uğraşan ordinaryüsünden, araştırma görevlisine kadar tüm bilim camiasında da, en azından yazılı olarak bilinmemektedir. Dolayısıyla, Habermas’ın kamusal alan tanımı ile bizim Bülent Arınç’ın kamusal alan tanımında bir hoş ve nâhoş farkın olması bu cehalleten doğar. Herhalde Habermas’a cahil dediğimi düşünmüyorsunuz… Kürşat Bumin’e falan da duyurulur. Onun sivil toplumculuğunun kökenlerini bilemem ama, Anglo-sakson kapitalizmi tarzında bir özelleştirme içindeki Türkiye ile Kıta Avrupası tanımları (burada üç tanım vardır: Amerika-İngiltere-Kıta Avrupası) arasında fark bilinmezse işte bizdeki gibi kamusal bir bulamaçla cehalet örnekleri ortaya çıkar ve türban sorunu sorun olmaya devam eder ve kızıl kitapla ak kitap arasında fark tartışılır.)
Tamam anladık da, hâlâ gelemedin AKP’ye diyorsanız, işte geldik:
İlkönce anektod: Ben ve Erhan (Göksel) ve Fevzi, Fazilet Partisi’nin Maltepe’deki binasına sıcak bir Temmuz ayında, air-conditioner’lı Jeep’inden henüz inmiş olan Erhan daha terlemeye başlamadan, elimizde büyük büyük kartonlarla bir öğleden hemen sonra girdik. Elimizdeki kartonlarda, ben ve Erhan’ın stratejisini ve copy’lerini hazırladığımız; Panajans’ın Yaratıcı Direktörü Ali Haydar Kurt’un da grafik çalışmalarını yaptığı, Panajans (yani benim tarafımdan) tarafından üretilmiş, “Fazilet AB’ye Nasıl Bakıyor” konulu bir Kamusal-Politik İletişim Kampanyasının taslakları var. Fazilet Partisi Genel İdare Kurulu’nun bir kaç eksiği ile hazır olduğu salona alındık. İçerde, Recai Kutan, Veysel Candan, Cevat Ayhan, Temel Karamollaoğlu gibi Fazilet’in ağır topları ve şu anda AKP’ye geçmiş bulunan, adlarını pek çıkaramadığım 15 kadar Fazilet’li üst düzey yöneticisi var. Yıl 2000. Sunuşu yaptık. Kampanya, Anadolu Kaplanları’nın ve Fazilet tabanının önemli bir kısmının zaten Avrupa’lı olduğunu; ve Cumhuriyet’in kuruluşunun 100. yılında, 2023’de, Türkiye’nin Avrupalı olarak durumunu Fazilet açısından anlatıyordu. Çarpıcı bir kampanya idi.
Salondaki, şu anda Saadet Partisi’nda kalmış olan tüm yöneticiler, Kampanyamızı hararetle desteklediler ve tebrik ettiler. Temel Karamollaoğlu, eşinin yabancı olmasının verdiği bir güvenle, “doğru biz zaten Avrupa ile akrabayız” bile dedi. Cevat Ayhan ise kampanyayı hararetle tebrik etti. Şu anda AKP’ye geçmiş bulunan tüm üyeler ise, “bu AB işini, biz tabanımıza anlatamayız” diyerek, kampanyayı reddettiler.
Ben konuyu abartmanın doğru olmayacağını; imam ne derse onu yapmaya yüzyıllarca alışık olan bir cemaat-tabanın sorun teşkil etmeyeceğini; önemli olanın, mesajın tüm Türk halkına nasıl bir etki yaratacağı olduğunu söyleyerek, şimdi AKP’li olmuş olanları uyarmaya çalıştım ama kifâyetsiz kaldım ve kampanya onların oyları ile kabul edilmemiş oldu. Eskizler hâlâ elimizde.
AKP’nin bu vaziyet alışını Fehmi Koru da doğruluyor. Diyor ki, Tayyip Erdoğan 20 yıl önce, AB’ye karşıydı. Erdoğan da bunu destekliyor; karşıydım, halt etmişim, geliştim, diyor. Ama, ben pek de öyle 20 yıl önceki derin karanlıklarda kalmış bir durum olduğunu sanmıyorum bu AB karşıtlığının. Daha iki yıl önce, ortada AKP yokken de, AKP’nin belkemiği, AB karşında eğilmiyordu. Ben bunu konu ile ilgili yaptığım içerik analizinin verdiği bulgular ile yukarıdaki bizzat şahit olduğum durumdan çıkartıyorum.
Başörtüsü konusu da aynı şey: Kesin kanıtı bulduğum zaman isim de açıklarım. İslamcı kesimlerde bugünlerde yaygın olarak söylenen şu: Merve Kavakçı’yı Meclis’e türban ile sokmaya zorlayan Nazlı Ilacak değil AKP’nin bugün en üst düzeyinde bulunan bir kurucusuymuş. (Taha Kıvanç gibi oldu ama neyse!).
AKP’nin AB ile olan ilişkileri bugünkü kadar yakınlaşma, içine girmeye tevessülü olmayan bir geçmişe sahip. Özetle, AKP’li politikacılar, hep ABD’ye yakın oldular, AB’ye karşı.
Bu üç saptama benim şu hipotezimi doğrular nitelikte: Türk halkı, kendini AB’ye sokmaya çalışanlara oy vermiyor; ABD’ye yakınlaştıranlara oy veriyor. Son seçimler de ampirik olarak bunu gösterdi. [2011’de Zeyl: 2010 seçimleri de bunu teyit etti.] Derviş ABD’li; AKP AB’ye karşı, ABD’den yana. Gerisi hep AB’ci… Kayda değerlerden bir tek MHP kaza kurşunu diyebileceğimiz Uzan’a takıldı. Uzan da, dikkat edersiniz uyarılarıma kulak verip, AB’ye yüklendi ama ABD’ye değil; onun derdi IMF ile idi. Türk halkı IMF’ye de sempatik bakar; Uzan belki bunun için de alamadı, o 2.5 oyu. Siz hiç, tefeci de olsa size zor anınızda borç verene kızar mısınız?
Peki, şimdi ne değişti de, millici güçler denilen Ordu’nun bir kesimine, Koç’a, Sabancı’ya, (takiye yapan TÜSİAD’a—dikkât edin, Abeci TÜSİADÇILAR hep küçükleri; büyük başlar ortada hiç yok) rağmen, AKP, AB bayraktarlığını yapıyor? Tayyip Erdoğan, işsizlikten mi AB turları atıyor? 10 Aralıkta davetli olarak Bush’a gidecek?
İşte burada yukarıdaki basit, basit olduğu için de sıradan ama çok açıklayıcı cevabımız geriyor devreye: Başka çaresi yok da ondan. Hâtta daha ileri de gidebiliriz. Benim Erhan’la birlikte sunduğum Kampanya’nın özünün doğru olduğunu anladılar; asıl Abeci olan sermaye, Anadolu Kaplanları. (Burada da bir çelişki saptayan aklı evvelleriniz olabilir: ‘Sen demiyor musun, AB’ye yakınlaşan partiye oy vermiyor bu millet diye. Fazilet’i kapanmadan mı oy sandığına gömecek bir kampanya hazırladınız?’ Diyebilirsiniz demesine de, yine yanlış dersiniz. AB ile Türk halkı arasındaki aşk-nefret ilişkisi, derin bir iletişim stratejisi ile aşılır. Bunun nasıl olacağını söylemenin de yeri—beni sürekli okuyanlarınız artık çok çok iyi biliyor ki, burası değil. Okumayanlar da şimdi öğrendi. Bu iletişim işleri bu kadar basit olsaydı, bunu Tansu, Mesut, Devlet, Bülent, Süleyman, Turgut vs. de yapardı. Bize iş kalmazdı.)
AB’ye girilecek; Kıbrıs verilecek; Üsler açılacak. (Hâttâ Kuzey Irak’da bir Kürt devleti de sırada mı?)
Bana sorarsanız, hepsi de doğru politikalar.
Ama peki bir sonraki seçimde bunları tabanlarına nasıl anlatacaklar?
İşte, yukarıdaki basit ve sıradan cevapta gizlenmiş motivasyonun zırt dediği yer burası.
AKP, Turgut Özal’ın yapamadığı işin sevdasına korlamış yüreğini: 3 verecek (belki de dört) 10 alacak (belki de 25 milyar + AB müzakere tarihi).
Daha iyisi de can sağlığı.
Bunlar olursa, taban mı kalır? Örgüt mü?
Bunlar olursa, Türkiye’nin jeopolitik yapısında 9.9 şiddetindeki bir depremin açığa çıkardığı enerjinin, ortada, Koç, Sabancı, TÜSİAD’cı, millici, STK’cı, İkinci Cumhuriyetçi ne kadar convansiyanel güç varsa onları berhava edeceğini bize deprem profesörleri bile rahatlıkla söyleyebilir. Ankara’da ve İstanbul’da düşüncesi ma’lül tick-think-tank-tac-tuk olmaya bile gerek yok; Gölcük depremini yaşayan herkes, enkazın altında çürük çarıkların kalacağını şimdiden biliyor.
Kısacası, AKP böyle bir role soyunmuş; iki yıl kadar önce tabanlarına anlatamayacakları, seçimden hemen önce de bu kadar hararetle savunmadıkları her şeyi yapar durumdalar. Gerisi, tufan.
Hakları da yok değil; türban ve başbakanlık konusu dışında hazır oldukları hiç bir şey yok. Umduklarından da yumuşak ama ciddi bir tepki gördüler devletten. Uysal atın tekmesi pek olur misali bir durumdalar. Bir iki fraksiyona bölündükleri şimdiden malûm. Şaşkınlıkları gözlerinden anlaşılıyor.
İki çareleri var: AB ve ABD.
Tabii bu nasıl olacak; olacak mı? İkisi birden nasıl olur da Türkiye’yi destekler? (Beni izleyenler bilirler ABD’nin AB’ye düşman olduğunu.) Her ikisinin Türkiye’yi aynı doğrultuda ve durumda desteklemesi tabii ki bir görüntü. Sadece sanal bir gerçekliğin sayısal bir nûr olarak görünmesi; asıl sır perdesi, ya da güncel deyimiyle chamber of secrets, her zaman olduğu gibi bir kaç perde-kapı ötede. Bu şifreleri açmak içinse epey bir birikim gerekiyor. Biliyorsunuz açma işlemleri, TELEKOM, TEAŞ ve İGDAŞ kurallarına bağlı bende. Şunu belirterek kapatayım konuyu. AB kapıda bekletecek; ABD Orta-Doğu’da AB’ye rağmen konuşlanmasını Türkiye üzerinden yaparsa, AB kapısı hâyal. Ancak bir manevra ile ilkönce AB kapısı aralanırsa, bu kez de zorluk ABD’den gelecek. Her ikisine oynamak, Turgut Özal’ın dar görüşlülüğüydü. Belki de zorunluluğu. Ve O da, üçün birini aldı. Ama ondaki hata biraz da kendi dışında ama kesinlikle dar görüşlülüğünden kaynaklanan zamansal bir hataydı. 1987, 1991’den takvimsel olarak ne yazık ki daha önce. Dar görüşlü olduğu için başka çaresi yoktu. Aynı Menderes’in, Demirel’in düştüğü çözülmez karşıtlıklar (paradoks) ve dar görüşlülükler gibi. Küçük devlet olmanın da zorlukları burada… Küçük adamlarla yönetilmek zorundasınız.
Hülâsa, AKP, Bush’un veya Şansölyenin gözlerinde gördüğü nûr hüzmelerindeki belli belirsiz karaltıların göz kamaşmasından olduğunu zannetmesin… O küçük karaltılar tarihin büyük karanlığı. Hem AKP’nin gizli tarihinin, hem de Türkiye’nin. Hem de, AKP’nin de, Türkiye’nin de makûs talihi.
Yardımcı olmak da yine bize düşecek anlaşılan…
İlk, to be or not to be, that is the question sorusuna dönersek; maalesef olumlu bir cevap veremiyoruz bu noktada. Atlantik’in iki yakasında da, aynı müttefiklikle varolmak mümkün değil. O iki kutuplu bir dünyanın durumuydu. Özal ise, 1987 ve 1991’de kaybederken, dünyanın tek kutupluluğa dönüştüğünün farkına varamadı. I. Mercüdabık Savaşı’nın sonucu bu. II.sine de az kaldı.
4-5-6 Aralık 2002, haber3.com
Toplam olarak 1 saat 16 dakikada yazıldı. Konunun ağırlığı değil uzun zaman aldıran. Konu çok çok hafif. Bayram girdi araya, onun için uzun zaman aldı yazmak… Hepinizin geçmiş Bayramı kutlu olsun.